Georg Lukacs'ın bu makalesini Arthur Kahn'ın İngilizce çevirisinden (Merlin Press, London, 1970) Türkçeleştirdim.
I
Apaçık ve dahası basmakalıp da olsa tartışmamıza başlamadan önce şu
gözlemimizi belirtmeliyiz: Kapitalizmin yozlaşma sürecinde, baskın yazar ve
eleştirmen tipleri değişmiştir. Buna uygun olarak yazar ve eleştirmen
arasındaki tipik ilişki de değişmek zorunda kalmıştır.
Aynı şekilde apaçık olan ancak yine de yinelenmesi gereken bir diğer gözlem
de şudur: Değişen bu ilişkide belirleyici etken, kapitalizmin işbölümünden
ortaya çıkan uzmanlaşmadır. Hem yazarlar hem de eleştirmenler dar görüşlü
uzmanlar durumuna geldiler ve insanın evrenselliğini, bütünlüğünü, Rönesans’ın,
Aydınlanma’nın ve demokratik devrimleri önceleyen tüm devirlerin edebi
kişiliklerinin ayırdedici özelliği olan toplumsal, politik ve sanatsal
becerileri unuttular. Yaşamın farklı olguları arasındaki dinamik birlik,
bireyin bilincindeki yalıtılmışlıkta dondurulmuş veya yalnızca soyut, öznel
(rasyonel veya mistik) düzmece-bireşim ile ilişkilendirilmiş, katı bir biçimde
sınırlandırılmış bağlantısız “alan”lara bölündü.
Son olarak diyebiliriz ki, bu yorumlarımızın son yıllardaki gidişi yansıttığı
açıktır. Önde gelen hümanistlerin kavgası gerici kapitalizme karşı başarı
beklentisi olmadan yapılan ancak olağanüstü ideolojik önemi olan bir savaştır.
Bu olguların bütününe karşı yürütülen bu savaş, yalnızca genel kalkınma içindeki
tarihsel zorunluluğu vurgular.
Eleştirmenler gibi yazarlar da bir iş “alan”ında uzman durumuna geldiler. İçsel
yaşamlarını meslekleri durumuna getirdiler. Kapitalist kitap pazarının günlük
isteklerine diğer birçok yazar gibi tam bir mesleki uyum göstermese bile,
pazara ve onun taleplerine inatçı bir kişisel direnç gösterse de yaşam ve
sanatla olan ilişkisi geçmiş dönemlerin yazarlarıyla karşılaştırıldığında
kısıtlandı ve bozuldu.
Karşıcıl yazar edebiyatı kendi içinde sonlandırır ve cüretkarca onun
otonomisini savunursa sanatsal yöntem ve biçimin temel sorunları ikinci plana
düşer, büyük sanata ve insan evriminin evrensel ve kalıcı boyutlarının geniş ve
derin sanatsal temsiline duyulan
toplumsal gereksinim ortadan kalkar. Bu temel sorular yerini beceri ve
teknikten sözeden pazar tartışmalarına bırakır.
Bu bozulma ilerledikçe tartışmalar da özellikle beceri, teknik ve anlatım ile
sınırlanır, sosyal ve sanatsal bakımdan edebiyatın nesnel, genel sorunlarından
uzaklaşılır. Kapitalizmin sanat düşmanlığı edebi türler arasındaki ayırımın
ortadan kalkmasına neden olur. Bu, özellikle yaratıcı anlatıma uygun olmayan ve
ancak sanatın temel sorunlarını bilen yazarların üstesinden gelebileceği, yeni
temaların ortaya atılmasının bir sonucudur. Sanatçıyı yozlaştırmak, yoldan
çıkarmak için yapılan baskılar da o kadar güçlü ve sinsidir ki buna yalnızca
kişiliği sağlam olanlar dayanabilir. Basın, tiyatro, sinema, yaygın dağıtılan
dergiler bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde gerçek sanat fikrinin
bulanıklaştırılması ve yıkılmasına katkıda bulunmaktadır. Tek bir esini bir
dizi roman, film senaryosu, dramalar ve opera librettoları için kullanan
yazarlar saf sanatsal anlatımın anlamını ve uygun yaratıcı yöntem fikrini yitirirler.
Tiyatro yapımcıları veya film yönetmenlerine esinlerini ayrıntılandırmayı
bırakan, yarı-fabrikasyon ürünlerini satışa sunmaya alışmış, dahası sanatsal
açıdan ahlaksız bu eylemi akılcı duruma getirmek için kuram geliştiren yazarlar
sanatın temel sorunlarıyla ciddi, canlı bir ilişki kuramazlar.
Kapitalizm altında sanatın gelişimi, tarihi önem taşıyan bir alaysı taşır:
Kapitalizmin sanata karşı gösterdiği yokedici cahil tutuma dürüstçe karşı çıkan
birçok açıkgörüşlü yazar, formun parçalanmasını kendi kuram ve pratikleriyle
desteklerler. Kendi öznelliklerini, kişisel izlenimlerini ve yaratıcı anlatımla
ilgili tamamen kişisel sorunlarını kesin
bir yargıyla ve çelişkili bir kabadayılıkla dillendirerek burjuva edebiyatının
vahşi yokediciliğini ve şiirselliği ortadan kaldıran etkilerini durdurmayı
amaçlarlar. Kuramsal ve pratik olarak gerçekte başardıkları şeyler poetik
formun zayıflatılması, yazınsal modalarla ilgili sözümona onyıllar (kimileyin yalnızca
birkaç yıl) boyunca egemen olacaklarına dair “peygamberce” kehanetler, başka
türden yokedici modalar ve edebiyatın yoksullaştırılmasıdır.
Yalnızca bir örnek daha sunacağım. Lirik şair Edgar Alan Poe, şaşırtıcı
değişiklik ve sürprizlerle merak uyandıran modern detektif öykülerinin öncüsü olmakla
kalmaz, kuramsal çalışmalarıyla epik ve dramın lirik izlenimciliğe bozunumunu
hızlandırır. “Poetik İlke” adlı bu konuda bilgilendirici denemesinde Poe, uzun
şiirin yaşayabilirliğini reddeder: “Kanımca uzun şiir yoktur. “Uzun şiir”
deyimi bence terimlerin çelişkisidir”. “Kompozisyonun Felsefesi” adlı eserinde
ise iddiasını, “bir oturuşta” okunamayan edebi eserin poetik anlamda uyum ve
bütünlüğünün olmadığını söyleyerek örnekler: “Uzun şiir olarak adlandırdığımız,
aslında, kısa olanların artarda dizilişinden başka bir şey değildir- daha
doğrusu, kısa poetik etkinin.”
Herkesin bildiği gibi Poe, bütünlükçü bir sanatçı olarak, seçkin sanatı
destekledi ve sığ, akademik düzmece-epik eserler ve çok satan romanları
reddederken kesinlikle haklıydı. Ancak protestosu etkilenim sorunlarının öznel
araştırması ve anlatım biçimleriyle sınırlı kaldı. Hem sanatın toplumla
ilişkisi hem de halkın sanatla ilişkisindeki sorunlarla ilgili olarak teknik
konusundaki “pazar tartışmaları”ndan öteye geçemedi. Bu nedenlerle de Poe yalnızca
lirik izlenimciliğin öncüsü durumuna geldi. Ortaya çıkardığı etkinin yeniliği ile
kazandığı kısa süreli şaşırtıcı başarıdan sonra bu ekol, Poe’nun kafası karışık
ama coşkulu bir biçimde saldırdığı tam da o edebiyatın boş rutinine bozundu.
Bu örnek yalnızca belirleyiciliği açısından önemlidir. Bu bozunumun daha
sonraki aşamalarını izlerken, daha az önemli yazarların kısır kuramları
desteklediklerini, hakettikleri unutulmuşlukta tamamen yitmeden kısa süre önce
ilgi topladıklarını görürüz. Örneğimizde, okurun dikkatini çekmek istediğimiz
belirleyici olan, içerikle ilgisi olmayan dışavurum ve izlenim; edebiyatı
yaşama bağlayan sorunlara, büyük sanatsal yapıtların yüzyıllar ve hatta
binyıllar boyunca etkinliğininin ve popülaritesinin temelleri her ne ise ona
karşı olan “atölye” bakışaçısıdır. Burada önemli olan, Poe’nun, Homeros ve
Milton’u “uzun şiir”in olanaksızlığına örnek olarak göstermesidir. Aralarına
Poe’yu da katmak üzere, önemli yazarların elbecerisine önem veren
bakışaçılarına karşın sanatın temel sorunlarıyla ilgili olarak sıklıkla duyarlı
ve zekice gözlemlerde bulunduklarını kimse yadsıyamaz. Böyle durumlarda
yetenekli yazar içgüdüsel olarak ve bilinçsizce, kendi felsefesine de aykırı
olacak biçimde, bir el işçisinin zihinsel sınırlarının ötesine geçer. Yine de
sanatla ilgili temel kavrayışı bununla ilişkili bir biçimde değişmez. Tam
tersine, bu kişisel gözlemlerden ne kadar sözedilirse; genç yazarlar,
eleştirmenler ve zeki okurlar tüm bu el becerisine önem veren yaklaşımın,
geçerli bir sanat görüşü için uygun
yaklaşım olduğu yanılgısına o kadar fazla sürüklenirler. Sanatla ilgili
konulardan yalnızca sanatçıların anlayabileceği; kişisel yaratıcılık
psikolojisi araştırması ve tek tek yazarların kişisel teknik çözümlemeleri ile
sanatın uygun bir biçimde kavranabileceği yönündeki modern yanılgı, kuramsal
köklerini bu sınırlı sanat kavrayışında bulur. Bu sınırlı kavrayış, dürüst, içten
yazarların haklı mücadelesinden çıkar.
Eleştirilerimin özellikle “sanat için sanat” okuluna yönelik olduğu
düşünülmemelidir. Böyle olsaydı bile uygulaması daha genel olurdu. Yalnızca birkaç
karşıtının “Sanat için sanat” okulunun kuram veya pratikle ilgili sınırlı
kavrayışının ötesine geçmesi bu çöküş döneminin karakteristiğidir.
Bu karşıtlık kabaca iki ayrı uca ayrılır. Bir uç, sanat-için-sanat okulunun
özellikle sanatla ilgili olan tüm kuramını reddeder. Bu yazarlar, edebiyatı
politik ve toplumsal propagandanın doğrudan hizmetine sokarlar. Diğer uç yeni
edebi hareketin tüm “başarılarını” korumaya ve geliştirmeye çalışır. Bunun yanı
sıra, edebi biçimlerin modern çözeltisi ile özel, ve sıklıkla doğru, toplumsal
ve politik bağları, ustaca ama organik olmayan bir biçimde (en katı sanatsal
anlamda) birleştirmeyi amaçlar. Bu yazarlar avant-gard çevrelerde etki uyandırıp
saygı görebilirler. Yine de, saygın amaçlarına karşın, geniş halk kitleleri
üzerinde büyük bir etki bırakmak konusunda, kendi yapıtlarıyla sanatsal açıdan
ilişkili olan apolitik edebiyat kadar başarısız olurlar. Upton Sinclair birinci
ucun, Dos Passos ikinci ucun tipik temsilcisidir.
Modern edebiyatın, bir yanda yalnızca düz içerikleri veya yapay, zorlama
gerilim ile dikkati çeken, sanatsal olmayan tez romanlar, diğer yanda da
züppece el becerisi deneyleri olarak iki belirsiz yöne bölünmesi herhangi yapay
bir siyasallaşmayla engellenemez. Yalnızca içeriğe dayalı soyut kişiliksiz
etki, bir çıkış yolu sağlamaz. Bu sonuç, sanatsal açıdan disipline edilmemiş
içerikle inorganik biçimde ilişkili olan biçimci sanatın, ilkine eşit derecede
soyut öznelliği için de geçerlidir.
Şu ana dek günümüz edebiyatının küçük bir bölümünü tartışıyorduk. Bu bölüm,
toplumsal ve ahlaki açılardan, dolayısıyla sanatsal kavrayışın saflığı
bakımından ortalamanın üzerindedir. Sanatsal nesnelliğin sorunları ile ilgili
tartışmalar, ilerde göreceğimiz gibi, estetik yoğunlaştırma, saflaştırma ve
toplumsal içeriğin kesişim noktasını saptamaya yöneliktir. Sanatçılar bu
sorunları tartışmaktan cayarsa, edebiyat dünyasını bir bireysel dar görüşlülük ruhu
kaplar.
Herkesin bildiği gibi, kapitalist kültürsüzlükten beslenen edebiyat hamal
ve tüccarları kapitalist rekabet düzeninde yalnızca küçük kişisel yükselme hırsları
ve postlarını kurtarmakla ilgilenirler. Kavranması zor ve çelişkili olan, kendini
edebiyata adamış yetenekli yazarlar
arasında da gözlenen bu kişisel dar görüşlülüktür. Onlar da kişisel, teknik ve
yaratıcı özgünlüğün abartılarak vurgulanması ile anlatım ve temada yenilik
konularında sıkıntı çekerler. Onlar da “sanatsal” kişilik, kendine özgü tutum, kişisel
başarılar ve yaratma yönteminde yaşanan zorluklar konusunda öznellik ve minik
üslup inceliklerine abartılı bir önem yüklerler. Öyle ki bu sayılan özellikler,
sanatsal anlamda daha başarılı dönemlerin yazarlarının bile vermediği bu
değeri, gerçekte, ne toplum ne de sanat adına taşırlar.
Sonuç, yetenekli, kendini sanata adamış yazarların önemsiz duyarlıklarıdır.
Kapitalist toplumda yazarlar yalıtılmışlıklarını sanatçılar olarak değil ancak
belli bir görüşün sözcülüğünü yaparak aşabilirler. Bu yalıtılmışlık, modern
edebiyat yaşamındaki (abartılı öznellik, çılgın bir “keşfetme” uğraşı,
“rekabet”ten kaynaklanan kıskançlık, eleştirilere katlanamama- komplolardan ve
kötü niyetli dedikodulardan söz etmeye gerek yok) dar görüşlülük için genel bir
toplumsal temel sağlar. Toplumsal yalıtılmışlık, serada yetişmiş bireysel kendine özgülükler, temel ideolojik
sorunlarla ilgili kafa karışıklıkları; bu sorunlara bilinçli ve abartılı bir
öznellikle yanıt verilmeye çalışılması, aşırı zorlanmış bir rasyonalizm ve
bulanık bir mistisizm nedeniyle derinleşti. Bunlar kaçınılmaz olarak biraradadırlar.
Sanatın kendi sorunlarının masabaşı çalışması sorunlarına indirgenmesi yazarla
eleştirmenin (yazarın bakış açısından) günümüz kapitalizmindeki “anormal”
ilişkisini yaratan ana etmenlerdir.
II
Savımızı düzenleyebilmek için kendimizi şu ana dek araştırmamızın tek bir
yönüyle sınırlamak zorunda kaldık. Yazar ve eleştirmen arasındaki ilişkiyi tüm
yönleriyle inceleyebilmek ancak eleştirmenin aynı dönem içinde ve aynı
toplumsal koşullarda yaşadığı değişiklikleri değerlendirerek olanaklı
kılınabilir. O zaman araştırdığımız “anormallik”in her iki tipin dönüşümünün
ürünü olduğu açıklığa kavuşacaktır.
Edebi eleştiri yakın zamanda, gazete değerlendirmelerinin ortaya çıkışıyla
birlikte, para kazanılan bir meslek durumuna geldi. Başlangıçta kadrolu kitap
eleştirmenleri pek saygı görmedi. Bu etkinliği bir görev olarak gören ve
buradan gelir kazanmayı (zaten pek de yüksek olmayan bir gelir) düşünmeyen
gerçek eleştirmenlerle ters düştüler.
Kapitalizmin gelişimine eşlik eden geçerli kurallara uyum alışkanlığı,
eleştirmenliği de etkilemiştir. Şu gerçekler iyi bilinmektedir: büyük
kapitalist şirketler hemen hemen tüm basını denetim altına almıştır ve eleştirmenlik
büyük oranda, finans kümelerinin reklam aygıtı durumuna gelmiştir. Yalnızca,
çok az dağıtılan ve sınırlı destek alabilen birkaç edebiyat dergisi
eleştirmenin düşüncesini özgürce söyleyebilmesi için uğraşıyor. Üstelik onların
bağımsızlığı da giderek sorunlu duruma geliyor. Sanat dünyasında karşıcılığın,
yarar getirici kurgular için uygun ortam hazırladığını kapitalistler keşfettiklerinde,
bu girişimler sanat koruyucularının denetimine geçer ve kapitalist desteğin finansal
ve etik açıdan tüm kuşkulu sonuçlarına katlanmak zorunda kalır.
Bu nedenle eleştirmenlerin büyük bir bölümü, deneyimlerinin temsili ile
ilgili olarak yazarların yaşadığına benzer biçimde, fikir fahişeliği yapmak
durumunda kalırlar. Bu kuşkulu belirsizlik durumundan kaynaklanan tehlike, bu
seçme kümeye bağışlanmış dikkatlice beslenen özgürlük ve bağımsızlık görünümü ile
derinleşmektedir.
Bu özgürlük görünümü, koşulların birleşmesinden köken almaktadır. Bir
yandan, kapitalist düzende bile yetenekli, kültürlü ve erdemli eleştirmenler her
zaman vardır. Diğer yandan, gazete ve dergiler üzerindeki kapitalist etki
farklı kılıklarda ortaya çıkmakta ve eleştirmenler üzerinde apaçık ve doğrudan
baskı az uygulanmaktadır. Birçok gazete, aydınlara özenle hizmet verirken, edebiyat
ve sanat konusunda düşüncelerini özgürce söyleyen ve dahası sanatla ilgili
ateşli tartışmalar yürütecek seçkin ve saygın eleştirmenlere gereksinim duyar. Böylelikle
bu eleştirmenler destekçilerin bakış açısından üzerlerine düşeni yapmış
olurlar. Bazı kapitalistler modern edebiyat ve sanattaki özel kimi akımlarla
ilgilendiklerinden, önceden sözünü ettiğimiz gibi, süreli yayınlar da bu akımları
destekleyecek inançlı eleştirmenler ararlar. Eleştirmen ne kadar kültürlü,
yetenekli ve kendini işine adamış ise bu gereksinimi karşılama konusunda o
derece başarılı olur.
Sonuç olarak, kapitalizmin tekellleşme aşamasında bile, aralıklı da olsa,
estetik sorunlarla ilgili özgürce görüş bildirmek için belli bir hareket alanı
vardır. Eleştirmenin gerçek konumunu ve bu dönemdeki dönüşümünü inceleyebilmek
için kendisine tanınan bu hareket alanının doğasını ve boyutlarını araştırmak
zorundayız.
Bilinçli veya bilinçsizce pazarlamacılık yapan eleştirmenleri araştırmamıza
katmayacağız. Yaratıcı yazarlarla ilgili olarak yaptığımız gibi yeni eleştirmen
tipinin yalnızca kendini işine adamış yetenekli temsilcilerini inceleyeceğiz.
Buna karşın, sıradan ve yozlaşmış yazıcılardan oluşan kitle, yazarlar hakkında
olduğu gibi eleştirmenlerle ilgili olarak da, ortadan kaldıramadığımız bir
ortam oluşturur. Bu ortam, çağdaş edebiyatı değerlendirirken profesyonel
eleştirmeni, çağdaş eleştiriyi değerlendirirken de yazarı kaçınılmaz olarak
etkiler. Yazarla eleştirmenin - farkında olsalar da olmasalar da- birbirleri
ile ilgili karşılıklı değerlendirmelerini belirlemelerine yardımcı olacak
atmosferi oluşturur. Daha önce gösterildiği gibi bu durum, özellikle her iki kümenin
kendi içindeki iki aşırı uç arasındaki karşıtlık açık olsa da, sınırların açık-seçik
biçimde belirgin olmadığı andan beri geçerlidir; iki aşırı uç birbirlerine
gölge etmektedirler.
Düşünce özgürlüğünün hareket alanı ile ilgili kesin olan şey onun yalnızca
estetik sorunlarla sınırlı oluşudur. Burjuva yayıncılığının toplumsal ve siyasi
bakış açısı kesin bir biçimde tanımlanmıştır. Edebi ve sanatsal yargılar, bu
sınırlar içinde kaldığı sürece ve toplumsal sorunlarla sınıf savaşımını
yansıtmadığı sürece serbesttir.
Eleştiri yayıncılığında açıkça söylenmeden üzerinde anlaşılmış olan bu
önkoşula genellikle eleştirmenler beklenenden daha az direnç gösterirler.
Eleştirideki genel eğilim, edebi kuram ve edebiyat tarihi böylesi bir direnci
olanaksız kılar. Eleştirinin tüm toplumsal ve siyasi çıkarımlardan
“arındırılması”, doğrudan bir kapitalist baskı gereksinimini ortadan kaldırır.
Kapitalist sanat düşmanlığına karşı daha önce sözünü ettiğimiz estetik
protesto, edebiyat kuramında edebiyatın kendisinden daha ateşlidir ve daha
önemli sonuçlar elde etmiştir. Bu anlaşılır bir şeydir. Yazar, yaşamla doğrudan
yüz yüze gelir ve uygun koşullarda, üstelik kendi ideolojik amaçlarının aksine,
yaşamın gerçekçi bir temsiline zorlanır. Buna karşın edebiyat kuramcısı,
gerçeklikle bu kadar doğrudan ilişkiye girmez, gerçekçi bir tutum için kendini
zorlamaz. Bu dönemin önde gelen yazarları “sanat için sanat” akımına sıklıkla,
daha önce de belirttiğimiz gibi, kuramsal değerlendirmelerinde, edebiyat
uygulamalarına göre daha fazla destek belirtirler. Kuramcı ve eleştirmenler,
gerçekliğin yaratıcı biçimde temsil edilmesi baskısını doğrudan yaşamadıklarından
sanat için sanat’ın savunulmasında daha
etkindirler.
Sonuç olarak biz, sanat için sanat’ın belirlediğinden daha geniş bir alan
ile ilgileniyoruz. Edebiyat kuramcı ve tarihçilerinin edebiyat ve toplum
ilişkisinin incelenmesi ile ilgili oyundan ne derece caydıkları
uygulamalarından anlaşılabilir. Edebiyatın kendisi ile; tek tek yazarların,
çalışma ve eğilimlerin diğer yazarların çalışma veya eğilimlerine etkileri ile;
edebiyatla ilgili tema, örge ve tekniğin özerk bir biçimde ortaya çıktığı ve
geliştiğini gösteren etkili çalışma ve uygulamalar aracılığıyla; bir yazarın
yaratıcı süreçlerinin kendine özgülükleri ve edebiyat sorunları incelemeleri
için sözümona kaynak sağlayan doğrudan modellerin biyografik veri çözümlemeleri
ile edebiyattaki gelişmeleri yorumlamaları, bunun kanıtlarını oluşturur.
Böylesi ve buna benzer eğilimler (daha önce çok az sözünü ettik), edebiyat
kuramcıları ve tarihçileri için edebiyatın toplum yaşamıyla tüm gerçek
ilişkisini nasıl yitirdiğini gösterir. Onlar edebiyatı sınırlı, özerk bir alan
olarak görürler. Basitleştirerek söylersek edebiyat, kapitalist işbölümünün
belli yüzeysel olgularının yalnızca bir karikatürü ve çarpık bir yansıması
durumuna gelir. Edebiyattan yaşama tek geçit, tek tek yazarların psikolojik
biyografilerinin oluşturduğu daracık kapılardır.
Çöküş döneminde bile kimi eleştirmenler edebiyatı toplumla ilişkilendirmeye
ve onu toplumsal ilkelerle açıklamaya çalışırlar. Daha önce söz ettiğimiz bu
dönem edebiyatındaki toplumsal içerik sorunu ile yeniden karşılaşıyoruz:
yanıltma ve çarpıtma, yaratıcı yazarlığa göre eleştiride daha az engellenmiştir.
Bu dönemde nasıl bir toplumbilimin önem kazandığını anımsamak önemlidir:
ilkel toplumbilim. İlkel toplumbilimin yaygın yorumu çok dar sınırlar içinde
ele alınmaktadır. Marksizmi zayıflatma ve çarpıtma çabasını temsil etmekle
kalmaz, burjuvazinin çöküş döneminde toplumsal bilimlerde baskın akımdır. Marks
kendi döneminde, Ricardo okulunun ortadan kalkmasından sonra Klasik ekonominin
yerini ilkel ekonominin alacağını vurgulamıştı. Modern burjuva toplumbilimi,
aynı dönemde aynı gelişmenin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktı. İlkel toplumbilim
dar anlamda, toplumsal bilimler içinde özerk bir “uzmanlaşma”yı temsil eder. Tarih
ve ekonomi ile ilişkilerinden tamamen “bağımsızlaşmış”, gerçeklikten
kopmuş, ölü, soyut bir alan durumuna
gelmiştir. Comte’tan Pareto’ya burjuva toplumbiliminin temel doğrultusu, biçimsel
genellemelerin toplumsal olgulara soyut bir biçimde ve doğrudan uygulandığını örnekler.
Bu genellemeler de bilgiççe sınıflandırılarak şişirilmiş beylik sözlerden başka
bir şey değildir.
“Toplumbilimsel” edebiyat eleştirisinin toplumsal içyüzü daha da düşük bir
düzeyde, üstelik genel toplumbilimden daha soyut ve daha biçimseldir. Bu
yaklaşım, edebiyata toplumsal olmayan yaklaşımlar kadar estetik yalıtım uygular
ve onu yine toplumsal olmayan yaklaşımlar gibi soyut ve biçimsel olarak ele
almaya koyulur. İlkel toplumbilimin estetik biçimciliğe duyduğu sıklıkla
belirtilmiş yakın ilgi, Marksizmi çarpıtanlara özgü değildir. Tam tersine,
estetik biçimcilik eğilimi işçi hareketine burjuva edebiyat eleştirisinden
geçmiştir. Bu soyut, biçimsel toplumbilimsel genellemelerin organik olmayan,
doğrudan karışımı ve estetin edebi eserlere öznel yaklaşımı Taine, Guyau veya
Nietzsche’nin toplumbilim “klasikleri”nde tüm canlılığıyla bulunabilir.
Edebiyata toplumbilimsel yaklaşımın, estetik tutumun dar öznelliğinden
kaçınamayacağı açıktır. Bu yaklaşım tam tersine eleştiriyi bataklığın
derinliklerine çeker. Edebiyatta içeriği soyut toplumsal ve siyasal bakış
açıları ile değerlendirmek ve biçimi öznel bakış açısı ile değerlendirmek
konularında değişmeyen bir kararsızlık vardır. Bu kararsızlık ne gerçek bir
ilerlemenin ne de yapıcı bir evrimin göstergesidir. Eleştiride ilkeli bir
temelin yokluğu yalnızca güçlenmiştir; çünkü aşırı uçlar, basını ele geçirmiş
kapitalistlerin eleştiri üzerinde dolaylı ve güç farkedilen egemenliklerinin
kapısını açar.
İlk olarak, siyasal düşünceleri yüzeysel ve soyut olduğu için, dürüst ve
kendini edebiyata adamış eleştirmenler kendi kapitalist işverenleriyle uyumlu
bir politik noktaya kolayca gelebilirler ve işadamlarının amaçlarına gönüllü
hizmet edebilirler. İkinci olarak, toplumsal bunalımlarda, bütünlük göstermeyen
bu toplumsal ve siyasi tutumları, anlamlı bir direnişe temel oluşturamaz
(Dreyfus Davası ve Birinci Paylaşım Savaşı bunun örnekleridir). Üçüncü olarak
ve yürüttüğümüz tartışma açısından en önemlisi, bu eleştirmenlerin toplum
görüşleri, edebi eserlerin estetik değerlerini yargılayabilmeleri için onlara nesnel
bir çerçeve sağlamaz. Bu eleştirmen edebiyatı basitçe onun siyasi içeriğine
göre değerlendirip sanatsal kalitesini gözardı edebilir (Bu eleştiri biçimi,
yani bir yazarın siyasi tutumunu edebi önemiyle körü körüne özdeşleştirmek, emperyalist
dönemde radikal demokratik edebiyatın ve devrimci proloter edebiyatın sanatsal
gelişimini ağır bir biçimde engellemiştir. Bu, edebiyatı tüm estetik ve
ideolojik zenginliğinden koparmış, düşük sanatsal ve entelektüel düzeyinden
bağnazca memnun olması durumuna sürüklemiştir). Bundan farklı olarak, estetik
değerden siyasi içeriği tamamen çıkaran ikili bir yaklaşım içine girebilir (Bu
durum farklı şekillerde ortaya çıkabilir). Bunun sonucu şöyle bir biçimsel
yargıdır: “siyasi değil, siyasi açıdan geri kalmış, ama ne kadar sanatsal!”...
“sanatsal açıdan yetersiz- ama içerik, tutum onu çok önemli bir eser durumuna
getiriyor.” Sonuç böylelikle, sanatsal ölçüsü olmayan bir değerlendirmedir.
Yalnızca siyasi çıkarları temsil eder ve güncel edebiyat bakışının körce aşırı
veya değerinin altında değerlendirilmesine neden olur. Estetik bir disiplinle gizlenmiş
gerici ideolojinin görüşleri gözardı edilir, eleştirilmez (genel içeriğin
siyasi değerlendirmesi doğru olsa bile), dahası eleştirmen farkedemeden, bu
görüşler diğer ilerici ideolojilere ve sanata da bulaşabilir. Diğer yandan, çöküşün
güncel uygulamalarına karşı bir estetik teslimiyet de vardır. Bunun kaçınılmaz
karşılığı, önemli eserlerin, siyasi içerik ve edebi biçim arasındaki bu
“ilginç”, “avant-gard [öncü]” ikiliği göstermemesinden dolayı değerlerinin
düşürülmesidir.
Tutarlılık için bireysel çaba harcayan bazı çağdaş eleştirmenler bu ikiliği
ortadan kaldırmaya çalışırlar ve eklektik kalırlar. Yüzeysel bir beceriklilikle,
özel edebi akım tekniklerini o dönemde yaygın olan felsefi ilkelerle
ilişkilendirirler ve gelip geçici teknik deneyleri sanatsal ilkeler düzeyine yükseltirler.
Modern burjuva eleştirisinin temel bir zayıflığına geldik: tarihsel
değildir. Bu zayıflığın bilinçli bir tarihsellik karşıtlığı veya düzmece bir
tarihsellik olması önemli değildir.
Buraya kadar “avant-gard” eleştiride bu akımların nasıl ortaya çıktığını
inceledik. Şimdi birbirlerine şiddetle karşı çıkan estetik okulların toplumsal,
ideolojik ve estetik ilkelerinin altta yatan benzerliklerini göstermek
durumundayız (Elbette, yetenekli ve kendini adamış eleştirmenlerden söz
ediyoruz).
Soyut, yalıtılmış, tek taraflı aşırı- değer biçilmiş sanatsal yeniliklere
gönderme yapıyoruz. Yaşam diyalektiğinde yeninin eskiyle savaşımında
üstünlüğünü kabul ediyoruz. Bu savaşımı incelemek, edebiyat tarihi ve
eleştiride kesin olarak neyin yeni olduğunu ve ortaya çıktığını doğru bir
biçimde tanımlayabilmek için de bilimi yönlendireceğiz. Oysa neyin yeni ve
ilerici olduğunu belirlemek ancak tüm tarihsel süreci kavramakla, gerçekten
önemli dönüm noktalarını tanımakla olanaklıdır. Yaşamda en farklı eğilimler ve
olgular kesişir ve örtüşür. İlk bakışta şaşırtıcı ve çarpıcı görünenin
gerçekten yeni olmak zorunda olduğu yanılgısına düşülmemelidir.
1914 öncesi Sosyal Demokrat revizyonistler, “modası geçmiş” Marksizme karşı
“yeni”nin üstünlüğü sloganını savunmaya başladılar. Oysa gerçekte, yeni-
Kantçı, Machçı “yenilikler”e (sendika hareketinde Bergsoncu pragmatizm) karşı “ortodoks
[geleneksel]” Marksizmi korumak tam anlamıyla ilericiydi. Lenin, “modası
geçmiş” Marksizmin ana ilkeleri üzerinden kapitalizmin emperyalist döneminde
ortaya çıkan yeni ekonomik, siyasi ve kültürel olguları çözümlediğinde ve
devrimci işçi hareketi ile demokratik proloterya devriminin hazırlığı konusunda
ortaya attığı yeni görüşlerle, gerçekten yeni bir hareket başlatmıştır.
Edebi sorunlarda da tarihi somut biçimde kavramak, neyin gerçekten yeni ve
ilerici olduğunu saptamak için önkoşuldur. Oysa ne akademik edebiyat tarihinde
ne de “avant- gard” eleştiride somut bir tarihsel temel bulunur. Estetizm ve
ilkel toplumbilim (sözcüğün bizim kullandığımız geniş anlamında) tarihselliğin
ortadan kaldırılmasında eşit biçimde rol oynarlar. Akademik tutum, klasik
edebiyatın popüler köklerini ve ilerici niteliğini değerlendirmekte yetersiz
kalmaktadır. Klasik edebiyatın; önemli toplumsal konular, ulusal tarih, geçmiş,
günümüz ve gelecek açısından estetik sorunlarla ilişkisini de
görememektedirler. Dolayısıyla bu tutum klasik edebiyatı, yüzeysel anlatım
biçimlerini (örneğin “doğruluk”) ve içeriğin soyut önemsiz görünümlerini (“saf
sanat”, toplumsal gerçekliğin üzerine “yükseltme”, “tutuculuk”) yalıtlayarak, boş
bir kozaya dönüştürmektedir. Klasik edebiyatı sanatta gerçek anlamda herhangi
bir ilerlemenin önüne bir korkuluk olarak dikmektedirler.
“Avant-gard” eleştirmenler, klasik edebiyatın böyle bir karikatürüne karşı
çıkmakta ve yeni olan herhangi bir şeyi durdurmaya çalışmakta haklı olsalar da,
akademisyenlerin soyut tarihsellik karşıtlığının çarpıklığını aşamazlar. Onlar
da tarihe en az akademisyenlerinki kadar soyut bir çarpıklık getirirler. Bu
görüş akademik yanlışı tersine çevirir: akademik edebiyat tarihi, klasik
edebiyatı fetişleştirir; “avant-gard” edebiyat kuramı “yeni” sloganını aynı
amaç için kullanır. Akademik uç sanatın bugününü ve geleceğini, öteki uç ise
geçmişi tanımaz. “Avant-gard” eleştirmenler, yazma teknikleri konusunda başarı
kabul edilen her gelişmede “edebiyatta devrim”den söz ederler ve “modası
geçmiş” her şeyin çöp sepetine atılması gerektiğini duyururlar.
Her iki uçtaki tarihsellik karşıtlığı, görüşlerini “tarihsel” bir temele
getirdiklerinde belirginleşir. İki keskin karşıtın temel yöntembilimlerinde uyuştuklarını
fark etmek aydınlatıcıdır.
İlk olarak, her ikisi de edebiyatı toplumsal gelişmelerden koparırlar veya
onu toplumsal gelişmelerle ancak tarihsel olmayan ve soyut görüşler
aracılığıyla bağlantılandırırlar (çevre ve iklimden ilkel toplumbilimin sınıf
ve ulus kavramlarına kadar).
İkinci olarak, genel gelişmedeki süreklilik (çelişkilerle doludur ve
sıçramalarla ilerler) bozulmuştur. Yöntembilimsel açıdan birinin “Goethe’nin
ölümünden sonra gerçek sanat sona ermiştir.” demesiyle “Doğalcılık (veya izlenimcilik,
dışavurumculuk veya gerçeküstücülük) ile birlikte tamamen yeni bir sanat
başlamıştır.” demesi arasında bir fark yoktur. Tek başına farklılıkların tek
taraflı ve soyut bir biçimde vurgulanması; gelişmenin yeni bir aşamasının “kendisinden
önce gelenlerden tamamen farklı bir şey” sözcükleriyle karakterize edilmesi;
eskinin ortadan kaldırılmasında biçimlerin çok yönlü değişkenliğinde görülen
eski ile yeni arasındaki dinamik diyalektiğin gözardı edilmesi, her zaman için,
yeni ve tarihsel açıdan belirleyici olanı kaçırmak ve yüzeysel (teknik,
psikolojik) özellikleri merkezi kategori düzeyine çıkarmak demektir.
Üçüncü olarak, her iki uç tarihsel ve toplumsal olmayan görüşlerini, temel
eleştirel terminolojilerini biyoloji ve psikolojiden alarak gösterirler. Bu
terimleri biçimsel soyutlamalara genişletir, şişirir, genelleştirirler ve
onları, çökmekte olan kapitalizmin yüzeyel olgularına eleştirel olmayan bir
biçimde uygularlar. Akademisyenler, “yaşlanma”, “yorulma”, “tükenme” gibi
eleştirel olmayan antropolojik kavramlar, “avant- gard” eleştirmenler ise
genellikle “gençliğin ayrıcalığı”, “yeni uyaranlar”ın zorunluluğu gibi terimler
kullanırlar. Genel gidiş bu olsa da birçok “radikal yenilikçi”, savlarını günümüz
kültürünün biyolojik, psikolojik veya mistik “yaşlanma”sı ile temellendirir. Dışavurumculuğun
ideoloğu Worringer’in “empati”nin aksine, soyut sanata temel oluşturan
“evrensel korku”sunu veya etkisi devam eden Spengler’in kuramlarını anımsamak
yeterlidir.
Kendine özgü yanlışlığını ortaya çıkarmak için değil ama onu üreten
gerekçeleri bulmak için mistik psikolojizm araştırılacak olursa, bu iki karşıt
akımın ortak yöntembilimi daha açık bir biçimde ortaya çıkar. Duyarsızlaşma ve
aşırı uyarılma, bıkkın kayıtsızlık ve yeni duygular peşinde koşma isteği, günlük
iş yaşamını donuk kabullenmişlik ve denetlenemez, öngörülemez ekonomik
baskılara karşı yüzde panik görünümü: bu ve benzeri tepkiler kapitalizmin
tekeli altındaki yaşamın ortak temellerinden kaynak alır. Bunlar aynı
bireylerde eşzamanlı veya farklı zamanlarda gelişir. Aslında benzer ve birörnek
olan bu tipik olguların görünüşteki sınırsız farklılıkları, karmaşık sınıf
ayırımının ve sınıf kavgasının hızlı dönüşümlerinin göstergesidir, farklı
bireylerde farklı tepkiler uyandırır.
Bu tartışmada ortaya çıktı ki en üstün irade ve inanç ile bile bugün birçok
eleştirmen ve edebiyat uzmanı, kendi sınıflarının yürüttüğü siyasete karşı ancak
zayıf ve ikircikli bir savunma oluşturabiliyorlar. Şiddetlendirilmiş baskıların
ve yalnızca estetik değerlendirmelerde bile edebiyat için nesnel değerlendirme
yapmayı kendilerinin reddetmiş olmalarının kaçınılmaz sonucu anarşidir. Bu,
düşüncelerin anarşisidir, herkesin tek başına olduğu bir savaş, ideolojik bir
kaostur. Yinelemek zorundayız, bu durum, yaratıcı yazar ve eleştirmenlerden
oluşan büyük bir kitlenin genel kapitalist yozlaşmasının sonucudur.
Böylesi toplumsal ve ideolojik koşullarda yazarla eleştirmen ilişkisi nasıl
normal olabilir? Birkaç şanslı dışında herbiri, karşı kamptaki kitleyi, küçümsedikleri
düşmanlar olarak değerlendirmek zorundadırlar. Yazar için “iyi” eleştirmen, onu
öven ve rakibine saldırandır. “Kötü” eleştirmen ise kendisini eleştiren veya rakibini
yüceltendir. Eleştirmen için edebiyat kitlesinin büyük bölümünü, büyük çaba
harcamayı ve acı çekmeyi gerektiren geçim kazanma sıkıntısı oluşturur. Gerçek
bir ölçütün bulunmadığı bu ortamda, kapitalist işverenin siyasi ve ekonomik
baskı uyguladığı, alışılmışlığın, sansasyonların, sürekli ekonomik ve ahlaki
yıkım tehditi içeren anlamsız rekabetin egemen olduğu koşullarda, dışardan
gelenin estetik ve ahlaki düzeyini küçük gören ilkesiz hizipler ortaya çıkar
(Yazar ve eleştirmenler arasındaki birkaç ayrıksı genel durumu değiştirmez).
Bugünkü kapitalist dünyada yazar ve eleştirmen ilişkisi neye benzer? Uzun
zaman önce yazar ve eleştirmenler hakkında özellikle düşünmeden Heine,
öngörmüş:
Arasıra anladınız beni,
Ve arasıra anladım sizi,
Ne zaman pisliğe bulandık,
Çok iyi anladık birbirimizi.
III
Şimdi, yazarlığın uzmanlaşma durumuna gelmesinden önceki önemli yazarların
baskın tipini inceleyelim. İlk göze çarpan, bu yazarların büyük çoğunluğunun,
estetik ve eleştiri tarihinde önemli bir yer kapladığıdır. Yalnızca akla ilk
gelen Lessing, Goethe, Schiller, Puşkin veya Gorki gibi önemli kişilerden söz etmiyoruz.
Tam anlamıyla eleştirel eser üretmemiş olan büyük yazarları değerlendirelim.
Hamlet’in oyunculara konuşmasını ve daha sonra gelen Hecuba monoloğunu
(dramatik ve şiirsel önemlerinin dışında), bir de bu dramanın estetiği ve hatta
sanat-gerçeklik ilişkisi üzerine olağanüstü yoğun kuramsal çalışmaları
değerlendirin. Tarihte daha geriye, Aristophanes’in Kurbağalar’ındaki Aeschylus
ve Euripides arasındaki tartışmaya gidebiliriz. Doğrudan komik etkisi dışında, trajik
dönemin sona erdiği dönemde Yunan tragedyasının bozulmasına neden olan
toplumsal, ahlaki ve estetik faktörlerin keskin bir çözümlemesini yapmıyor mu?
Edebiyat bağlamında böylesi edebi eleştirilerin örnekleri sayılamayacak
kadar çoktur. Edebiyat alanına etkileri ve kuramsal anlayış bakımından bu
organik birliğin mükemmel örnekleri Goethe’nin Wilhelm Meister adlı eserindeki Hamlet tartışmalarından Balzac’a ve
oradan da Tolstoy ve Gorki’ye kadar uzanan kesintisiz bir zincir oluşturur. Bu
başarılar “eski” tip yazarı değerlendirme ve tanımlamada abartı sayılamaz. Bu
çığır açıcı kişiliklerin edebi görkemleri büyük oranda filozof yönlerinde
yatar. Dönemlerinin bütün önemli kültürel sorunlarını kendi çabalarıyla ve
dikkatlice inceledikleri için gerçekliğin çok yönlü aynası olabilmişler ve
çağlarını tüm görünüşleriyle yansıtabilmişlerdir.
Bu bakış açısıyla, onların edebiyat ve sanat sorunları ile ilgili özgün ve
derin düşünceleri; gerçeklik üzerinde entelektüel egemenliklerinin bir yönü,
gerçekliğin doğru ve yeterli bir temsili için önkoşul olarak görülür. Yaşam
deneyiminde yoksullaşma, yazarların özgün felsefi hazırlıklarından ve kişisel
deneyimlerinden kendi çabalarıyla oluşturacakları derin ve kapsamlı bir dünya
görüşünün kısıtlılığı ve önemsizliği, daha sonraki “uzman” yazarlarda
rastladığımız özelliklerdir. Bu özellikler de kendini bu yazarların karakter
yaratmadaki düşük sanatsal düzeylerinde gösterir. Paul Lafarge edebiyattaki bu
değişime Balzac ile Zola’yı karşılaştırırken dikkat çeker (ki bir düşünür ve
yaratıcı bir sanatçı olarak Zola, emperyalizm dönemindeki ardıllarının yanında
bir devdir). Geçmişin büyük yazarları edebiyat ve sanatı, insanın toplumsal ve
ahlaki varoluşu ile dinamik bir ilişki içinde olan önemli bir toplumsal olgu
olarak incelemişlerdir. Sanatın yaşamla ilişkisini kusursuz biçimde kavramak;
ayrıntılı, kesin ve açık karakter yaratmada temel oluşturur. Bu incelemeler
asla geçmiş dönem edebiyatına özel olmadılar. Bir yazarın, süregiden bir
çalışmada doğru bilgiye gereksinim duyduğu için özel bir bilim dalında
araştırma yapması zamanımızın bir “başarı”sıdır. Geçmişin yazarı, yaratımını
zengin bir yaşamın deposundan çıkardı. Yapabileceği herhangi bir ön hazırlık yalnızca
çalışmasını genişletecek özel ayrıntıları elde etmeye yönelikti.
Bir yazarın çalışmasının yönü ve dolayısıyla içeriği ve konusu temelden
farklıydı. Geçmişin yazarları, temaları üzerine derin bir araştırmaya
yoğunlaştılar ve kavrayışı genişletmeyi ve derinleştirmeyi amaçladılar. Elde
hazır bekleyen ivedi bir iş için bir deneyim alanında uzmanlaşmayı amaçlayan, o
alanın yalnızca önceden tanımladıkları tematik materyalle doğrudan ilişkili
yönleriyle ilgilenen yazarlar ise, tek-yönlü, eksik ve yüzeysel gözlemlerle
tatmin oldular.
Tartışmamızın şu ana kadarki bölümünde edebiyatın geçmişteki yazarlar için
nasıl olup da sevilen bir araştırma konusu durumuna geldiğini incelemedik.
Kavrayışlarının genel yüksek ideolojik düzeyini ortaya koyduk. Onlar edebiyatı
değerlendirirken de bu yüksek düzeyi korudular. Önemli yazarların estetik
sorunları ciddi, kusursuz nesnel biçimde ele alabilmelerinin, zorunlu ve yaşamsal
bir biçimde yaratıcı çalışmalarının açıkgörüşlülüğüne nasıl bağlı olduğunu gösterebilmek
için tartışmamıza bu gözlemlerle başlamalıyız. Hamlet veya Wilhelm Meister gibi
önemli kişilikler, ancak yaratıcıları onları karakter olarak yaşatabilecek
sorunlar konusunda uzmanlaşmışsa ve onların yalnızca biyolojik, psikolojik,
toplumsal ve ahlaki niteliklerini değil entelektüel kimliklerini de tam ve duyarlı
bir biçimde betimleyebilecek donanımdaysa çokboyutluluk ve poetik derinlik kazanabilirler.
Balzac, Frenhofer veya Gambara’nın temsillerinde sanatın temel sorunlarına egemenliğini
gösterir. Bu beceri Gobsec veya Nucingen’in temsillerinde de başarı sağlar.
Genel içerik ve karakterlerin biçimlendirilmesinden söz ettiğimiz sürece,
büyük yazar ve büyük eleştirmenin işbirliği, sanatçının ideolojik düzeyi ile
ilgili genel sorunun yalnızca bir yönünü oluşturur.
Eleştirel etkinliği dar ve kısıtlı anlamda, Diderot veya Lessing, Goethe
veya Schiller gibi kişiliklerle birlikte ele alırsak bu işbirliğinin etkileri
heryerde açığa çıkar. Burada aynı derecede çarpıcı olan ilginin evrenselliği ve
nesnellik tutkusudur. İlki hakkında uzun uzun konuşmaya gerek yok. Diderot ve
Schiller felsefe tarihinde önemli roller oynayan düşünürlerdi. Darwin’in öncülü
olarak Goethe’nin, İncil eleştirisinin başlatıcısı Lessing’in önemleri iyi
bilinmektedir. Bu büyük yazar-eleştirmenler bir an bile tek başına edebiyat
uzmanı olmadılar. Edebiyatı her zaman dönemlerinin toplumsal ve kültürel
yaşamlarının en önemli sorunları ile en geniş bir ilişki içinde
değerlendirdiler. Estetikle ilgili özel sorularını bu çerçevede ortaya attılar.
Sanatın doğası ve özel somut sanatsal sorunlarla ilgili araştırmalarını
dönemlerinin toplumsal ve kültürel yaşamının en baskın ve en temel sorunlarıyla
ilişkilendirmeye çalıştılar.
Bugün onların nesnellik tutkularını anlamak daha zordur. Bu uğurda harcanan
çabayı tüm yönleri ile kavrayabilmek için, kurallara uygun bağımsız eleştiri
yazmamış ancak kendi çalışmalarını savunmak için ve kendi yaratıcı pratiklerini
açığa kavuşturma araştırmalarının bir parçası olarak edebiyat gözlemleri yapmış
yazar tipinin temsilcilerini inceleyebiliriz. Bu bakış açısından Corneille,
Racine, Alfieri veya Manzoni’nin klasik
trajedi karşıtı manifestolarının önsözlerini; Fielding’in romanlarındaki,
Puşkin’in notlarındaki, dahası geçiş dönemi yazarlarından Hebbel’in not
defterlerindeki, Gottfried Keller’in mektuplarındaki ve Otto Ludwig’in drama ve
epik üzerine denemelerindeki yorumları değerlendirebiliriz.
Her yazarda kalkış noktası anlaşılır bir şekilde ve neyse ki kendi çalışmalarıdır,
çünkü yazarların yaratıcı sürecin en ince sorunlarıyla çok yakın ilişkileri bu
gözlemleri, sordukları somut sorular ve ulaştıkları çözümler açısından eşsiz
biçimde değerli kılar. Yine de kendi çalışmalarıyla ilgili sorun, yalnızca
kalkış noktasını ve sanatsal araştırmanın temelini sağlar. Farklılıklarına ve
sıklıkla birbirlerine düşmanlıklarına karşın tüm bu çabalar, nesnel gerçeklik
arayışını temsil eder. İçerik, ideoloji ve yöntemleri farklı olsa da hepsi şu
soruyu sorar: benim yaratıcı çabamda nesnel geçerliği olan nedir? Bir yazar
olarak en yoğun uğraştığım bu şey sanatsal biçimin nesnel yasalarına nasıl
dökülür? Öznelliğimi ve sanatsal bireyselliğimi sanatın bu nesnel
gerekliliklerine ve insanda gösterilmeyi bilinçsizce gerektiren nesnel
toplumsal akımlara yönelik nasıl disipline edebilirim?
Zengin deneyim ve sanatsal disiplin tutkusuyla birlikte giden nesnellik
çabası; öncü yazarların yaratıcı etkinliklerinin, kapitalizm altında oluşturulan
teknik uzmanlaşma öncesi ve sonrasında ayırdedici özellikleridir. Manzoni,
Flaubert’in yaptığı gibi, kendi yaratıcı pratiğinin özel sorunlarıyla ilgili
araştırmasına başladı (yeni yönelimin en derinlikli ve önemli yazarına gönderme
yapmak için). Her iki yazar da, yazdıkları ve yaşadıkları çağın özel bir
döneminin, çalışmaları için hangi özel sorunları ortaya çıkardığını, bir
sanatçı olarak bu sorunları ele alabilmek için entelektüel ve sanatsal açıdan
kendilerini nasıl hazırladıklarını tanımlamaya çalıştılar.
Manzoni kendi yaratıcı çalışmalarının özel sorunlarıyla ilgili bu öznel
araştırmanın ötesine geçerek kesin nesnel soruna ulaşmıştır: tarihin edebiyatta
temsili sorunu. Bu sorun, yeni bir tarihsel anlayışın ve tarihin edebiyatta
temsili isteğinin gelişmiş olduğu Fransız Devrimi ve Napolyon sonrası dönemin ideolojik
gereksinimlerinden ortaya çıkan bir sorundu. İtalyan halkının bu dönemde ortaya
çıkan ateşli ulusal birleşme isteği, ulusal geçmişin trajik dönüm noktalarını
yansıtma zorunluluğu getirdi. Bu betimleme o kadar dramatik olacaktı ki ulusun
siyasi açıdan küçük bağımsız devletlere bölünmesinin toplumsal ve kişisel
etkenlerini ulus kavrayacaktı ve İtalyan halkı ulusal geçmişinin trajik
derslerini öğrenecek, gelecekteki savaşlar için bunlardan güç toplayacaktı.
Manzoni, Corneille’den Alfieri’ye kadar ortaçağ şövalye efsane edebiyatıyla
gelişen dramatik biçimin, yeni tarihsel duyarlığın zengince geliştirilmiş
karakterlerin mücadeleleri aracılığıyla yeterli sanatsal dillendirilmesi için çok
sınırlı ve çok genel olduğunu fark etti. Bunun üzerine tragedie classique’e savaş ilan etti. Manzoni’nin araştırması kendi
özel yaratıcı mücadelesinden kaynak alsa da büyük toplumsal ve estetik önem
taşıyan kapsamlı sorunlar ile genişledi. Klasik trajedide karakterleştirme, olay
örgüsü ve tarihin temsili ile ilgili eleştirilerinde açıktır ki Manzoni aslında
eski dramayı, döneminde gereksinim duyulduğunu düşündüğü, yurtsever duyarlık
uyandıracak güçlü, popüler, ideal drama bakımından değerlendirmiştir.
Flaubert’in estetik sorunlarla ilgili değerlendirmeleri tamamen farklı bir
yöndedir. Kapitalist toplumun sanatsal açıdan elverişsiz ortamına karşı
mücadeleler, burjuva yaşam biçiminin estetik ve ahlaksal çirkinliği, bütünlükçü
sanatçının kapitalizm altındaki zorunlu yalıtılmışlığı ile ilgili yetenekli bir
yazarın trajik, estetik, topluma işleyen yargılarıdır bunlar. Kesinlikle
Flaubert’in incelemelerinin değerini küçümsemeye çalışmıyoruz. Modern
sanatçının toplumsal, psikolojik, ahlaki ve estetik sorunlarını kavramak
isteyen biri, bu konuları Flaubert’in mektuplarından daha iyi açıklayan belge
bulamaz. Onlar, dahası, yaratıcı sürecin bireysel yönleri ve yaratımın belli
teknik sorunları- dil, düzyazıda ahenk, imge- ile ilgili duyarlı gözlemler ve
kavrayış, yazarların bireysel tarzlarıyla ilgili yorumlarla dopdoludur. Yine de
temel doğrultu ve yaklaşım, özellikle Flaubert kendi keskin yaratım sorunlarına
bakarken, özneldir. Toplumsal bir bakış açısıyla, onun yargıları, yazarın
kapitalist düzendeki yalıtılmışlığından keskin bir alaysıyla yakınma düzeyinde
kalır. Bu yakınmalar en fazla, hayranlık uyandıran anarşist paradokslar
düzeyine yükselir. Yine de onun mektuplarında eleştirel okuru çarpan, kışkırtıcı
ve zengin içerikli olmasına karşın hiçbir estetik değerlendirmesinin edebiyatın
temel sorunlarını ortaya koymamasıdır. Uyum sağlanamaz yeni yaşam deneyimleri
ve halka ulaşmada yeni olasılıklar karşısında modern romanda olay örgüsü,
karakterleştirme, kompozisyon ve temada ne gibi değişiklikler meydana
gelmiştir? Yazım teknikleriyle ilgili hangi temel sorunlar ortaya çıkmıştır?
Flaubert’in yeni sorunları ele almadaki kişisel çabaları, geçmişin epik teknik
ilkelerinde nasıl değişikliklere yol açmıştır? Çözüme yönelik bu çabaları hangi
ölçüde yalnızca kendi kişisel girişimleridir veya anlatı için ne derece yol
gösterici öneriler sunmaktadır? Flaubert’in yazılarında bütün bu sorulara açık
bir yanıt bulamadığımız gibi, ilkesel sorunları ortaya koyma çabası da
görmüyoruz. Salammbo’nun yayınlanması
sonrası Flaubert’le eleştirmen Sainte-Beuve arasında ortaya çıkan tartışma
aydınlatıcı ve karakteristiktir. Sainte-Beuve’nin, temel estetik sorunları kavrayışı
Flaubert’inki kadar derin olmasa da, büyük romancıyla karşılaştırıldığında
tarihi romanla ilgili çok daha önemli sorular ortaya atmıştır. Flaubert bunları
sanatla ilgili öznel, teknik yorumlarla yanıtlamıştır.
Schiller’in “Doğal ve Duygusal Şiir Üzerine” adlı denemesinde de kalkış
noktası öznel ve dahası otobiyografiktir. Goethe ve Schiller arasındaki
kuramsal uyuşmazlığın kişiliklerindeki farklılıktan köken aldığı ve Schiller’in
bu denemeyi Goethe’ninkine karşı kendi yaratım yöntemini savunmak üzere yazdığı
Alman edebiyat tarihinin beylik savlarındandır. Derin kişisel güdülenmeye karşın
bu araştırma nereye kadar uzanır? Modern ve antik sanat arasındaki temel fark
ile ilgili bir kuram geliştirir. Bu kuram, antik ve modern sanat arasında temel
biçim sorunlarının belirleyici farklılıklarına estetik bir açıklama getirir. Ayrıca
bu estetik karşıtlıkları, antik ve modern toplum arasında, yaşamsal sorunlara
yaklaşımda farklılıklar yaratan ayrımlar bağlamında berraklaştırır. Schiller,
yaşamsal kişisel önem taşıyan bir sorunu incelemeye başlar. Aradığı yanıtı bir
sanat felsefesi tarihi özetinde bulur. Bu çalışma, estetiğe yeni bir doğrultu
kazandırır ve Hegel’in dizgesel tarihi ve kuramsal başarılarının öncülü olur.
Üstün yazarların bu türden eleştirel başarılarının karakteristik yanı, tüm
farklılıklarına karşın, sanatın tüm özel sorunlarında sanatsal somutlaştırmayı
edebi biçimin genel kurallarıyla bütünleştirmelerinin yanı sıra sanatın
toplumsal gerekliliğini biçimin en gizli kalmış sorunlarıyla
birleştirmeleridir. Dolayısıyla, yazar-eleştirmenlerin birçok eleştirel çözümlemelerinde
tür sorunlarıyla ilgilenmeleri şaşırtıcı değildir. Tür kuramı, temel estetik
sorunların genel felsefi açıklamaları ile yazarın kişisel bir çalışmada
gerçekliği temsil etme biçimini yetkinleştirme çabaları arasında kavramsal
geçiş sağlayan yaklaşık bir orta alan kazandırır. Tür kuramı, nesnellik yanı
sıra bireysel çalışmalar ve her yazarın bireysel yaratıcı süreci için nesnel ölçütler
alanı kazandırır.
Sanatının bilincinde olan bir yazarı, bu bileşime yönelik tutumları kadar
hiçbir şey karakterize edemez. Kapitalist cahilliğe ideolojik teslimiyet,
türlerle ilişkili olarak kendini
nihilizmde gösterir. Kapitalist yaşamın su yüzüne çıkmış görünümündeki kargaşa,
insan ilişkilerinin fetişleşmesi, edebi üretim biçimleri üzerinde halk
tepkisinin belirleyici etkisinin ortadan kalkması gibi durumlara karşı modern
yazarların büyük çoğunluğu artık direnç göstermiyorlar. Bu koşulları (kimileyin
dişlerini gıcırdatsalar da) oldukları gibi kabul ediyorlar. Daha da ötesi,
birçoğu, kapitalist yaşamın yoğun insanlık dışılığının yeni göstergelerini,
“radikal yeni” sanata temel kazandıran “yepyeni bir uyaran” olarak sevinçle karşılıyor.
Bu nedenle, bilinçli veya bilinçsiz, edebi biçimin çözünmesini ve türlerin
karışmasını hızlandırırlar.
Modern yazar bu yolla gizilgüç kitlesine yabancılaştığını ve sıradan okuru
küçümsediğini gösterir. İki uç konum, topluma karşı tutumlarıyla birbirine
yaklaşır. Yazar bir yandan, içeriğinin sanatsal dillendirilmesine yönelik bir
düşünce ileri sürmez ve basitçe, içeriğin kendisinin doğrudan etkisine bel
bağlar veya belki de gerilim yaratmak için düzmece etkilerle oynar. Diğer
yandan da yalnızca sözcük kullanımında ustalık veya teknik yeniliklerle
ilgilenir. Her iki durumda da apaçık çelişkiyi belirginleştiren sanatsal ve
toplumsal bir nihilizm, halkın düşüncesinin reddidir. Böyle bir tutum, farklı
biçimlerde ve farklı şiddette ortaya çıkar. Edebi misyonerliğin fanatik
çileciliğinden, çalakalem yazılanlara karşı tam bir alaycılığa uzanabilir. Daha
da ötesi, halka kendi gizli edebi zorlamalarını anlama şansı vermediği gibi
böyle bir olasılığı bile reddeden uzman edebiyatçı estetin kuşkuculuğu da bu
kapsamdadır.
Buna karşıt olarak, büyük yazar-eleştirmenler türle ilgili sorunlara büyük
ilgi gösteriyorlardı, çünkü onlar güçlü sanatın halk üzerinde süregiden
etkisinden emindiler. Bügünün ve geleceğin okurunun değer yargılarına saygı
göstererek kararlı bir biçimde, içeriğine uygun biçimi aradılar.
Hiç kuşku yok ki biz yalnızca bu öncül gözlemlerle türlerin felsefe ve
estetiğinin nasıl dallanıp budaklandığını gösterdik. Anlatımın özel uygun biçimlerini
araştırma çabası, anlambilime saplanıp kalabilir veya sanatın temel
sorunlarının ve sanat gerçeklik ilişkisinin bir çözümlemesine yükselebilir. Bu
ikinci durum klasik yazar-eleştirmenlerin tutumudur. Onlar, edebi anlatım
biçimlerindeki farklılığın rastlantısal veya geçici bir heves olmadığını
kavramışlardı. Tam aksine, biçimler yaşam koşulları ve insan ilişkilerinin
özel, süregiden yöntemlerini kapsar. Bu koşulları ve ilişkileri yöneten
ilkeleri araştırmak ve temalarının tüm gizilgücünün nasıl açığa çıkacağını
belirlemek için bu ilkeler ışığında temalarını değerlendirmek amacıyla yola
çıkan yazar-eleştirmenler çok farklı doğrultulara yönelebilirler. Yine de
ulaştıkları yer her zaman bir nesnel gerçeklik ve sanat ile yaşam ilişkisi
araştırmasıdır.
Öncelikle temsil edilecek yaşam malzemesi nesnelleştirilir. İçeriği
zihninde tartan yazar, onu basitçe yakın dönem yaşam deneyiminden veya güncel
yaşantılardan almaz. Onun yerine bu deneyimdeki temel içeriği, gerçekliğin bu
yönünü araştırır. Daha sonra, bu malzemenin gizilgücünün tam olarak
incelenebilmesi ve açığa çıkarılabilmesi için olay örgüsü kurulmaya çalışılır. Yaratıcı
çalışmanın bu aşamasında yazar, türlerle ilgili yönlendirici ilkelerle karşı
karşıya gelir. Malzemesiyle ilgili sanatsal sorunları araştırırken sanatçı belli
bazı biçimlerin o özel içeriğe uygun olup olmadığını anlar. Örneğin dramatik biçim
belli bir içeriği sergilemek için uygundur ancak diğer bir içerik için olay
örgüsünün akışını kısıtlar. Bunun ikisi de rastlantısal değildir. Tek bir tür
için kuralların araştırılması yalnızca estetik açıdan değil (içerik ve biçim
arasındaki diyalektiği yönlendiren ilkeleri açığa çıkararak; ki bu diyalektik, yazarın
bilinçli çabasından bağımsız olarak sanatsal bir çalışmanın başarı ve
başarısızlığını belirler), kişisel ve toplumsal açılardan da nesnelliğe
yönlendirir. Sanatçı ne kadar derin araştırırsa, tek tek türlerin temellendiği
toplumsal ve insani yapıları o kadar açıklıkla sunar.
Böylesi araştırmalar yalnızca soyut gibi görünür (özellikle güncel
önyargılar ve öznel doğrudanlık modalarının etkileriyle). Böylesi apaçık soyut
araştırmalar yoluyla sanatçı, tarihselle somut bir biçimde ilişkili olanı,
gerçek tarihsel anlamda “gündemde olanı” (Goethe) ortaya çıkarır. Hamburgische Dramaturgie’deki ilkesel
sorunlar buna örnek olarak verilebilir. Lessing’in estetik ve kuramsal
kavgalarının amacının Almanya’nın demokratik bir temelde bütünleşmesi ve
yarı-feodal, parçalı eyaletler mutlakiyet yönetiminin parçalanması olduğu kabul
edilir. Tragedie classique’e karşı
yıkıcı eleştirisi, onyedi ve onsekizinci yüzyılların Fransız yanlış
yorumlanmasına karşı yürüttüğü polemikte Aristoteles’i doğru yorumlayışı ve
Yunanlıları, Shakespeare’i ve Diderot’u şiddetle savunması hep bu tek amacına
yöneliktir.
Kavrayışı ve incelemeleriyle dramanın temel kurallarını keşfetti. Araştırmalarıyla
nesnel estetik doğruyu bulmaya kararlıydı. Yazar- eleştirmen Lessing, bir yazar
olarak, burjuva yaşamdaki trajedi ve komediyi Sophocles ve Shakespeare’in daha
önceki toplumlarda gösterdiği dramatik güçle yansıtacak bir burjuva draması
yaratmayı amaçladı. Bir eleştirmen olarak ise Diderot’nun deneylerini coşku ile
karşıladı, bir yandan da Diderot’nun yapıtlarında çözülmemiş sorunları saptadı.
Bütün bu kuramsal ve yaratıcı çabaların kesiştiği noktayı ararken yazar-
eleştirmen Lessing, tarihsel ve toplumsal koşullara bağımlı farklılıkların
üstünde ve ötesinde, bir tür olarak tragedyanın temel bütünlüğünü kavradı.
Sophocles ve Shakespeare’in kullandıkları biçimdeki temel benzerliği
tanımlaması, büyük yazar ve eleştirmene borçlu olduğumuz keskin estetik
kavrayışlardan biridir. Öyle ki bu kavrayış Schiller’in antik ve modern sanat
ayırımında olduğu gibi derin ve etkileyicidir. Her iki olguda da sorunlar
ortaya konmuş ve çözümlere, kişisel edebi uygulamaların ivedi sorunlarıyla
ilişki kurularak ulaşılmıştır. İvedi sorunların çözümü, kişisel ve öznelin
ötesinde sanatın sanat olarak nesnelliği ve toplumsal varlığın bir öğesi olarak
araştırılmasını gerektirmiştir. Bu araştırmaları, tek başına kişisel
sorun-çözücülüğün üstüne çıkarmak yaratıcı kişilik için güç ve iç zenginlik
gerektirir. Günümüzde, yaratıcı çalışma sürecinde öznelliğin öneminin abartılması,
öncelikle yazarların birey olarak ruhsuzluk ve güçsüzlüklerinden kaynaklanır. Yazarlar
birbirlerinden basitçe, kendiliğinden ortaya çıkan (hemen tamamen fizyolojik ve
psikolojik) garip kişilik özellikleri veya yapay biçimde oluşturulmuş kişisel biçimler
ile ayrıldıkları ölçüde; düşük düzeydeki dünya görüşünün, doğrudan kişiselin
ötesinde bir genişlemenin, “kişilikler”in tamamen ortadan kalkmasına yol açması
tehlikesini doğurur. Böylelikle büyük ağırlık yazarın yeteneği ile eşit önemde
olan, basit ve doğrudan öznelliğe verilecektir.
Yazar-eleştirmenler, kişilik ve yeteneği bağış olarak kabul ederler ve
onlarla ilgili tek kelime etmezler. Herhangi birinin yokluğu küçük düşürücü bir
alayın konusu olabilir. Onlara göre incelemeye değer olan, kişilik ve yeteneğin
nesnel dünyanın sorunlarını ele almada nasıl kullanıldığıdır. Bugün sanatsal
kişilik olarak adlandırılana Goethe, “tavır” demiştir. Bu terimden o, yinelenen,
belirgin kişilik özelliklerini, henüz temayı kavrayacak düzeyde disipline
olmamış ama yüzeyel de olsa esere belli bir üstünlük katan özgün yetenek
ögelerini anlar. Sanatta, gerçek yaratımda yaratıcı bireyselliğin büyük
ilerlemesine Goethe “biçem” demiştir. Bu terim, sanat yapıtının, yalnızca
yaratıcısı için kişisel olandan ayrılmasını ve yapıtta temsil edilen
gerçekliğin bağımsız varlığını, sırf doğal öznelliğin (dahası yapay bir biçimde
oluşturulmuş öznelliğin) gerçek sanatın normal nesnelliğine soğrulmasını belirtir.
Goethe, ortaya çıkan çatışkının sanat için yaşamsal önemde bir çelişki olduğunu
biliyordu: yalnızca doğuştan gelen veya yapay biçimde oluşturulmuş öznelliğin
boyun eğdirilmesiyle sanatçının gerçek kişiliği -sanatçının yanı sıra insanın
kişiliği- tam anlamıyla ortaya çıkar.
IV
Yazar-eleştirmen dışında estetik tarihine yalnızca tek bir eleştirmen tipi
önemli katkılarda bulunmuştur: filozof eleştirmen.
Bu tipi anlayabilmek için, yazar-eleştirmeni araştırırken yapmak zorunda
olduğumuz gibi, son onyılın burjuva dünyasını ve onun tüm önyargılarını bırakmalıyız.
Kapitalizmin reddinde filozof da “uzman” durumuna gelir. Bu, epistemoloji gibi
dar bir alan veya başlığı her ne ise, mantık, felsefe tarihi, etik, estetik
veya burjuva felsefesinin kısıtlı bir diğer alanıdır. Araştırmamızda bu türden
filozoflarla ilgilenmeyeceğiz. Bu yargıyı taşıyan hiçkimse, bir Husserl veya
Rickert’in (Dessoir olarak çağırıldığında ve estetik “uzman”ı olarak
değerlendirildiğinde bile) sanat kuramına anlamlı herhangi bir şey kattığını
söyleyemez. Gerçek filozofu neyin oluşturduğunu bulabilmek için, kültürün pazar
denetimine geçmediği, kapitalist uzmanlaşma öncesi döneme gitmek gerekir.
Gerçek filozofların, akademik “uzman”ı karakterize eden, güncel toplumsal
ve siyasi sorunlara küçümseyici ve korkak duyarsızlıktan çok uzakta oldukları
açıktır. Onlar kendi dönemlerindeki tutuculuğu özür dileyici bir biçimde
yüceltmemişlerdir. (Günümüzün sınıf ilişkilerinin koşullandırdığı, açık bir biçimde
partizanca-olmayan bir yaklaşımla Epikür veya Spinoza gibi böylesi önemli
filozoflarda dönemlerinin sorunlarına duydukları evrensel ilgiyi saptamak
kolaydır). Filozof eleştirmen güncel toplumsal sorunları her zaman iyi bilir;
sıklıkla bağımsız, önder bir yazar veya politik bir kişiliktir.
Belinski, Çernişevski ve Dobrolyubov, edebiyat eleştirisinin çok şey borçlu
olduğu bu düşünürler, bu tipe örnek olarak gösterilebilir. Sosyalizm öncesi
dönemin en büyük iki düşünürü Aristoteles ve Hegel, estetikçi olmanın yanı sıra
toplumsal kuramcıydılar. Onların sanat kuramına katkıları çok önemli değerini
genel evrenselliklerinden alır. Bu evrensellik, köken aldığı ve araştırma
konusu yaptığı temel toplumsal sorunları kuşatır.
Örnek gösterdiğimiz tüm bu isimler, gerçekten üretken estetikçiler arasında
katıksız tipin olağanüstü az rastlanır olduğunu göstermektedir. Her iki tip
için sözünü ettiğimiz evrensellik, bu iki tipi kesin bir biçimde ayırdetmeyi
olanaksız kılmaktadır. Bir yana Aristoteles veya Hegel’i, diğer yana Puşkin’i
koyarsak aradaki fark belirginleşir. Ancak Platon, Shaftesbury, Herder,
Çernişevski, Diderot, Lessing, Schiller ve Goethe’yi kümelendirirsek bir tipin
nerede başladığını, diğerinin nerede bittiğini belirlemek güçleşir. Kesin ve
belirgin bir ayırıma gitme çabası kılı kırk yarmayı gerektirir.
Her şeye karşın iki tip arasında yöntem ve yaklaşım açısından önemli
farklılıklar vardır. Yazar-eleştirmen, toplumsal ve kişisel ilgi ufku ne kadar
geniş, zekası ne kadar özgün ve derin olursa olsun, estetik sorunlara
genellikle kendi yaratıcı çalışmalarından kaynak alan somut sorunlar ışığında
yaklaşır. Ulaştığı sonuçlarla, bu sonuçlara ancak çağdaş felsefi ve sanatsal
sorunların geniş bir incelemesi ile ulaşmış olsa da, yine kendi çalışmalarına göndermede
bulunur. Buna karşın, belirtmiş olduğumuz gibi, tarihsel, toplumsal ve estetik
nesnelliğe yaklaşırken doğal olarak kendi yaratım sorunları araştırmasını,
genelleştirme düzeyine çıkarmaz. Ancak filozof-eleştirmen için, yazar-eleştirmenin
sonuç noktası olan nesnellik, başlangıç noktasının oluşturur (Her ikisi
partizanca tutum konusunda uyum içindedir). Filozof-eleştirmen için sanatlar
her zaman gerçekliğin tüm diğer olguları ile dizgesel bir ilişki içindedir (son
dönemde gelişen felsefenin önde gelen düşünürleri ile tarihsel dizgesel bir
ilişki). Sanat insanın toplumsal etkinliğinin bir ürünüdür, önde gelen
düşünürler de her zaman toplumsal sorunları araştırmışlardır. Buna göre
filozof-eleştirmenler de sanatın toplumsal kökenleri ve etkileri ile ilkesel
olarak ilişki içindedirler. Platon ve Aristoteles’in sanatla ilgili
düşünceleri, büyük filozofların sanat sorunlarına yaklaşımını açık bir biçimde
örnekler.
Filozof-eleştirmen ve yazar-eleştirmen arasındaki temel farkı (ve temel
bağıntıyı) tanımlamak için yakın dönem burjuva felsefesinin basmakalıp soyut,
metafizik kategorilerini bir yana bırakmalıyız. Çok yakınımızdan bir örnek
verecek olursak, üzerinde tartıştığımız bu fark şu şekilde tasarlanmayabilir:
Filozofun konusuna yaklaşımı çıkarımsal, tümdengelimsel ve çözümleyici, yazarın
konusuna yaklaşımı tümevarımsal ve birişimseldir. Aslında, hem çözümleyici hem
de birişimsel olmayan ciddi bir değerlendirme, ne yazar ne de filozof için
olanaklıdır.
Her ikisi için de, sanat ve gerçeklik, özellikle toplumsal gerçeklik
arasındaki yakın nesnel ilişki, araştırılması
gereken bir sorundur. Her ikisinin üretken eleştirmenliği açısından da bu
ilişki hem amaç hem de başlangıç noktasıdır- gerçeklikte olduğu gibi. Buna
karşın, yazar-eleştirmen için bu ilişki a
prioridir: olgu ve belirleyici etkenlerinin bitmez tükenmez karmaşıklığı
ile yaşamın kendisi. Onun öncelikli yaratıcı çabası, toplumsal organizma ve
onun diyalektik hareketi içindeki sonsuzluğu tek bir sanatsal çalışmadaki
mikrokozmosta temsil etmeye yöneliktir. Kuramsal yaklaşımı buna uygun olarak
derin ve mikrokozmiktir: (tüm tarihsel
gelişim boyunca) gerçekliğin genel kuralları, iyi bilinen, türlerin “ara
bölge”si için - sıklıkla belirsiz ve bulanık- sınırları belirler. Bu genel
kuralların doğru değerlendirilmesi, yaşam deneyiminin zenginliği ve yaşamın
temel sorunlarını derin bir kavrayış ile elde edilebilecek bir değerlendirme,
önkoşuldur, temeldir, araçtır; amaç ve bilginin nesnesi değildir. Gerçek filozof-eleştirmen
için ise bunun tersi doğrudur. Onun bilgilenme dürtüsü olguların bütünselliğine,
olguları yöneten evrensel ilkelere yöneliktir. Doğru bilgi her zaman somuttur
ve asla soyut değildir (Hegel’deki gibi, onu tanımlayan terminoloji ne kadar
soyut olursa olsun). Bu nedenle, giriştiği araştırma onu “ara bölge”nin somut
bir analizine, hatta tek tek olguların analizine götürür. Yine de bunlar,
otonom mikrokozmoslar olarak değil bütünsel bir gelişimin parçaları veya
görünüşleri olarak kavranır.
Buna göre, sonuç olarak birbirini tamamlayan iki filozofik biçim için sorun
şudur: Sanat için “ara bölge”nin ve bireysel ürünlerin görece özerkliği, en
azından onların bütünle ilişkisi değerinde bir gerçekliktir. İnsan, yaşamdaki
nesnel sonsuz çeşitliliği ancak yaklaşık olarak bilebilir. Hegel’in belirttiği
gibi her görüngü, birliğin ve çeşitliliğin birliğidir. Eleştirinin iki ana
temsilci tipi bu tükenmez zenginliğe zıt uçlardan yaklaşır: birlik ve
çeşitlilik. Biri çeşitlilikten birliğe, diğeri birlikten çeşitliliğe ulaşmaya
çalışır. Bu bütünleyici üretken etkinliğin sonucu sanatta aydınlanmadır, sanatı
daha da gelişmesi için zorlayacak ve bu gelişimi kolaylaştıracak bir sanat
kuramıdır. Bu yazarla eleştirmen arasındaki normal ilişkidir.
Goethe ve Hegel, iki bütünleyici biçimin güçlü iki temsilcisi, kendi
bütünleyici rollerinin gerekliliğinden emindiler. Goethe, bilimde ve kendi
yaratıcı ürünlerinde Kant’tan Hegel’e kadar büyük filozoflara olan borcunu yeniden
yeniden belirtmiştir. Hegel, kendi payına, Goethe’nin kuramsal başarılarına
karşı en büyük hayranlığı göstermiş, Goethe’nin kendine özgü yöntemini (Goethe’nin
yaratıcı etkinliğinin doğal sonucu) övgüyle desteklemiştir. Bu karşılıklı
ilişki, Goethe’nin tüm kuramsal etkinliğini karakterize eder ve en açık
şekliyle “Urphaenomen” (özgün örnek) teriminin kullanımıyla gösterilir. Goethe
bu terimden şunu anlar: somut evrenselliğin tek bir görüngüde algılanabilir
bütünlüğü. Bu görüngü, tüm rastlantısal niteliklerin ortadan kaldırıldığı ancak
temel özelliklerin asla kaybolmadığı bir soyutlama ile kavranır. Dönemin
idealistik diyalektik dili ile: görüngüdeki özelliklerin kavramsal özgün ilk
örneği.
Goethe “Urphaenomen” terimini öncelikle doğa bilimleri yazılarında
kullanır. Buna karşın, özyaşamöyküsündeki notlarından birinde bu çalışmalarla
ilgili olarak o, Roman Elegies adlı
eserini, estetik üzerine yazısı “Doğanın Basit Takliti, Üslup, Tarz”ı ve
“Bitkilerin Başkalaşımı” eserini aynı anda ve tek bir araştırmanın parçası
olarak meydana getirdiğini belirtir. “Birlikte onlar bana kendi içimde neler
olup bittiğini ve bu üç evrensel alana [sanat, estetik ve doğa bilimleri-G.L.]
ilişkin hangi konumu alacağımı
gösteriyorlar.” Buna göre “Urphaenomen”i, Goethe’nin türler kuramının yöntemsel
bir benzeşimi olarak görebiliriz.
Bu yöntem Goethe’nin estetik kuramına ilişkin tüm eserlerinde kesin bir
biçimde baskındır ve Goethe’nin türler kuramında kaçınılmaz olarak doruğa
çıkmıştır. Bunu en açık şekliyle onun kısa ancak özlü yazısı “Epik ve Dramatik
Şiir Üzerine”de görüyoruz. Bu yazı, Schiller’le mektuplaşarak ve yüzyüze
görüşerek yürütülmüş, özel yaratım süreci sorunları ile ilgili uzun bir
tartışmanın özetidir. Geçmişin büyük şairleri ile ilgili hep olduğu gibi,
tartışma epik ve dramanın genel kurallarının bir araştırmasına dönüşmüştür.
Biz burada yalnızca Goethe’nin yöntemini inceliyoruz. Goethe, epiki
dramadan ayırmaya çalışırken yaşamı ve tüm yaşam sürecini yansıtmada ortak
oldukları noktaları gözden kaçırmamaya çalışmıştır. Bu iki biçimi kavramsal ve
somut olarak ayırdedebilmek için tartışmasına antik dönemin mim ve epik şiir
sanatçıları ile başlar. Doğru ve yaratıcı bir soyutlamayla mim ve epik şiir
sanatçılarını rol yapan sanatçı ve şair olarak tanımlar. Böylece epik ve
dramanın gerçeklik ve yaşam deneyimini sanatsal biçime nasıl dönüştürdüğünü
saptayabilmiş ve izleyicinin epiki dinlediğinde ve dramaya katıldığında
gösterdiği tipik tepkileri ortaya çıkarabilmiştir. Bu iki biçimin izleyici
tepkileri açısından tipik ölçütlerini oluşturduktan sonra epik ve drama için
temel kuralları güçlük çekmeden ortaya koyabilmiştir.
Goethe’nin mim ve epik şiir sanatçıları gerçekten var mı? Evet ve hayır.
Goethe resmini oluştururken her fırça vuruşunu gerçeklikten almıştır. Ulaştığı bireşim
ise ampirik gerçekliğin ötesindedir. Her ayrıntıdan işlevsel bir ilişki
yanısıra katıksız bireysel ve rastlantısal olanı dışlamasıyla birdenbire ortaya
çıkan bir gelişme örgesi elde etmesi özellikle böyledir. Onun mim ve epik şiir
sanatçıları ise onun “Urflanze” (öncü bitkiler)’i kadar gerçektir veya
değildir. Goethe “Urphaenomen”i edebi biçimlerle ilgili çalışmalarında olduğu kadar
evrimle ilgili bilimsel çalışmalarında da kullanır.
Bu yöntemsel tutarlılık Goethe’ye özgü değildir ancak yaşamsal olgulara
edebi ve sanatsal yaklaşımının özünü canlı bir biçimde örnekler. Goethe tüm
zamanların şairleri arasında mantıksal açıdan en tutarlı filozofudur.
Filozofların özel alanı olan anlaşılması en güç genellemelerden bilinçli bir
biçimde kaçınmış; yazar-eleştirmenin özel alanı olan “ara bölge” ile “ilk
örnek”i düşüncesinin en önemli bölümü olarak belirlemiştir. Böylelikle bu
düşünce biçiminin, büyük sanatçıların felsefi yönelimlerinde ve yaratıcı
uğraşlarının öncüllerini açıklamada salt yardımcı olmaktan öte bir şey olduğunu
göstermiştir. Bu, görüngüler dünyasının önemli ve yapıcı, özel ve bağımsız bir
kavramsal sezisidir. “Urphaenomen” ile Goethe, yazar-eleştirmenin felsefi
kuramı için bilinçli olarak, yöntemsel bir model yaratmıştır.
Bu aydınlatma, döneminin düşünürleri üstünde olağanüstü bir etki
yaratmıştır. Schiller, “Urphaenomen” ile ilk kez karşı karşıya geldiğinde, Goethe’nin
entelektüel başarısını, “Bu bir deneyim değil bir düşüncedir” [Kantçı
anlamda-G.L] diyerek basitçe Kantçılığa
indirgemişti. Ancak genelleştirme ve deneyimi böylesine kabaca karşılaştırması,
Goethe’nin yönteminin özünü Schiller’in kavrayamadığını gösterir. İki şairin
işbirliği yaptığı süreçte Schiller, Goethe’nin düşüncelerinin verimliliğini gün
geçtikçe daha iyi anladı. “Yalın ve Duygusal Şiir Üstüne” makalesindeki
“elegiac” (hüzünlü), “idyllic” (pastoral) ve “satirical” (yergici) şair
kişilikleri, Goethe’nin“Urphaenomen”indeki mim ve epik şiir sanatçıları
gibidir. Yine de Schiller, “ilk örnek”i kendi felsefesine örgensel bir biçimde
katmayı asla başaramamıştır.
İdealist diyalektiki yetkinleştiren Hegel, kuramcı Goethe’nin yönteminin
değerini hiç karşı çıkmadan ve doğru bir biçimde anlayıp hakkını veren ilk kişi
olmuştur. O Goethe’nin yönteminde tam evrimleşmiş bir diyalektikin görece
bağımsız, sık karşılaşılmayan önemli bir öncülünü görür: duyularla algılanmış
ancak akılla tam olarak kavranamamış, belirli bir olgunun iç çelişkisiyle
yoğunlaşmamış hareketi henüz tomurcuk halindeyken, böyle söylemek gerekirse,
tam da bu nedenle genel, evrensel, felsefi diyalektiki en etkin biçimde
genişleten, yaşam ve duyulardan daha gelişmiş ve dolayısıyla onlardan daha ayrı
olan. “Urphaenomen” ile ilgili olarak Hegel Goethe’ye şöyle yazmıştır: “... bu
alacakaranlıkta, basitliğiyle böylesine tinsel ve anlaşılır, böylesine görünür
ve duyularla algılanabilir, biribirini kucaklayan iki dünya- bu, mutlak
idealizm ile kavranabilir olgusal varoluşun diyalektiğidir.” Goethe’nin,
Hegel’in değerlendirmesine ne kadar sevindiğini biliyoruz. Hegel’in “Aesthetics” (Estetik)’ini dikkatlice
okuyanlar, Goethe estetiği ve yaratıcı uğraşının “Urphaenomene”sinin bu
eserdeki önemli etkisini görürler.
Ancak “Urphaenomene” felsefi bir sistemle bütünleştirilirken zorunlu bir
dönüşüme uğrar. Yazar-eleştirmen için nasıl ki belirleyici olan kendi özerkliği
ile yaratıcı uğraş, bireysel etkilenim ve anlatım için aydınlatıcı olan bir
küme olguyu düzenleyen belli yasaların somut düzenliliğidir; filozof için de öncelikli
olan, yaşamın tamamında bireşim ve bütünlüktür. “Ara bölge” bu nedenle belirsiz
olandan geçiş bölgesidir ancak aydınlık yaşamın da hemen yanıbaşındadır. Ayırım,
karşıtlık ve tamamlayıcı eklentiler, bu son aydınlanmanın, bu gerçek yaşama
dönüşün, poetik veya felsefi olarak başarılabilmesine, “ara bölge”nin Faust veya Tinin Görüngübilimi’ne öncülük edebilmesine bağlıdır.
“Tin”in hareketi ile birbirlerine dönüşen “biçimler” Hegel felsefesinde en
önemli kavramdır. Bu kavram Goethe’nin mim ve epik şiir sanatçıları ile
yöntemsel olarak yakın ilişki içindedir. Kuramcı Goethe bunları her ne kadar en
son uç, “Urphaenomene”nin örneklenmesi olarak düşündüyse de Hegel onları
sürecin tamamının görünümleri, çözümlenecek, çözümlenmekte olan veya
çözümlenmiş görünümleri olarak kabul eder. Her biri, bir önceki “biçim”in
tarihsel ve felsefi açıdan ortadan kalkmasıyla açığa çıkar, taşıdığı gizilgücü
ortaya çıkararak yaşam kazanır, böylece “biçim”e dönüşmeyi başarır. Biçim
olarak epik ve drama “biçim”lerın bu
yaşam ve ölüm dansına katılırlar. Epik ve drama ile ilgili olarak Hegel ve
Goethe’nin estetik görüşlerindeki güçlü uzlaşma çarpıcıdır.
Felsefi bir sistemde “Urphaenomene”, “biçimler”, belirttiğimiz nedenlerle,
yazar-eleştirmen açısından taşıdığı apaçık tutarlılık ve tanımı yitirir. Onlar
henüz kavramlaştırılmamış bir yaşam bütünlüğünden, gözümüzün önünde ortaya
çıkarlar. Bileşenleri kavramsal olarak açık duruma geldiğinde, bireysel
diyalektikleri açımlandığında ve özerk varlıkları, tutarlılıkları ile tanımları
onaylandığında onların yaşamın bütünlüğünde saklanmaları kavranabilir olur. Aristoteles,
drama kuramını oluştururken böyle bir yaklaşımı kullanmıştı. Tin’in Görüngübilimi’nde, kavramsal bireşimin
çerçevesi insanoğlunun tarihsel evrimiydi. Epik ve dramatikin gerekliliği ve
özgünlüğü, epik, tragedya ve komedyanın gelişimi, insanın tarihsel yazgısının
bir yansımasıydı. İnsanın yaşamındaki iç ve dış yapılar, doğum ve ölüm
diyalektikinin hareket ettirici gücüdür. “Urphaenomen” kökenini ve tarihini,
doğum ve ölümünü bu süreçte taşır.
Böylece Goethe’nin yönteminin karşıt ucuna ulaşmış görünüyoruz. Ancak bu
yalnızca görünüştedir. Epik ve dramatikin Hegelci “biçimler”i korunur ve
Goethe’nin mim ve epik şiir sanatçıları gibi özgün karakterlerinin özel
yasalarına açımlanır. Bu, yaşamda daha geniş bir tabana oturur, daha
belirgindir, daha hareketlidir. Bu nedenlerle, üstelik çatışkılı biçimde,
Goethe’ninkilerden daha az soyuttur ve varlık ve bilincin tüm biçimlerinin doğum
ve ölümleri Goethe’ye yabancı bir kavram değildir. “Doğu-Batı Divanı”nın şu
dizeleri Tin’in Görüngübilimi’ne
giriş yazısı olabilir:
Sahip
olmadığın sürece
Bu
“Ölüm ve Oluş”a!
Hüzünlü
bir konuksun
Bu
karanlık dünyada.
(Und
so lang du das nicht hast,
Dieses:
Stirb und werde!
Bist
du nur ein trueber Gast
Auf
der dunkeln Erde.)
Buna göre karşıtlık, tamamlayıcı bir eklenti anlamındadır. Filozof
eleştirmen için “ara bölge” yalnızca diyalektik sürecin bir yönüdür. Öte
yandan, yazar-eleştirmen için belirgin bir tutarlılık ve özerklik taşır.
Yalnızca görünüşte, diyalektik sistemde organik bir görünüm olarak felsefi
açıdan kavranıp genişletildiğinde -içeriğinin geçerliliğini veya sanat kuramı
bakımından verimliliğini kaybetmeden-
çözündüğü için, yazara göre o, edebi ürününün aydınlatılmış yaşamla
doğru ilişki kurması ayırımına varma yolunda gerçekten yalnızca bir “ara bölge”dir.
Yazarla eleştirmen arasındaki normal ilişki, bu “ara bölge”deki
karşılaşmalarında gözlemlenir: yaratıcı süreçte nesnelliği kavramak ve
temellendirmek. Kendi bakış açısıyla yazar, kendi yaratım sorunları arasında
nesnel ilişki düzeyine, ki kökeninde kaçınılmaz olarak özneldir, ve gerçeklikle
onun sanatta temsil yasalarına ulaşır. Öte yandan, somut ve belli olguların ölçülü
yönünde, filozof, gerçeklik ve onu yansıtan biçimlerdeki genel ilişkiyi anlayıp
anlamadığını ve ne derece anladığını saptar. Bu nedenlerle, Homeros ve
Goethe’nin bir tür olarak epik kuramınına yönelik Vico’nun yeni görüşünün veya
Aristotelesçi trajedi kuramının ve Lessing’in burjuvazinin devrimci savaşımını
trajedi düzeyine yükseltme çabalarının kesiştiği bir yer vardır.
Vico ve Hegel ve Belinski, Çernişevski ve Dobrolyubov ile bu genel
karşılıklı ilişki bilinçli ve tarihi duruma gelir. Hegel’in Aesthetics’inde türler kuramı dünya
sanat tarihine dönüşür. Önemli demokratik devrimci eleştirmenler Rus halkının
evriminin sanatsal dönüşümde ve edebiyatlarındaki dönüm noktalarında nasıl
yansıtıldığını göstermişlerdir. Filozof eleştirmenin kim olduğunu ve yaratıcı sanatçıyla
normal ilişkisini tam anlayabilmek için felsefe, edebiyat tarihi ve eleştirinin
bütünlüğüne (bunun sonucu olarak somut sanat felsefesine) önem verilmelidir. Kapitalist işbölümü, görmüş
olduğumuz gibi, sanata bilimsel yaklaşımın (ayrıştırıldığında geçersiz olan) farklı
biçimlerinin organik bütünlüğünün parçalanmasına neden olmuş ve onları mekanik
bir biçimde sınırlı uzmanlık “alan”larına dönüştürmüştür. Eleştirmenleri de
birbirlerinin etkinliklerinden giderek uzaklaşan “uzman”lara çevirmiştir.
Sonuç, modern edebiyat tarihi ve eleştiride gözlemlemiş olduğumuz kısırlık
ve ilkesizlik ile edebiyatla bundan kaynaklanan anormal ilişkidir. İkisi de
beğeninin tamamen öznel yargılarına etki eder. Herhangi biri bir sanat eserini,
kabaca soyut siyasi değerlendirmelerle (ışıltılı döneminde Alman imparatorunun,
“genel yönelim bize yaramıyor” diyerek yaptığı gibi) ve gerçekliğin estetik
bozunumu veya gerçekliğin temsilinde çarpıklık nedenleri dışında reddederse, o
kişi bu ilkesiz yargıların eksiksiz estetten doğduğunu düşünerek yalnızca
kendini körleştirmekte demektir.
Elbette edebiyat tarihinde, yalnızca varsaydığı tarihi ilişkileri araştıran
ve tanımlayan (ekonomik ve toplumsal etkenleri görmezden gelen) “arı
tarihçi”nin ülküsü de bulunur. Gerçek şudur ki, bu “yöntemler”le, (tüm
saygımıza karşın) kanıtlamaya gerek olmayan bilinçsiz, yüzeysel, kesinlikle
ilkesiz, kriter veya standarttan yoksun göreceli değerlendirmeler dışında bir
yargıya varmak olası değildir.
Resmi tamamlamak için bu tipin tamamlayıcı karşıtı, anti-tarihçiliği ile
böbürlenen modern eleştirmenden söz etmek gerekir. Ona göre, dönemin
gereklerine göre farklı biçimlerde tanımlanan, Homeros’tan doğalcılığa veya
izlenimciliğe uzanan sanatın “eski dünya”sı sona ermiştir. “Kökten yeni” bir
sanatın onun yerini aldığı varsayılmaktadır. Anlamsız geçmişin moloz yığınları
arasından kekteki üzüm taneleri gibi, dönemin modasına uygun kırıntılar, zenci
heykel sanatı veya Alman barok dramatik sanatı,
rastgele seçilebilir.
Bu tip eleştirinin sonuçlarını daha önce çözümlemiştik. Şimdi edebiyat
tarihinde gelişmelere bakalım. Alman devletlerarası ilişkilerini göstereceğim. Onların
pek çok eleştirel kavramını (önemlilik sırası, tarihsel dönemler, vs.)
ondokuzuncu yüzyıl dönümünde önde gelen eleştirmenler, Herder, Goethe, Schiller
ve Schlegel kardeşler ortaya koymuştur. Yalnızca Gervinius gibi liberal politik
tarihçiler bu etkiyi zayıflatmışlardır. Heine’nin Hegel felsefesine dayalı
edebiyat kavrayışı bir adım öndedir ancak Alman siyasetindeki gerici dönüşüm,
onun katkılarının uzun süreli olmasını engellemiştir. Ondan sonra yalnızca
filozof eleştirmen ve gazeteci yazar Franz Mehring, Alman edebiyat tarihine
yeni birşeyler katmıştır.
Edebiyat tarihi “uzmanlar”ı eski düşünceleri bireysel bir ekle veya ek de
yapmadan yalnızca tekrarlamışlardır. Bu düşünceleri yazarların doğum yıllarına
göre (R. M. Meyer) veya doğum yerlerine göre (Nadler) değerlendirmek, dahası onları
düşünce olarak bile değerlendirmek güçtür. Kapitalist işbölümünden doğan
“uzman” kendi sınırlanmış alanı içinde bile anlamlı bir katkı yapamaz. (Saf
filoloji, metin düzeltme, vs. Konuları ile ilgili konuşmuyoruz).
Daha da ileri gidebiliriz. Alman edebiyat tarihinin yanlış öncülleri
izlediği yerde bile itici güç “profesyoneller”den değil yazar ve filozoflardan
geldi. Alman edebiyat tarihinde yakın dönem gelişmeleri izleyenler onu
Nietzsche, Dilthey, Simmel ve Stefan George’un oluşturduğunu görürler. Onların
getirdikleri kuramsal görüşler kesinlikle yanlış, çarpık ve gericidir. Bu
görüşler edebiyat tarihini daha da bozmuştur. Edebiyat tarihi “uzmanlar”ı bu
bozukluğa bile bir özgünlük katamamışlardır. Burada bile rüzgarın önlerine
getirdiği düşünce kırıntılarını yeniden üretmişlerdir.
Bu olumsuz görüşlerle filozof eleştirmen resmini tamamlıyoruz. Genel
bağlamda felsefi bilincin, sanattaki belirgin değişimlerin insanın tarihindeki
dönüşümle ilişkili olduğunu kabul eden bir temele dayanan somut tarihsel
gelişim araştırmalarının, estetik değerlendirme için doğa ve sanatın, sanatçının
bireysel dehasının belirleyiciliğinin ve dahinin bu evrimsel süreçteki bireysel
çabasının tarihsel ve dizgesel kavranışına dayalı nesnel ölçütlerin bütünlüğü, filozof
edebiyat eleştirmenini oluşturur.
Yazarla eleştirmen arasında normal bir ilişki kurulabilmesinin tek yolu,
böylesi eleştirmenlerin, kendi öznel incelemelerinin sonucunda kendinin ve
başkalarının sanatı konusunda gerçek bir
yargıç olabilen yazarlarla işbirliği yapmasıdır.Aydınlanma’da, Alman Klasik
döneminde, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında gerçekçiliğin büyük yükselişi
sırasında ve demokratik devrim sürecinde bu işbirliği vardı.
Elbette bu süreç ilkeler üzerinde savaşımı dışlamaz. Sınıflı toplumlarda,
yazınsal akımların, kendiliğinden değilse eğer, sınıf savaşımından, toplumsal
ve siyasi yönler arasındaki çelişkilerden ortaya çıkması kaçınılmazdır. Fransız
Devrimi ve Napolyon dönemlerindeki çelişkiler, Fransa’nın 1789’dan 1848’e
kadarki evrim sürecinde pek çok bunalım, Rusya’da demokrasinin liberalizmden
ideolojik farklılaşımı edebiyat ve eleştiriye yansıyan birkaç örnektir. Siyasetle
karşılaştırıldığında edebiyattaki bu savaşımın daha az yoğun, karşıtlığın da
daha az şiddetli olmadığını söylemeye gerek yoktur.
Sınıflı toplumlarda insanların gerçek yaşam koşullarında yürüttüğü böylesi
savaşımların kişisel kin, kötülük, küçüklük, dedikodu ve hınç ögelerini de
taşıması yine kolaylıkla anlaşılabilirdir. Burjuva edebiyat tarihçileri kavgayı
neşeli bir biçimde ayrıntılandırırlar. Böylelikle bu çelişkilerin toplumsal
önemini ve estetik sonuçlarını, onları kendi dönemlerinin ilkesiz edebi
tartışmalarına benzetip saptırarak gizlerler. Önemli olan bu savaşımın düzeyi
ve içeriğidir. Rus edebiyat tarihinin toplumsal ve estetik doğrultusunu
bilimsel bir temelde ayarlarken Belinski, Dobrolyubov ve Çernişevski,
demokratik devrim hareketinin siyasi olarak açıklığa kavuşmasını hızlandırmayı
ve onu miskin liberalizmden bağımsızlaştırmayı amaçlamıştır. “Saldırıya
uğramış” yazarlar hakkındaki öyküler, edebiyatın ideolojik ve estetik evrimi
konusunda anlamlı hiçbir şey sunmayan tartışmalardan başka birşey değildir. Bu
durumun arkasındaki varsayımlar bugün perçok okur için daha fazla açıklama
gerektirmeyecek kadar açıktır. Kavraması daha zor olan (modern düşünce
kalıplarına karşıt olduğu için) şudur ki, düşük edebiyat kavgaları üzerinden yükselmek
demek, estetik nesnelliğe yükselmek, tek başına teknikle ilgili öznel
sorunlardan nesnel estetiğe yükselmek demektir. Çağdaş okur Stendal’ın Parma Manastırı’na Balzac’ın
eleştirisini gıpta ile okuyor- toplumsal yaşam, siyaset veya edebiyat, her
sorunda en keskin uyuşmazlıklar- ve üstelik (buna karşın demek daha doğru)
gerçek ve güçlü bir öykünün saf, özgür havası: yaşamın temel sorunları,
ilerlemeyi sağlayan çelişkiler diyalektik bir bakışla ele alınmış.
Bu saf havayı filozof eleştirmenlerin olduğu kadar, yazar-eleştirmenlerin
estetik yargılarında da hissederiz. Bu gelenek, günümüzde bu mirası sosyalist
sanat deneyimine taşıyan Maksim Gorki ile devam etmektedir. Bu nedenle o birçok
modern yazarı huzursuz etmektedir. Teknikle
İlgili Konuşmalar eserinde o, yazarın görevi konusunda bugünün baskın
görüşünden niteliksel açıdan farklı bir görüş ileri sürer. Onun düşüncesinin,
uydurma etkilerin ustalığı ile herhangi bir ilişkisi yoktur. O, tipik olanın, yaşamın
kendisinin zengin kaynak malzemesinden madencilik yaparak çekilip çıkarılmasını
ve tinsel yönden en yüce, toplumsal açıdan en önemli, estetik içerik bakımından
en uygun olanın, ondan kristalize
edilmesini arzular.
Felsefi eleştiride onun en büyük çağdaşı Lenin, Gorki’nin sosyalist kültür
için savaşımını büyük bir beğeniyle değerlendirmiş, önemsemiştir. Tolstoy ve
Herzen eleştirilerinin yazarı ile Ana
ve Karamasovschina’nın yazarı
arasında normal ilişkiler kurulmuştur.
Birbirine benzeyen yazar ve eleştirmenler, geleneksel normal, verimli,
tamamlayıcı ilişkileri yeniden kurma görevini en yüce ülkü olarak bir kez daha
bulmak ve korumak zorundadırlar.