20 Nisan 2015 Pazartesi

RÖNESANS: ÖMER HAYYAM’DAN MONTEVERDİ’YE İNSANIN AYDINLANMA VE BİREY OLMA SAVAŞIMI

Soprano Nuria Rial pek güzel sesiyle bir arya söylüyor. Klasik müzik orkestrası L’Arpeggiata da çok canlı biçimde eşlik ediyor. Eser, Rönesans döneminin en önemli müzisyenlerinden Claudio Monteverdi’nin bestesi. Bu görkemli eseri dinlerken aklımıza neler düşer?
“Aşk” adlı bu aryanın sözleri şöyle: “Aşk dedi kadın ve bakarak/gökyüzüne, ayakta durdu./Nerede, ah nerede sadakat/yalancının söz verdiği./Mutsuz kadın!//Bana geri dönmesini sağla/bir zamanki o aşık gibi,/ya da canımı al ki kendime/eziyet etmek zorunda kalmayayım./Mutsuz kadın. Artık dayanamaz,/bu duyarsızlığa!//Artık iç çekmesine engel olacağım,/Benimle birlikte olduğunda./Hayır, hayır söylemesine izin verme,/Ne kadar acı çektiğini, yine, lütfen Tanrım.//Çünkü onun için üzülüyorum,/kendini sonzsuzca över,/öyle ki, ondan uzak durursam,/bana geri döner.//Düşmanımın kaşı, görünebilir/benimkinden daha az kaygılı/ama onu seviyor olsa bile,/gerçek olmayacak.//Hiç elde edemeyeceksin,//Bu dudaklardan bu tatlı öpücükleri,/yumuşacık olanları da ... ah yeter/yeter, sen çok iyi bilirsin.
Bir kadının duygularını, kıskançlığı, üzüntüyü anlatır bu görkemli arya.

1567-1643 yılları arasında yaşamış İtalyan besteci Claudio Monteverdi insanlık tarihinin dönüm noktalarından birinde, Rönesans çağında insanın gerçekleştirdiği o en büyük devrimlerden birine müzikal anlamda büyük katkı yapanların en önde gelenidir. Müzik alanında pek çok yeniliği getiren, modern operanın da öncüsü kabul edilen bestecinin önemi, eserleriyle hümanist düşüncenin yükselişine yaptığı olumlu etkidedir. Monteverdi, madrigallerinde bir erkeğin ya da kadının duygularını, kişilerle şiirselleşen ya da dramlaşan durumları aktardı. O, benzersizliği ve zayıflıklarıyla insanı konu aldı. Teolojik felsefenin müzikte de kendini duyumsattığı bir dönem kapanmış, insan merkezli düşüncenin egemen olduğu yeni bir müzikal anlayış kendini göstermişti. Monteverdi bir anlamda estetik bir devrimi müzik alanında gerçekleştirdi. 
Yeniden doğuş anlamına gelen “Rönesans” dönemine daha yakından bakacak olursak bu dönemin tanrımerkezciliğin çöküşü ve hümanist düşüncenin yükselişini getirdiğini görürüz.  Hümanitas olarak adlandırılan bu düşünce akımı insanlara ve gerçeklere yönelen en yüksek derecede felsefi bir aydınlığı işaret eder. Başlangıçta daha çok yazın alanında kalan hümanizm, yavaş yavaş bütün bilgi alanlarına yayıldı. Rönesansla birlikte insan zekası yeniden doğuyor, yeni bir yaşam biçimi, anlayışı ve tarzı kazanıyordu. Bernard Foccroulle kanımızca çok önemli bir belirlemede bulunur: Modern çağın şafağında ortaya çıkan bireyin benzersiz olduğunu söyledikten sonra onun, demokratik yaşamıyla özgürlüğüne sahip çıkmayı deneyeceğini bildirir. Bu yeni birey burjuvalar, tüccarlar ve zanaatkarların oluşturduğu yeni bir sınıfın üyesidir. Halil İnalcık Burckhard’dan aktarır: “Rönesans insanı her şeyi kendi arzusuna göre yönlendiren, hırslı, gururlu, şöhret ateşi ile yanan, serbest düşünceli, becerikli, sanata yatkındır”.
1340-50 yıllarında İtalya, Avrupa kent yaşamının en çok geliştiği, burjuva sınıfının en güçlü olduğu yerdi. İtalya bu dönemde hem Doğu ticareti sayesinde hem de ileri sanayi ve maliyesi ile en zengin Avrupa ülkesi konumundaydı. İtalya’da Rönesans’ın merkezi 15. yüzyılın sonuna kadar Floransa’dır. 14. yüzyılın sonunda varlıklı tüccar aileler yönetimdeydiler. Hümanizm bu dönemde cumhuriyet yöneticilerini yetiştiren bir eğitim sistemiydi.
Rönesans, ekonomi, bilim, sanat ve toplumsal yaşamda çok büyük devrimlerin yaşandığı bir dönemdir. Yükselen yeni sınıf, burjuvalar, egemen durumdaki feodalizmi alaşağı edecektir. Feodal ekonomi sistemi yerini nakit ödemenin geçerli olduğu bir pazar için yapılan meta üretimine dayalı kapitalist ekonomiye bırakacaktır. Ekonomik ilerleme, bilim ve teknik alanındaki yeniliklere gereksinim duyacak, bu alandaki gelişmeyi destekleyecekti. Bilgi bu dönemde ölümsüz yasaların öğrenilmesi yoluyla doğayı denetim altına almanın aracı durumuna gelmiştir. Bu bilimsel devrim çağında özellikle madencilik, metalurji ve kimya alanında çığır açan yenilikler görüldü. Bu dönemin en önemli düşünürü Descartes (1591-1650), aklın ve sağduyunun insanlarda eşit olduğunu ve aklın buyruklarına uymak gerektiğini belirterek modern felsefe alanında öncü konuma ulaşmıştır. Rönesans’ın en önemli bilim insanı da Kopernik (1473-1543)’tir. “Gök Cisimlerinin Devinimi” adlı yapıtıyla dünya merkezli evren modelini geçersiz kıldı. Dünyanın küresel olduğunu, güneş çevresinde ve kendi ekseni çevresinde döndüğünü yazdı. Bu yapıt yalnızca bilim alanında değil toplumsal alanda da sarsıntılar yarattı. Güneşin dünya çevresinde döndüğünü savlayan, buna inanan tanrımerkezci görüş etkisini yitirdi. Böylelikle teolojik anlayış yerini insan aklını öne çıkaran insanmerkezci anlayışa bıraktı.
Bu bilimsel ve felsefi aydınlık rastlantısal gelişmemiştir. Avrupa Rönesansı’ndan çok önce Roma İmparatorluğu’nun topraklarını ele geçirmeye başlayan, Kordoba’dan (Kurtuba -İspanya) Buhara’ya (Özbekistan) uzanan geniş bölgede egemenlik kuran İslam uygarlığı yer alıyordu. Ticarete önem veren İslam devleti ulaşabileceği her yerden teknik yenilikleri alarak bir bilim merkezine dönüştü. Abbasi hanedanlığı yönetimindeki İslam devleti MS 754-861 yılları arasındaki halifeler El Mansur (754-774), Harun El-Reşid (786-809), El Me’mun (813-833) ve Mütevekkül (847-861) yönetiminde Yunan klasik eserlerini, özellikle bilim ve felsefe metinlerini Arapçaya çevirdiler. Halife El Memun Beytü’l Hikme olarak bilinen çeviri bürosunu kurdu, böylelikle çeviri eylemleri kurumlaştı. Bunun sonucunda insanlığın felsefi ve bilimsel birikimi Arapçaya taşındı ve İslami entelektüel dünyada büyük değişiklikler ortaya çıktı. Böylelikle El-Kındi, Harezmi, Razi gibi büyük bilginlerin yetişmesi sağlandı. Bilim adamlarını ve hekimleri devlet yöneticileri ve kimi tüccarlar korudular. İslam bilginleri özellikle matematik, astronomi, coğrafya, tıp, optik, kimya bilimleri alanında büyük yenilikler, katkılar getirdiler. İşte bu dönem, Avrupa Rönesansı’nın hazırlayıcısı dönem olarak kabul edilir. 
Beytü’l Hikme İslam dünyasında felsefi düşünceye çok önemli katkıda bulunmuştur. Dizgesel felsefe ilk olarak El-Kındi (801-872) öncülüğünde gelişmiştir. El-Kındi felsefeyi “insan yeteneğine bağlı olarak şeylerin gerçekliklerinin bilgisi” olarak tanımlamıştı. Mutezile öğretisinin yanında yer aldı. Mutezile, tanrısal adalet kavramının insanda özgürlüğün koşullarını zorunlu kıldığını ileri sürer. Daha önemlisi iyi ve kötünün, vahiyle bildirilen herhangi bir bilgiden bağımsız olarak, aklın kullanılması yoluyla da bilinebileceğini savlar. El-Kındi “Hakikati arayan biri için hakikatin kendisinden daha değerli bir şey yoktur. O ne değerini yitirir, ne de kendisini arayanı alçaltır, aksine yüceltir ve onurlandırır” demiştir.  Onun ardından felsefeciler olarak adlandırılan entelektüel bir küme oluşmuştur. El-Kındi’nin dizgeselleştirdiği İslam felsefesi anlayışını öğrencileri sürdürdüler ve 10. yüzyılda tüm İslam dünyasına yaydılar. Büyük filozof Farabi (870-950) bu felsefi gelenekten gelmektedir. Mantık, fizik, metafizik, astronomi alanlarında çalışmış, ün kazanmış, bunların dışında müzik ile de ilgilenmiştir. Farabi’ye göre en yüksek mutluluğun aracı akıldır. Akıl, toplumun ve kişisel yaşamın her alanında kullanılmalıdır. Farabi devlet yönetiminde sağduyulu, bilgili, yüce gönüllü cesur, mal, mülk, güvenlik rütbe sorunlarında ve bir kimsenin başkalarıyla ilişkilerinde adaleti sağlayabilen filozof yöneticiler bulunması gerektiğini söylemiştir. Razi (865-925) de aynı dönemin önemli filozofudur. Razi aklı vahyin önüne geçirir. Maddeci bir düşünürdür, maddenin ezeli olduğunu, evrende boşluğun varolduğunu öne sürmüştür. Razi’ye göre ne vahye ne de peygambere gereksinim vardır. Akıl insanlığı aydınlatmak için yeterlidir. İzleyen dönemin önemli düşünürü İbn-i Sina (980-1037) Beytü’l Hikme ile başlayan düşünce hareketinin zirvesi olarak kabul edilir. Öncelikle önemli bir hekimdi. Mantık, fizik, matematik alanında eserler verdi. Evreni bir yaratma ediminin sonucu olarak değil, öncesiz sonrasız varolan bir şey olarak gördü. Bu ilerici düşünsel çizginin sonunda İbn-i Rüşd vardır. İbni Rüşd İspanya’nın Kordoba kentinde doğdu. 1126-1198 yılları arasında yaşadı. Felsefe, bilim, tıp, hukuk ve din konularında eğitim gördü. Yaşadığı dönemde tanınan ve saygı gören İbni Rüşd’ün yapıtları ölümünden sonra, İbraniceye ardından da Latinceye çevrildi. Özellikle Aristoteles’in yapıtları üzerine yaptığı açıklamalar büyük önem taşır. İlginç olan, bu çalışmaların İslam dünyasında pek bir etkisi olmamasına karşın on üçüncü yüzyıldan on yedinci yüzyıl ortalarına kadar batı bilim dünyasında büyük etki yapmasıdır. İbni Rüşd, felsefe ve bilimin bizi kutsal kitapla çatışan sonuçlara götürmediğini, felsefe ve bilimin de bizi kutsal kitap gibi hakikate götürdüğünü, onların bize getirdiği sonuçların kutsal kitabın hakikatleriyle bağdaştığını söyler. Böylelikle İslam felsefesinde dışlanan insan aklını kurtarmaya çalışır. Bir anlamda laikliğin temellerini atar. Ona göre akıl tüm insanlıkta ortaktır.
İbn-i Rüşd’ün eserleri 1134-1184 yılları arasında Toledo’da kurulan çeviri okulunda Latinceye çevrilir. Bunun yanısıra Beytü’l Hikme’nin Arapça’ya çevirdiği eserler de Latince’ye kazandırılır. Böylelikle Batı dünyasında İbn-i Rüşdcülük yayılmıştır. Bunun Batı dünyasındaki etkileri çok önemlidir. İslam felsefesi etkisinin Sicilya ve İspanya üzerinden Batı dünyasına aktarılması ile bilgi, kilise dogmatizmi ve dine karşı laikleşmeyi getirmiştir. Antik felsefe metinleri ve İslam filozoflarının telif yapıtlarının çevirileri Toledo ve Napoli üzerinden tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bilimsel çalışmalar, astronomik gözlemler, yeni keşifler bilimin sürekliliği bağlamında Avrupa entelektüel yaşamına büyük bir katkıda bulunmuş ve bu yolla Rönesans’ın kapıları açılmıştır.
Sanatla başladık yazımıza, yeniden sanata bağlayalım. Avrupa sanatı insanı incelemeye başlamadan çok önce Ömer Hayyam insanla ilgili şiirler yazıyordu. Ömer Hayyam felsefe, matematik, astronomi, tıp, hukuk, Kuran, hadis eğitimi görmüştü. Seçkin bir bilim insanı, özellikle çok değerli bir  matematikçiydi. Kendisi takvim geliştirip kendi doğum tarihini 18 Mayıs 1048 olarak belirlemişti. 
4 Aralık 1131’de öldü. Mutezile akımından da etkilenen Hayyam, insana ve insanın özgürlüğüne önem verdi. Tasarlanan her şeye akıl yoluyla, gerçeği kavrayarak ulaşılacağını savundu. Alınyazısını kabul etmedi. Aşağıdaki dörtlüğü ve ardından gelen şiiri de saygın bestecimiz Fazıl Say’ın müziğiyle Serenad Bağcan’dan dinlemenizi öneririz. Bu şiirlerde Hayyam insanı ve yaşamı yüceltir. İnsanı herşeyin merkezine koyar. En önemlisi de insan aklını herşeyin, imanın da üzerine çıkarır.
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. / Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. / Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok. / Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok”.
Akılla bir konuşmam oldu dün gece;/ Sana soracaklarım var dedim;/ Sen ki her bilginin temelisin ,/ bana yol göstermelisin./…”. İnsanı ve aklı yücelten diğer kimi dörtlüklerini de okuyalım: “Kim için bu yerler gökler? Bizim için / Biz görüş cevheriyiz akıl gözünün / Evren bir yüzük gibiyse çepeçevre / İnsan taşında bir nakış o yüzüğün.”
Ey can, sana aklı niçin vermiş veren? / Kendini bil, yolunu bul yitip gitmeden. / Baykuş gibi ne gezersin viranelikte, / Yerin akdoğan gibi sultanın eliyken?”.
Putların, Kabe’nin istediği: Kölelik; / Çanların, ezanların dilediği: Kölelik; / Mihraptı, kiliseydi, tesbihti, salipti: / Nedir hepsini özlediği? Kölelik”. Böylelikle Rönesans’ın gerçekte yüzyıllar öncesinde Doğu’da yaşanmaya başladığını, insanlığın aydınlanma savaşımının sürekliliğini görmüş olduk.
İnsanın bu öyküsü mutlu sonlandı mı? 21. yüzyılın başından geriye doğru bir değerlendirme yapacak olursak bugün için durumun hiç de parlak olmadığını söyleyebiliriz. Öncelikle Doğu’ya İslam dünyasına bakalım. Yaşamının son döneminde İbn-İ Rüşd’ün Kordoba’dan sürüldüğünü ve kitaplarının yakıldığını görüyoruz. Bu süreçte İbn-i Rüşd’ün yalnızca fiziksel varlığı değil, düşünsel aydınlığı, İslam felsefesine ve yaşam biçimine kattıkları da yok edildi. İbn-i Rüşd sonrasında İslam dünyasında Gazali öncülüğünde bilim, felsefe ve sanat yasaklandı. Ne yazık ki aradan geçen bin yılda da bu böylece değişmeden, ilerlemeden kaldı. İslam toplumları bu alanlarda tek bir önemli düşün insanı ya da sanatçı çıkaramadılar. Şu anda da Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında yaşam ölçütleri bağlamında geri kalmış durumdadırlar. Daha da kötüsü bugün İslam, bilimsel anlayışı ve sanatı dışlayan, kendi gibi düşünmeyen insanı, onun kafasını keserek ya da onu makineli tüfeklerle tarayarak öldüren bir zalimlikle birlikte anılmaktadır. Bin yıl önce insan aklını boğan ilkel bir anlayış ancak yine Beytü’l Hikme döneminde olduğu gibi bilim ve felsefeye önem vererek aşılabilir.
Batı dünyasını değerlendirecek olursak yine hayal  kırıklığına uğrarız. Rönesans’ı yaşamış İtalya 20. yüzyılın başında faşizmi üretebilecek kadar nasıl gerilemiş olabilir? Faşizm, aykırı tüm sesleri kesen, bilimi, sanatı, tüm özgürlükleri yok eden bir anlayıştı. Bu yönetim biçimi öncelikle Almanya olmak üzere Avrupa’ya, ardından da dünyanın farklı ülkelerine yayılmıştı. İnsanlık bunun bedelini 2. Paylaşım Savaşı’nda 50 milyon kişinin ölümüyle ödedi. Savaştan geriye yıkıntı halinde bir dünya kalmıştı. Bu ilkel anlayışın izlerini, tortularını bugün de görebilirsiniz. Rönesans’ı başlatan burjuvalar Fransız Devrimi’nde tüm insanlığa verdikleri “eşitlik, adalet, özgürlük” sözünü tutmadılar. Yalnızca kendi sınıflarının çıkarlarını korudular. Aklı, bilimi, sanatı yalnızca para kazanma aracı olarak gördüler. Gelir dağılımdaki uçurum da bu anlayışın sonucu. Ayrıntılar bu yazının sınırlarını aşacağından bu kadarla yetinmek isteriz.
Sonuç olarak aklın ışığında aydınlanmış, insanı ve yaşamı yücelten bir sanatın güzelliğini duyumsayacağımız, böylelikle yaşamımızı da güzelleştirebileceğimiz bir dünya hayalinin peşinde yüzyıllardır koşuyoruz insanlık olarak. İnsan inatçıdır. Bu savaşımı sürdürmektedir. Yukarıda örneklerini verdiğimiz öncülerin yolunda, aklımızın kılavuzluğunda bu özlemi gerçekleştireceğimizi biliyoruz.

Kaynakça:
- Tzvetan Todorov, Bernard Foccroulle, Robert Legros. Sanatta Bireyin Doğuşu. Çev: Esra Özdoğan. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011.
- Halil İnalcık. Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.
- Charles G. Nauert. Avrupa’da Hümanizma ve Rönesans Kültürü. Çev: Bahar Tırnakçı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.
- Aydın Büke, İpek Mine Altınel. Müziği Yaratanlar-Barok Dönem. Dünya Kitapları, İstanbul, 2006.
- Mustafa Demirci. Beytü’l Hikme. İnsan Yayınları, İstanbu, 1996.
- J.D. Bernal. Tarihte Bilim. Çev: Tonguç Ok. Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2008.
- Diane Collinson, Robert Wilkinson. Otuz Beş Doğu Filozofu. Çev: Metin Berke, Hamdi Bravo, Sibel Özbudun, Berna F. Ülner. Ayraç Yayınevi, Ankara, 2000.


- Ömer Hayyam. Dörtlükler – Rubailer. Çev: Sabahattin Eyüboğlu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003.