Soprano Nuria Rial pek güzel
sesiyle bir arya söylüyor. Klasik müzik orkestrası L’Arpeggiata da çok canlı
biçimde eşlik ediyor. Eser, Rönesans döneminin en önemli müzisyenlerinden Claudio
Monteverdi’nin bestesi. Bu görkemli eseri dinlerken aklımıza neler düşer?
“Aşk” adlı bu aryanın sözleri
şöyle: “Aşk dedi kadın ve
bakarak/gökyüzüne, ayakta durdu./Nerede, ah nerede sadakat/yalancının söz
verdiği./Mutsuz kadın!//Bana geri dönmesini sağla/bir zamanki o aşık gibi,/ya
da canımı al ki kendime/eziyet etmek zorunda kalmayayım./Mutsuz kadın. Artık
dayanamaz,/bu duyarsızlığa!//Artık iç çekmesine engel olacağım,/Benimle
birlikte olduğunda./Hayır, hayır söylemesine izin verme,/Ne kadar acı
çektiğini, yine, lütfen Tanrım.//Çünkü onun için üzülüyorum,/kendini sonzsuzca
över,/öyle ki, ondan uzak durursam,/bana geri döner.//Düşmanımın kaşı,
görünebilir/benimkinden daha az kaygılı/ama onu seviyor olsa bile,/gerçek
olmayacak.//Hiç elde edemeyeceksin,//Bu dudaklardan bu tatlı
öpücükleri,/yumuşacık olanları da ... ah yeter/yeter, sen çok iyi bilirsin.”
Bir kadının duygularını,
kıskançlığı, üzüntüyü anlatır bu görkemli arya.
1567-1643 yılları arasında
yaşamış İtalyan besteci Claudio Monteverdi insanlık tarihinin dönüm
noktalarından birinde, Rönesans çağında insanın gerçekleştirdiği o en büyük
devrimlerden birine müzikal anlamda büyük katkı yapanların en önde gelenidir.
Müzik alanında pek çok yeniliği getiren, modern operanın da öncüsü kabul edilen
bestecinin önemi, eserleriyle hümanist düşüncenin yükselişine yaptığı olumlu
etkidedir. Monteverdi, madrigallerinde bir erkeğin ya da kadının duygularını,
kişilerle şiirselleşen ya da dramlaşan durumları aktardı. O, benzersizliği ve
zayıflıklarıyla insanı konu aldı. Teolojik felsefenin müzikte de kendini
duyumsattığı bir dönem kapanmış, insan merkezli düşüncenin egemen olduğu yeni
bir müzikal anlayış kendini göstermişti. Monteverdi bir anlamda estetik bir
devrimi müzik alanında gerçekleştirdi.
Yeniden doğuş anlamına gelen “Rönesans”
dönemine daha yakından bakacak olursak bu dönemin tanrımerkezciliğin çöküşü ve
hümanist düşüncenin yükselişini getirdiğini görürüz. Hümanitas olarak adlandırılan bu düşünce akımı
insanlara ve gerçeklere yönelen en yüksek derecede felsefi bir aydınlığı işaret
eder. Başlangıçta daha çok yazın alanında kalan hümanizm, yavaş yavaş bütün
bilgi alanlarına yayıldı. Rönesansla birlikte insan zekası yeniden doğuyor,
yeni bir yaşam biçimi, anlayışı ve tarzı kazanıyordu. Bernard Foccroulle
kanımızca çok önemli bir belirlemede bulunur: Modern çağın şafağında ortaya
çıkan bireyin benzersiz olduğunu söyledikten sonra onun, demokratik yaşamıyla
özgürlüğüne sahip çıkmayı deneyeceğini bildirir. Bu yeni birey burjuvalar,
tüccarlar ve zanaatkarların oluşturduğu yeni bir sınıfın üyesidir. Halil
İnalcık Burckhard’dan aktarır: “Rönesans insanı her şeyi kendi arzusuna göre
yönlendiren, hırslı, gururlu, şöhret ateşi ile yanan, serbest düşünceli,
becerikli, sanata yatkındır”.
1340-50 yıllarında İtalya, Avrupa
kent yaşamının en çok geliştiği, burjuva sınıfının en güçlü olduğu yerdi.
İtalya bu dönemde hem Doğu ticareti sayesinde hem de ileri sanayi ve maliyesi
ile en zengin Avrupa ülkesi konumundaydı. İtalya’da Rönesans’ın merkezi 15.
yüzyılın sonuna kadar Floransa’dır. 14. yüzyılın sonunda varlıklı tüccar
aileler yönetimdeydiler. Hümanizm bu dönemde cumhuriyet yöneticilerini
yetiştiren bir eğitim sistemiydi.
Rönesans, ekonomi, bilim, sanat
ve toplumsal yaşamda çok büyük devrimlerin yaşandığı bir dönemdir. Yükselen
yeni sınıf, burjuvalar, egemen durumdaki feodalizmi alaşağı edecektir. Feodal
ekonomi sistemi yerini nakit ödemenin geçerli olduğu bir pazar için yapılan
meta üretimine dayalı kapitalist ekonomiye bırakacaktır. Ekonomik ilerleme, bilim
ve teknik alanındaki yeniliklere gereksinim duyacak, bu alandaki gelişmeyi
destekleyecekti. Bilgi bu dönemde ölümsüz yasaların öğrenilmesi yoluyla doğayı
denetim altına almanın aracı durumuna gelmiştir. Bu bilimsel devrim çağında
özellikle madencilik, metalurji ve kimya alanında çığır açan yenilikler
görüldü. Bu dönemin en önemli düşünürü Descartes (1591-1650), aklın ve
sağduyunun insanlarda eşit olduğunu ve aklın buyruklarına uymak gerektiğini
belirterek modern felsefe alanında öncü konuma ulaşmıştır. Rönesans’ın en
önemli bilim insanı da Kopernik (1473-1543)’tir. “Gök Cisimlerinin Devinimi”
adlı yapıtıyla dünya merkezli evren modelini geçersiz kıldı. Dünyanın küresel
olduğunu, güneş çevresinde ve kendi ekseni çevresinde döndüğünü yazdı. Bu yapıt
yalnızca bilim alanında değil toplumsal alanda da sarsıntılar yarattı. Güneşin
dünya çevresinde döndüğünü savlayan, buna inanan tanrımerkezci görüş etkisini
yitirdi. Böylelikle teolojik anlayış yerini insan aklını öne çıkaran
insanmerkezci anlayışa bıraktı.
Bu bilimsel ve felsefi aydınlık
rastlantısal gelişmemiştir. Avrupa Rönesansı’ndan çok önce Roma
İmparatorluğu’nun topraklarını ele geçirmeye başlayan, Kordoba’dan (Kurtuba -İspanya)
Buhara’ya (Özbekistan) uzanan geniş bölgede egemenlik kuran İslam uygarlığı yer
alıyordu. Ticarete önem veren İslam devleti ulaşabileceği her yerden teknik
yenilikleri alarak bir bilim merkezine dönüştü. Abbasi hanedanlığı
yönetimindeki İslam devleti MS 754-861 yılları arasındaki halifeler El Mansur
(754-774), Harun El-Reşid (786-809), El Me’mun (813-833) ve Mütevekkül
(847-861) yönetiminde Yunan klasik eserlerini, özellikle bilim ve felsefe
metinlerini Arapçaya çevirdiler. Halife El Memun Beytü’l Hikme olarak bilinen
çeviri bürosunu kurdu, böylelikle çeviri eylemleri kurumlaştı. Bunun sonucunda
insanlığın felsefi ve bilimsel birikimi Arapçaya taşındı ve İslami entelektüel
dünyada büyük değişiklikler ortaya çıktı. Böylelikle El-Kındi, Harezmi, Razi
gibi büyük bilginlerin yetişmesi sağlandı. Bilim adamlarını ve hekimleri devlet
yöneticileri ve kimi tüccarlar korudular. İslam bilginleri özellikle matematik,
astronomi, coğrafya, tıp, optik, kimya bilimleri alanında büyük yenilikler,
katkılar getirdiler. İşte bu dönem, Avrupa Rönesansı’nın hazırlayıcısı dönem
olarak kabul edilir.
Beytü’l Hikme İslam dünyasında
felsefi düşünceye çok önemli katkıda bulunmuştur. Dizgesel felsefe ilk olarak
El-Kındi (801-872) öncülüğünde gelişmiştir. El-Kındi felsefeyi “insan
yeteneğine bağlı olarak şeylerin gerçekliklerinin bilgisi” olarak tanımlamıştı.
Mutezile öğretisinin yanında yer aldı. Mutezile, tanrısal adalet kavramının
insanda özgürlüğün koşullarını zorunlu kıldığını ileri sürer. Daha önemlisi iyi
ve kötünün, vahiyle bildirilen herhangi bir bilgiden bağımsız olarak, aklın
kullanılması yoluyla da bilinebileceğini savlar. El-Kındi “Hakikati arayan biri için hakikatin kendisinden daha değerli bir şey
yoktur. O ne değerini yitirir, ne de kendisini arayanı alçaltır, aksine
yüceltir ve onurlandırır” demiştir. Onun ardından felsefeciler olarak adlandırılan
entelektüel bir küme oluşmuştur. El-Kındi’nin dizgeselleştirdiği İslam
felsefesi anlayışını öğrencileri sürdürdüler ve 10. yüzyılda tüm İslam
dünyasına yaydılar. Büyük filozof Farabi (870-950) bu felsefi gelenekten
gelmektedir. Mantık, fizik, metafizik, astronomi alanlarında çalışmış, ün
kazanmış, bunların dışında müzik ile de ilgilenmiştir. Farabi’ye göre en yüksek
mutluluğun aracı akıldır. Akıl, toplumun ve kişisel yaşamın her alanında
kullanılmalıdır. Farabi devlet yönetiminde sağduyulu, bilgili, yüce gönüllü
cesur, mal, mülk, güvenlik rütbe sorunlarında ve bir kimsenin başkalarıyla
ilişkilerinde adaleti sağlayabilen filozof yöneticiler bulunması gerektiğini
söylemiştir. Razi (865-925) de aynı dönemin önemli filozofudur. Razi aklı
vahyin önüne geçirir. Maddeci bir düşünürdür, maddenin ezeli olduğunu, evrende
boşluğun varolduğunu öne sürmüştür. Razi’ye göre ne vahye ne de peygambere
gereksinim vardır. Akıl insanlığı aydınlatmak için yeterlidir. İzleyen dönemin
önemli düşünürü İbn-i Sina (980-1037) Beytü’l Hikme ile başlayan düşünce
hareketinin zirvesi olarak kabul edilir. Öncelikle önemli bir hekimdi. Mantık,
fizik, matematik alanında eserler verdi. Evreni bir yaratma ediminin sonucu
olarak değil, öncesiz sonrasız varolan bir şey olarak gördü. Bu ilerici düşünsel
çizginin sonunda İbn-i Rüşd vardır. İbni Rüşd İspanya’nın Kordoba kentinde
doğdu. 1126-1198 yılları arasında yaşadı. Felsefe, bilim, tıp, hukuk ve din
konularında eğitim gördü. Yaşadığı dönemde tanınan ve saygı gören İbni Rüşd’ün yapıtları
ölümünden sonra, İbraniceye ardından da Latinceye çevrildi. Özellikle
Aristoteles’in yapıtları üzerine yaptığı açıklamalar büyük önem taşır. İlginç
olan, bu çalışmaların İslam dünyasında pek bir etkisi olmamasına karşın on
üçüncü yüzyıldan on yedinci yüzyıl ortalarına kadar batı bilim dünyasında büyük
etki yapmasıdır. İbni Rüşd, felsefe ve bilimin bizi kutsal kitapla çatışan
sonuçlara götürmediğini, felsefe ve bilimin de bizi kutsal kitap gibi hakikate
götürdüğünü, onların bize getirdiği sonuçların kutsal kitabın hakikatleriyle
bağdaştığını söyler. Böylelikle İslam felsefesinde dışlanan insan aklını
kurtarmaya çalışır. Bir anlamda laikliğin temellerini atar. Ona göre akıl tüm
insanlıkta ortaktır.
İbn-i Rüşd’ün eserleri 1134-1184
yılları arasında Toledo’da kurulan çeviri okulunda Latinceye çevrilir. Bunun
yanısıra Beytü’l Hikme’nin Arapça’ya çevirdiği eserler de Latince’ye
kazandırılır. Böylelikle Batı dünyasında İbn-i Rüşdcülük yayılmıştır. Bunun
Batı dünyasındaki etkileri çok önemlidir. İslam felsefesi etkisinin Sicilya ve
İspanya üzerinden Batı dünyasına aktarılması ile bilgi, kilise dogmatizmi ve
dine karşı laikleşmeyi getirmiştir. Antik felsefe metinleri ve İslam
filozoflarının telif yapıtlarının çevirileri Toledo ve Napoli üzerinden tüm
Avrupa’ya yayılmıştır. Bilimsel çalışmalar, astronomik gözlemler, yeni keşifler
bilimin sürekliliği bağlamında Avrupa entelektüel yaşamına büyük bir katkıda
bulunmuş ve bu yolla Rönesans’ın kapıları açılmıştır.
Sanatla başladık yazımıza, yeniden
sanata bağlayalım. Avrupa sanatı insanı incelemeye başlamadan çok önce Ömer
Hayyam insanla ilgili şiirler yazıyordu. Ömer Hayyam felsefe, matematik,
astronomi, tıp, hukuk, Kuran, hadis eğitimi görmüştü. Seçkin bir bilim insanı,
özellikle çok değerli bir
matematikçiydi. Kendisi takvim geliştirip kendi doğum tarihini 18 Mayıs
1048 olarak belirlemişti.
4 Aralık 1131’de öldü. Mutezile akımından da
etkilenen Hayyam, insana ve insanın özgürlüğüne önem verdi. Tasarlanan her şeye
akıl yoluyla, gerçeği kavrayarak ulaşılacağını savundu. Alınyazısını kabul
etmedi. Aşağıdaki dörtlüğü ve ardından gelen şiiri de saygın bestecimiz Fazıl
Say’ın müziğiyle Serenad Bağcan’dan dinlemenizi öneririz. Bu şiirlerde Hayyam
insanı ve yaşamı yüceltir. İnsanı herşeyin merkezine koyar. En önemlisi de
insan aklını herşeyin, imanın da üzerine çıkarır.
“Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. / Kızıl dudaklar, mis kokulu
şaraplar yok. / Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok. / Ben düşündükçe
var dünya, ben yok o da yok”.
“Akılla bir konuşmam oldu dün gece;/ Sana soracaklarım var dedim;/ Sen
ki her bilginin temelisin ,/ bana yol göstermelisin./…”. İnsanı ve aklı
yücelten diğer kimi dörtlüklerini de okuyalım: “Kim için bu yerler gökler?
Bizim için / Biz görüş cevheriyiz akıl gözünün / Evren bir yüzük gibiyse
çepeçevre / İnsan taşında bir nakış o yüzüğün.”
“Ey can, sana aklı niçin vermiş veren? / Kendini bil, yolunu bul yitip
gitmeden. / Baykuş gibi ne gezersin viranelikte, / Yerin akdoğan gibi sultanın
eliyken?”.
“Putların, Kabe’nin istediği: Kölelik; / Çanların, ezanların dilediği:
Kölelik; / Mihraptı, kiliseydi, tesbihti, salipti: / Nedir hepsini özlediği?
Kölelik”. Böylelikle Rönesans’ın gerçekte yüzyıllar öncesinde Doğu’da
yaşanmaya başladığını, insanlığın aydınlanma savaşımının sürekliliğini görmüş
olduk.
İnsanın bu öyküsü mutlu sonlandı
mı? 21. yüzyılın başından geriye doğru bir değerlendirme yapacak olursak bugün
için durumun hiç de parlak olmadığını söyleyebiliriz. Öncelikle Doğu’ya İslam
dünyasına bakalım. Yaşamının son döneminde İbn-İ Rüşd’ün Kordoba’dan sürüldüğünü
ve kitaplarının yakıldığını görüyoruz. Bu süreçte İbn-i Rüşd’ün yalnızca fiziksel
varlığı değil, düşünsel aydınlığı, İslam felsefesine ve yaşam biçimine
kattıkları da yok edildi. İbn-i Rüşd sonrasında İslam dünyasında Gazali
öncülüğünde bilim, felsefe ve sanat yasaklandı. Ne yazık ki aradan geçen bin
yılda da bu böylece değişmeden, ilerlemeden kaldı. İslam toplumları bu
alanlarda tek bir önemli düşün insanı ya da sanatçı çıkaramadılar. Şu anda da
Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında yaşam ölçütleri bağlamında geri kalmış
durumdadırlar. Daha da kötüsü bugün İslam, bilimsel anlayışı ve sanatı dışlayan,
kendi gibi düşünmeyen insanı, onun kafasını keserek ya da onu makineli
tüfeklerle tarayarak öldüren bir zalimlikle birlikte anılmaktadır. Bin yıl önce
insan aklını boğan ilkel bir anlayış ancak yine Beytü’l Hikme döneminde olduğu
gibi bilim ve felsefeye önem vererek aşılabilir.
Batı dünyasını değerlendirecek
olursak yine hayal kırıklığına uğrarız.
Rönesans’ı yaşamış İtalya 20. yüzyılın başında faşizmi üretebilecek kadar nasıl
gerilemiş olabilir? Faşizm, aykırı tüm sesleri kesen, bilimi, sanatı, tüm
özgürlükleri yok eden bir anlayıştı. Bu yönetim biçimi öncelikle Almanya olmak
üzere Avrupa’ya, ardından da dünyanın farklı ülkelerine yayılmıştı. İnsanlık
bunun bedelini 2. Paylaşım Savaşı’nda 50 milyon kişinin ölümüyle ödedi.
Savaştan geriye yıkıntı halinde bir dünya kalmıştı. Bu ilkel anlayışın izlerini,
tortularını bugün de görebilirsiniz. Rönesans’ı başlatan burjuvalar Fransız
Devrimi’nde tüm insanlığa verdikleri “eşitlik, adalet, özgürlük” sözünü
tutmadılar. Yalnızca kendi sınıflarının çıkarlarını korudular. Aklı, bilimi,
sanatı yalnızca para kazanma aracı olarak gördüler. Gelir dağılımdaki uçurum da
bu anlayışın sonucu. Ayrıntılar bu yazının sınırlarını aşacağından bu kadarla
yetinmek isteriz.
Sonuç olarak aklın ışığında
aydınlanmış, insanı ve yaşamı yücelten bir sanatın güzelliğini
duyumsayacağımız, böylelikle yaşamımızı da güzelleştirebileceğimiz bir dünya
hayalinin peşinde yüzyıllardır koşuyoruz insanlık olarak. İnsan inatçıdır. Bu
savaşımı sürdürmektedir. Yukarıda örneklerini verdiğimiz öncülerin yolunda,
aklımızın kılavuzluğunda bu özlemi gerçekleştireceğimizi biliyoruz.
Kaynakça:
- Tzvetan Todorov, Bernard
Foccroulle, Robert Legros. Sanatta Bireyin Doğuşu. Çev: Esra Özdoğan. Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, 2011.
- Halil İnalcık. Rönesans
Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci. Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.
- Charles G. Nauert. Avrupa’da
Hümanizma ve Rönesans Kültürü. Çev: Bahar Tırnakçı. Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2011.
- Aydın Büke, İpek Mine Altınel. Müziği
Yaratanlar-Barok Dönem. Dünya Kitapları, İstanbul, 2006.
- Mustafa Demirci. Beytü’l Hikme.
İnsan Yayınları, İstanbu, 1996.
- J.D. Bernal. Tarihte Bilim.
Çev: Tonguç Ok. Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2008.
- Diane Collinson, Robert
Wilkinson. Otuz Beş Doğu Filozofu. Çev: Metin Berke, Hamdi Bravo, Sibel
Özbudun, Berna F. Ülner. Ayraç Yayınevi, Ankara, 2000.
- Ömer Hayyam. Dörtlükler – Rubailer.
Çev: Sabahattin Eyüboğlu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder