Georg Lukacs'ın bu makalesini Arthur Kahn'ın İngilizce çevirisinden (Merlin Press, London, 1970) Türkçeleştirdim.
Marks ve Engels’in edebiyat ile
ilgili çalışmaları özel bir edebi biçimdedir. Okuyucunun, onları okuyup
anlamada doğru bir yaklaşım edinebilmeleri için, her şeyden önce onların neden
öyle olduklarını anlamaları gerekir. Marks ve Engels edebiyat sorunları ile
ilgili ne özel bir kitap ne de özgün bir makale yazmışlardır. Olgunluk
döneminde Marks, en sevdiği yazar Balzac’la ilgili görüşlerini geniş bir
eleştiri yazısıyla açıklamayı hep istemiştir. Ancak bu projesi, diğer birçoğu
gibi tasarım olarak kalmıştır. Büyük düşünür ekonomi ile ilgili temel eserine
öldüğü güne kadar kendisini tamamen adadığı için ne Balzac üstüne olan ne de
Hegel hakkında planladığı çalışması gerçekleşebilmiştir.
Bu kitap1, kısmen
mektup ve konuşma notları, kısmen de Marks ve Engels’in edebiyatın temel
sorunlarından söz ettiği farklı konularda yazılmış kitaplarından alıntılarla
oluşturulmuştur. Bu nedenle, seçme ve düzenlemeyi yazarların kendisi
yapmamıştır.
Böyle olmasına karşın bu, burada bir
araya toplanmış parçaların organik ve dizgesel bir görüş sunamayacağı anlamına
gelmez. Gerçekten, her şeyden önce bunun ne tür bir dizge olduğunu Marks ve
Engels’in felsefi kavramları bağlamında anlamalıyız. Elbette bu makalede Marksist
dizgeselleştirme kuramını derinlemesine inceleyemeyiz. Kendimizi okurun
ilgisini iki yöne çekmekle sınırlayacağız. Birincisi, Marksist dizge - modern
burjuva felsefesinin zıddı- tüm tarihsel süreç genel düşüncesinden asla
ayrılmaz. Marks ve Engels’e göre geniş kapsamlı tek bir bilim vardır: tarih
bilimi. Tarih bilimi doğanın, toplumun, düşüncenin vb.nin evrimini, bütünlüklü
bir tarihsel süreç olarak kapsar ve bu evrimin genel ve özel (tek bir dönemle
ilişkisi bakımından) yasalarını ortaya çıkarmayı amaçlar. Bu bakış açısı hiçbir
koşulda tarihsel görecilik anlamına gelmez. Bu da onların dizgesinin ikinci
karakteristik özelliğidir. Marksizm bu bakımdan da burjuva düşüncesinden ayrı
tutulmalıdır. Diyalektik yöntemin özü mutlak ve görelinin bölünemez bütünlüğünü
içermesidir. Mutlak doğrunun göreli ögeleri vardır (yer, zaman ve
koşullara bağımlı). Diğer yandan, gerçekten doğru olduğu ve gerçekliği güvenilir
bir kesinlikle temsil ettiği sürece, göreli doğrunun mutlak bir
geçerliği vardır.
Marksist görüşün bu yönünün
sonucu olarak o, burjuva dünyasında moda olan bilginin ayrı ayrı dallara
bölümlenmesi ve bu dalların yalıtlanmasını kabul etmez. Ne bir bütün ne tek tek
dallar olarak bilimin, ne de sanatın kendilerine özgü iç diyalektiklerinden
ortaya çıkan özerk, içkin bir tarihleri vardır. Onların gelişimini bir bütün
olarak toplumsal üretimin tarihsel hareketi belirler. Tekil alanlardaki
değişiklikler ve gelişmeler bu temelle ilişkilendirilerek tamamen bilimsel
yolla açıklanabilir. Marks ve Engels’in bu görüşü birçok modern bilimsel
önyargıyla keskin bir karşıtlık içindedir. Elbette bu görüş, birçok
yalancı-Marksist ve kaba Marksistin adeti olduğu üzere mekanik bir biçimde
ortaya atılmamıştır.
Bu soruna, daha ileri, daha derin
bir çözümleme için daha sonra geri döneceğiz. Şu an için yalnızca Marks ve
Engels’in, insan etkinliğinin özel alanlarının (hukuk, bilim, sanat, vs.)
gelişiminde varolan göreli özerkliği asla reddetmediklerini veya yanlış
yorumlamadıklarını vurgulamak istiyoruz. Örneğin onlar, tek bir felsefi
kavramın, geliştiği, mücadele ettiği ve düzelttiği onun öncülü bir diğerine son
derece bağlı olduğunu belirtmişlerdir. Marks ve Engels yalnızca, bilim ve
sanatın gelişiminin ancak veya daha da ötesi öncelikle kendi içkin koşulları
bağlamında açıklanabileceğini reddederler. Bu içkin koşullar nesnel gerçeklikte
kuşkusuz vardır. Ancak onlar yalnızca, birbiri ile ilişkili etkenlerin
oluşturduğu karışımda birincil rolü ekonominin oynadığı tarihsel koşulların,
tüm tarihsel sürecin görünümleri olarak vardır: üretim yöntemlerinin gelişimi.
Edebiyatın varoluşu, özü, ortaya
çıkışı ve etkileri bu nedenlerle ancak tüm tarihsel koşullar ve tüm sistem
bağlamında anlaşılabilir ve açıklanabilir. Edebiyatın ortaya çıkışı ve gelişimi
tüm tarihsel toplumsal sürecin bir parçasıdır. Edebi eserlerin estetik özü, değeri
ve buna uygun olarak onların etkileri, insanın bilinci ile dünyaya egemen
olduğu bu genel ve bütünsel toplumsal sürecin parçalarıdır. Marksist dizgenin
tartışmış bulunduğumuz birinci görünümü ile uyumlu olacak biçimde, Marksist
estetik ve edebiyat ile sanat tarihi, tarihsel materyalizmin bölümlerini
oluşturur. İkinci görünümü bakımından ise onlar diyalektik materyalizmin
uygulamalarını temsil ederler. Her iki açıdan da elbette, onlar belirli ve özel
kurallar ve belirli ve özel estetik ilkelerle bu bütünün özel ve özgün parçalarını
oluşturur.
Marksist estetiğin ve edebiyat
tarihinin genel ilkeleri tarihsel materyalizmin öğretisinde aranmalıdır. Sanat
ve edebiyatın ortaya çıkışını, gelişim yasalarını ve tüm süreç içindeki
ilerleme ve gerilemelerinde izlediği farklı yönleri yalnızca tarihsel
materyalizmin yardımıyla anlayabiliriz. Bu nedenle en başta tarihsel
materyalizmle ilgili belirli genel, temel sorunları incelemeliyiz. Dahası, bunu
yalnızca bilimsel dayanağımızı oluşturmak için değil gerçek Marksizmi, gerçek
diyalektik felsefi bakış açısını onun ucuz bayağılaştırmalarından ayırdetmek için
yapmalıyız, çünkü bu tür bayağılaştırma Marksist öğretinin güvenini belki de en
ciddi biçimde bu alanda sarsmıştır.
Tarihsel materyalizmin
yönlendirici ilke, tarihsel gelişimde ana belirleyici olarak ekonomik temeli
gördüğü iyi bilinir. İdeolojiler, sanat ve edebiyatı da kapsayacak biçimde
yalnızca bir üstyapı oluştururlar ve dolayısıyla gelişim sürecinde ikincil
etkendirler.
Bu temel kavramı yanlış anlayan kaba
materyalizm mekanik, çarpık ve yanlış yönlendirici bir sonuca ulaşır: Temel ve
üstyapı arasında basit bir nedensel ilişki vardır; temel yalnızca nedendir,
üstyapı ise etkidir. Kaba Marksist bakış açısıyla üstyapı, üretim yöntemlerinin
gelişiminin mekanik, nedensel bir sonucudur. Bu ilişkiler diyalektik yöntem
açısından bilinemezdir. Diyalektik, katıksız tek-yönlü, neden-sonuç ilişkilerinin
varlığını reddeder. O, en basit gerçekliklerde karmaşık neden-sonuç
ilişkilerini kabul eder. Dahası tarihsel materyalizm, toplumun evrimi gibi çok
katmanlı ve çok yüzlü süreçlerde, tüm toplumsal ve tarihsel gelişim sürecinin,
çok sıkı ilişkiler kurmuş bir bireşim biçiminde bulunduğu konusunda da ısrarlıdır.
Yalnızca böyle bir bakış açısıyla ideoloji sorunuyla yüzleşilebilir. İdeolojileri
temelde ekonomik süreçlerin mekanik, edilgin ürünleri olarak kabul edenler onların
özüne ve gelişimine yönelik hiçbir şeyi kavrayamazlar; Marksizmi değil, ancak
çarpık ve karikatürleştirilmiş bir Marksizmi açıklayabilirler.
Engels mektuplarından birinde bu
sorunla ilgili şunları söyler: “Siyasi, hukuki, felsefi, dini, edebi ve sanatsal
gelişim ekonomiye dayanır. Ancak onların hem birbirleri üzerinde hem de
ekonomik temel üzerinde etkileri vardır. Bu, ekonomik etkinin tek etken olması
ve geriye kalan her şeyin yalnızca edilgin olması değildir; son çözümlemede her
zaman kesin sonuca götüren, ekonomik tabanlı karşılıklı ilişkilerdir.”
Bu Marksist yöntemsel
yönlendirmenin sonuçlarından biri tarihsel gelişimde bireyin yaratıcı enerjisi
ve etkinliğine olağanüstü önemli bir rol yüklemektir. Temel Marksist tarihsel
gelişim kavramına göre, insan çalışarak hayvandan farklılaşır. Bireyin yaratıcı
etkinliği insanın kendi yaratıcılığının, insanın kendini çalışma yoluyla insana
dönüştürmesinin bir dışavurumudur. Bu gelişimin karakter, kapasite ve düzeyini
nesnel doğal ve toplumsal koşullar belirler. Tarihsel evrim kavramı tüm
Marksist toplumsal felsefe ve dolayısıyla Marksist estetiğe yayılır. Marks bir
yerde müziğin insanlarda müzikal duyu yarattığını belirtir. Yine bu kavram tüm
Marksist toplumsal evrim kavramının bir parçasıdır. Marks bu gözlemini şöyle
somutlaştırır. “... yalnızca insanın doğal varoluşundaki nesnel zenginliğin
açığa çıkarılmasıyla öznel insan duyarlığının zenginliği, müzik için bir kulak,
sanatsal biçim için bir göz, ilk kez eğitilecek veya aslında yaratılacaktır:
özetle, insan zevkinin ilk kez yetkinleştirdiği duyuları, insanın insan olarak
zorunlu becerileriyle oluşturduğu duyular.”
Bu kavram, yalnızca bireyin
tarihsel ve toplumsal etkin rolünün anlaşılmasında değil Marksizmin tek tek
tarihsel dönemlere, kültür evrimine, böyle bir evrimin sınırları, sorunları ve
boyutlarına bakışında büyük önem taşır. Marks savını şöyle tamamlar: “Beş
duyunun eğitimi tüm geçmiş tarihin emeğidir. Kaba zorunluluğa sınırlandırılmış
bir duyunun ancak kısıtlı bir duyarlığı olur. Uygarca karnını doyuramayan,
açlık çeken insan için tek bir soyutlama vardır: yiyecek. Kesinlikle çiğ veya
hayvan yeminden farksız olabilir. Umutsuz ve kaygılı insan en güzel dramaya
karşı hiçbir duyarlık göstermeyebilir. Bir metal eşya satıcısı o eşyanın
yalnızca pazar değerini görür ama güzelliğini veya özel niteliklerini görmez.
Mineralojik duyarlığı yoktur. Pratik olduğu kadar kuramsal açıdan da insan
doğasının nesnelleştirilmesi, hem insan aklını ve duyularını insancıllaştırmak,
hem de insan ve doğada varolan tüm zenginliği karşılayan bir insan aklı
yaratmak için zorunludur.”
İnsanın entelektüel etkinliği,
dolayısıyla her alanda, özellikle sanat ve edebiyatta özel görece bir
bağımsızlık taşır. Bu alanların veya etkinlik ortamlarının her biri, eleştirilse
ve karşı çıkılsa bile, - tek tek yaratıcı bireylerin etkinlikleri yoluyla-
kendisini daha yüksek gelişim aşamalarına yükseltecek önceki başarıların sonucu
olarak kendi kendine evrilir.
Bu özerkliğin görece olduğunu ve
ekonomik temelin önceliğinin reddi anlamına gelmediğini daha önce belirtmiştik.
Ancak, entelektüel yaşamın her alanının kendi kendine evrildiği öznel inancının
yalnızca bir yanılsama olduğu sonucuna varılmamalıdır. Bu özerklik, o evrimin
ve toplumsal işbölümünün doğasında kendi nesnel temelini taşır. Engels bu
bağlamda şöyle yazmıştır: “Buna [ideolojik gelişim, G.L.] katılan herkes,
işbölümü içindeki ayrı alanlara aittir. Dolayısıyla onlar, toplumsal işbölümü
içinde bağımsız bir grup oluşturacak boyutta özerk bir alan geliştirdikleri ve
üretimlerinin (hatalarını da içerecek biçimde) tüm toplumsal, dahası ekonomik,
gelişim üzerinde etki gösterdiği izlenimine kapılırlar. Ancak son çözümlemede,
onlar ekonomik gelişmenin baskın etkisi altında kalırlar.” Bunu izleyen bir
yorumunda da Engels ekonomik önceliği nasıl kavradığını yöntemsel biçimde
açıklar: “Sonuçta ekonomik gelişmenin bu alanlara üstünlüğü de bana göre
kesindir, ancak bu, ayrı alanların kendine özgü koşulları içinde yer alır: örneğin
felsefede, öncelikle öncül filozoflarca kurulmuş kolayca ulaşılabilir felsefi
materyal üzerine aldatıcı politik bir kılıkla etki eden ekonomik etmenlerin
etkisi yoluyla. Ekonomi kendiliğinden birşey yaratmaz ancak kendinden
önceki felsefi düşüncenin biçimlendirilmesi ve geliştirilmesinde belirleyicidir.
Ekonomi bunu dolaylı olarak gerçekleştirir çünkü felsefe üzerine en büyük
doğrudan etkiyi siyasi, hukuki ve ahlaki tepkiler yapar.”
Engels’in burada felsefe hakkında
söyledikleri edebiyatın temel gelişim ilkeleri ile de tam bir uyum içindedir. Tek
başına değerlendirildiğinde her gelişmenin kendine özgü bir karakteri olduğunu,
iki gelişmenin apaçık paralelliğinden yola çıkarak mekanik genellemelere
gidilemeyeceğini ve herhangi özgün bir ortamın evriminin kendine özgü bir
karakteri ve tüm toplumsal gelişme kuralları içinde kendine özgü kuralları
olduğunu kanıtlamaya gerek yoktur.
Şu ana dek tartıştıklarımızdaki
genel ilkeyi somutlaştırmaya çalışırsak, Marksist tarih görüşünün en önemli
ilkelerinden birine ulaşırız. Kaba Marksiszme tam karşıt olarak tarihsel
materyalizm, ideolojik gelişimin toplumsal ekonomik gelişime paralel olarak
mekanik ve önceden belirlenmiş biçimde gelişmediğini kabul eder. İlkel komünal
ve sınıflı toplumların (Marks ve Engels’in haklarında yazdığı toplumlar)
tarihinde her ekonomik ve toplumsal yükselmenin edebiyat, sanat ve felsefede
bir yükselmeye eşlik etmesi kesinlikle hiçbir zaman kaçınılmaz değildi. Yüksek
toplumsal düzeyde bir toplumun daha alt düzeyde bir toplumunkine göre daha
yüksek evrimsel düzeyde edebiyat, sanat ve felsefesinin olması kesinlikle
kaçınılmaz değildir.
Marks ve Engels ideoloji tarihi
alanında bu eşit olmayan gelişmeyi defalarca ve önemle vurgulayarak belirtmiştir.
Engels bu görüşü, on sekizinci yüzyılda Fransız ve on dokuzuncu yüzyılda Alman
felsefesinin tamamen veya en azından çevre ülkelerle karşılaştırıldığında
görece geri kalmış uluslarda ortaya çıktığını kaydederek örneklemiştir. Buna
göre bu ülkeler çevre ülkelere göre ekonomik olarak geri kalmış olsalar da
felsefede öncü bir rol oynayabilirler. Engels der ki: “Öyle gerçekleşir ki
ekonomik olarak geri kalmış uluslar felsefede ilk kemanı çalabilirler: On sekizinci
yüzyılda Fransa kendi felsefesine temel aldığı İngiltere’ye karşı; daha sonra
buna benzer biçimde onların her ikisine karşı Almanya.”
Marks bu görüşü edebiyat
konusunda genel terimlerle, belki daha keskin ve şiddetli biçimde, bir
dizgesellik içinde açıklamıştır. Şöyle demiştir: “Sanatta özel yükselme
dönemlerinin toplumun genel gelişimi ile pek uyum içinde olmadığı kabul edilir.
Maddi temelde bu, deyim yerindeyse onları oluşturan iskelettir. Örneğin
modernle veya Shakespeare’le karşılaştırıldığında Yunanlılar. İnsanlar sanatta,
örneğin epik gibi belli biçimlerin, sanat üretiminin bu biçimde ortaya çıktığı
tarihsel bir çağı temsil etmek için artık klasik biçimde üretilemeyeceğini
kavrayabilirler. Dolayısıyla sanatın kendi alanı içinde belli türler sanatsal
evrimin yalnızca az gelişmiş evrelerinde olanaklıdır. Özel sanatsal biçimlerle
ilgili olarak durum buysa, sanatın genel toplumsal gelişimi ile bir bütün
olarak ilişkisinde de durumun bu olması zorunluluğu hiç de şaşırtıcı değildir.”
Gerçek Marksistlere göre böyle
bir tarihsel gelişim görüşü herhangi bir şematik yaklaşıma, benzeşimlere ve mekanik
paralelliklere başvurmaya engel olur. Herhangi bir dönemde, ideoloji tarihinde
herhangi bir alanda eşitsiz gelişim ilkelerinin kendini nasıl ortaya koyduğu,
bir Marksistin yalnızca somut durumun somut çözümlemesi temelinde
yanıtlayabileceği somut tarihi bir sorudur. Marks bu nedenle açıklamasını şöyle
tamamlar: “Güçlük, yalnızca bu çelişkilerin genel bir biçimde açıklanmasında
yatar. Onlar belirginleştirildikleri anda çözülmüş olurlar.”
Marks ve Engels tüm yazım
yaşamları boyunca, onların izleyicileri olduklarını ileri sürenlerin somut
tarihsel süreçlerin somut incelemesi yerine soyut çıkarımlar ve benzeşimlere
dayanan bir tarih kavrayışı ve karmaşık, somut diyalektik ilişkiler yerine
mekanik ilişkileri koymaya çalışan aşırı basitleştirme ve kabalaştırma
çabalarına karşı kendilerini savunmuşlardır. Marksist yaklaşımın dikkate değer
bir uygulaması Engels’in Paul Ernst’e mektubunda görülebilir. Bu mektupta
Engels; Norveç koşullarının somut kendine özgülüklerini incelemeden Alman küçük
burjuvasıyla benzeşim kuran Ernst’in, genel “küçük burjuva” kavramına dayanarak
Ibsen’i “küçük burjuva” olarak karakterize etme çabasına karşı çıkar.
Marks ve Engels’in sanat ve edebiyat
alanındaki incelemeleri toplumun bir bütün olarak gelişimini kapsasa da, onlar
ilgilerini esas olarak, ekonomik gelişim ve toplumsal çatışma ile ilgili bilimsel
çalışmalarında yaptıkları gibi, kendi dönemlerinin temel sorunlarını, modern
gelişmeyi çözümlemeye yöneltmişlerdir. Marksist edebiyat yaklaşımını
inceleyecek olursak, herhangi bir dönemin kendine özgü koşullarını ortaya
koymak için eşitsiz gelişim ilkesine ne kadar büyük bir önem verildiğini
görürüz. Kuşkusuz, sınıflı toplumların gelişiminde kapitalizm ekonomik üretimin
en yüksek evresini temsil eder. Ancak Marks, bu üretim biçiminin sanat ve
edebiyatın gelişimi için uygun olmadığından da emindi. Marks, bu gerçeği ortaya
koyan ne ilk ne de tek kişiydi. Ancak o, bu koşulları yaratan etkenleri açığa
çıkaran ilk kişi oldu. Çünkü bu koşulların iç yüzü ancak çok yönlü, dinamik ve
diyalektik bir yöntemle kavranabilirdi. Doğal olarak biz bu soruna yalnızca dokunabiliyoruz.
Okuyucu için artık şu apaçık
olmalıdır ki Marksist edebiyat kuramı ve tarihi geniş kapsamlı bir bütünün,
tarihsel materyalizmin, yalnızca bir kısmını oluşturur. Marksizm, kapitalist
üretim biçiminin sanata karşı temel düşmanlığını estetik bakış açısıyla
tanımlamaz. Gerçekte, Marks’ın yorumlarıyla ilgili niceliksel ya da
istatistiksel bir çalışma yapmak zorunda olsaydık, ki bu kabul edilemez bir şey
olurdu, doğal olarak daha baştan bu sorunların onu pek ilgilendirmediğini
söyleyebilirdik. Yine de, Kapital’i ve Marks’ın diğer yazılarını
dikkatle inceleyen herhangi biri, onun (bu bağlamda) bazı yorumlarının, tüm
yaşamları boyunca estetikle uğraşmış anti-kapitalist romantiklerin
yazılarındakine göre, sorunun tam kalbine daha derin bir kavrayış getirdiğini
görecektir. Marksist ekonomi aslında ekonomik kategoriler, toplumsal yaşamın
temelleri, onların insan ilişkileri bakımından gerçekte geçmişte nerede ortaya
çıktıkları ve bunlardan önce toplumun doğayla kurduğu ilişki arasında
bağlantılar kurar. Marks aynı anda kapitalizm altında bu kategorilerin mutlak
somutmuş gibi göründüğünü, böylelikle gerçek özlerinin, insan ilişkilerinin,
gizlendiğini de gösterir. Kapitalist toplumda fetişizmi yaratan, varlığın temel
kategorilerinin bu ters yüz edilmesidir. İnsan bilincinde dünya olduğundan
farklı biçimde, yapısı çarpık, gerçek ilişkilerden uzak görünür. Kapitalizm
altındaki bu fetişleştirmede insanın, günlük yaşamı belirleyen somutmuş gibi
gösterilen soyut terimlerin (mal, altın, ücretler, vs.) arkasından gerçek özü
–insanın toplumsal ilişkilerini- görmesi ve kavraması için özel bir entelektüel
çaba gereklidir.
İnsan doğasının tutkulu uğraşı
olan hümanizm artık tüm edebiyat ve sanat için zorunludur. İyi sanat ve iyi
edebiyat öylesine insancıldır ki hem insanı ve insan doğasının gerçek özünü
tutkuyla araştırır, hem de insanın bütünlüğünü tüm saldırılara, bozukluklara ve
çarpıtmalara karşı tutkunlukla savunur. Bu eğilimler (özellikle insanın insana
zulmetmesi ve onu sömürmesi) kapitalizm altındaki örnek bir toplumda son derece
insanlık dışı bir düzeye çıktığı için, belirttiğimiz nesnel somutlaştırma
nedeniyle, yaratıcı bireyler olarak her gerçek sanatçı, her gerçek yazar, bilinçli
veya bilinçsiz, hümanizm ilkesinin bu çarpıtılmasına karşı içgüdüsel olarak birer
düşmandır.
Bu sorunun burada daha ileriye
götürülmesi açıktır ki olanaksızdır. Goethe ve Shakespeare’in belli eserlerinin
çözümlemesinde Marks insanı insanlığından çıkaran paranın insanlığı bozan ve
erdemsizleştiren etkilerinin altını çizer:
“Shakespeare paranın iki farklı
yönü üzerinde durur:
1- O görünür
tanrıdır, tüm insani ve doğal niteliklerin karşıtına dönüşmesi, şeylerin genel
çarpıklığı ve alt üst oluşudur; o olanaksızlıkları çözümler.
2- O, evrensel
orospudur, insanın ve ulusların evrensel pezevengidir.
“Tüm insani ve doğal niteliklerin
çarpıklığı ve alt üst oluşu, olanaksızlıkların çözümlenmesi- paradaki kutsal
güç, varoluşunun kaynağını insanoğlunun yabancılaşmış, yabancılaştıran ve
yabancılaşan özünden alır. O yabancılaşmış insanın malıdır.”
“İnsan olarak yapamadığım,
doğuştan gelen yeteneklerimin ötesinde olan ne varsa onu parayla
gerçekleştiririm. Dolayısıyla para, bu temel yetenekleri kendinde taşımadığı
bir şeye, karşıtı olan bir şeye dönüştürür.”
Marks’ın açıklaması sorunun tüm
dallarını kapsamaz. Kapitalist üretim biçiminin sanata karşı düşmanlığı,
kapitalist iş bölümü ile örneklenir. Bu savı tam olarak kavrayabilmek için
ekonominin bütününe bir kez daha bakmak gerekir. Biz sorunumuzun yalnızca bir
yönünü, yine hümanizm ilkesini inceleyeceğiz. Bu ilke proletaryanın özgürlük
savaşımına önceki demokratik ve devrimci hareketlerden miras kalmış ve
niteliksel açıdan daha yüksek bir düzeye evrilmiştir: çok yönlü, bütünleşmiş
insanın özgürce gelişim istemi. Buna karşıt olarak kapitalist üretim biçiminin
doğasında var olan sanat ve kültür düşmanlığı insanın parçalanmasını, somut
bütünlüğün soyut uzmanlaşmaya ayrışmasını getirir.
Antikapitalist romantikler de bu
gerçeği anladılar. Ancak bunu yalnızca yazgı veya şanssızlık olarak görüp duygusal
ve idealist bir biçimde ilkel toplumlarda sığınak aradılar ve kaçınılmaz olarak
gericilikle sonlandılar. Marks ve Engels, kapitalist üretim biçiminin ilerleyici
karakterini asla reddetmedi ancak onun insanlık dışılığını göstermek konusunda
amansızdı. İnsanlığın bu yolda yalnızca son ve gerçek özgürlüğün, sosyalizmin
materyalist temelini meydana çıkarabileceğini gösterdiler. Kapitalist toplumsal
düzenin ekonomik, toplumsal ve tarihsel kaçınılmazlığını kabul edip geçmiş
tarihsel dönemlere özlem duymayı kesin biçimde reddetseler de Marks ve Engels,
kapitalist kültür eleştirilerini gevşetmedikleri gibi saldırılarını
güçlendirdiler. Geçmişe gönderme yapmışlarsa bunu geçmişe romantik bir yolculuk
biçiminde değil, yalnızca insanlığın daha da aşağılık ve umutsuz bir sömürü ve
zulüm döneminden, feodalizmden kurtuluş için verdiği özgürlük savaşımının
kökenlerini belirlemek için yapmışlardır. Buna göre Engels Rönesans’la ilgili
yazarsa yorumlarını özgürlük savaşımına, işçilerin özgürlük savaşımının ilk
evrelerine yöneltir. Eğer daha sonra gelen kapitalist iş bölümü dönemindeki
üretim biçimine karşıysa, önceki dönem koşullarını yüceltmez ama gelecekteki özgürlüğü
işaret eder. Rönesans’tan söz ederken Engels şöyle der: “O insanlığın
deneyimini yaşadığı, devlere gereksinim duyan ve devler üreten gelmiş geçmiş en
büyük ilerici devrimdi: düşünce, tutku ve karakter yönünden, çokyönlülük ve
öğrenme bakımından devler. Burjuva sınıfının modern egemenliğini kuranlar,
modern burjuvazinin aksine dar görüşlüydüler… Ardılları arasında çok sık
rastlasak da tekyönlülüğe daraltan iş bölümü, o dönemin kahramanlarını
köleleştirememişti. Onların ayırdedici özellikleri ise hepsinin dönemin
akımları arasında yaşayıp çalışmaları ve kiminin kalemiyle, kiminin hançeriyle,
pek çoğunun da her ikisiyle savaşımın içinde eylemleriyle yer almalarıdır.
Dolayısıyla, onları oluşturan evrensellik ve güç insanoğlunu bütünler. Kitap
kurtları kural dışıdır. Onlar ya basitçe ikinci veya üçüncü sınıf insanlardır
ya da başlarını derde sokmak istemeyen sakıngan cahillerdir.”
Marks ve Engels dönem yazarlarına,
kapitalist işbölümünün yıkıcılığı ve alçaltıcılığına karşı karakterleri aracılığıyla
etkin bir biçimde ayaklanmaları ve insanı özü ve bütünselliği içinde ele
almaları için baskı yapmıştır. Onlar, birçok çağdaşlarının insanı bireysel
olarak ve bütünsellik içinde görme yaklaşımında bulunmamaları nedeniyle, bu
yazarları önemsiz taklitçiler olarak nitelemişlerdir. Lassalle’nin “Sickingen”
tragedyası ile ilgili eleştirisinde Engels şöyle yazar: “Günümüz modasına uygun
biçimde yalnızca bilgiç bir titizlik ve kuma yazılmış taklitçi bir edebiyatın
göstergesi olan, karakterlerin değersizce bireyselleştirilmesine karşı çıkmakta
son derece haklısınız.”
Aynı mektupta o, modern yazarın bu
gücü, bu kapsamlı bakış açısını, yaşamsal bütünlük kavrayışını nereden elde
edeceğini açıklar. Lassale’nin dramasını eleştirirken Engels ona, kötü
sonlanacağı baştan belli olan aristokratik ve gerici Sickingen hareketine fazla
değer vererek ve büyük köylü ayaklanmasını küçümseyerek siyasi bir yanlış
yaptığını söyler ve onu hatalı bulur. Engels aynı zamanda çok yönlü insan
yaşamının bu drama için gerçek ve canlı karakterler sağlayabileceğini belirtir.
Yukarıda aktarılan gözlemlerle
kapitalist üretim biçiminin edebiyata etkisi anlaşılır olmalıdır. Bu etki
çoğunlukla yazarın kontrolü dışındadır. Ancak Marks ve Engels yaratımın öznel
yanını asla küçümsememişlerdir. Tartışmamızın daha sonraki bölümlerinde bu
sorunla daha yakından ilgileneceğiz. Şimdi yalnızca tek bir özel soruna değineceğiz.
Kendi sınıfı, bu sınıfın önyargıları ve genel olarak kapitalist toplumla
kendini özdeşleştirmiş ortalama bir burjuva yazar, gerçek sorunlarla ilgili
eleştiri yazmaya korkar ve böyle yapmaktan kaçınır. 1840’ların sonunda
ideolojik ve edebi savaşım sürecinde genç Marks, Eugene Sue’nun o dönemde
Almanya’da çok okunan olağanüstü popüler ve etkileyici romanı Paris’in
Gizemleri ile ilgili titiz bir eleştiri yazdı. Biz yalnızca,
Marks’ın Sue’yu kapitalist toplumu yüzeysel biçimde yansıtmak, gerçekliği bozmak
ve çarpıtmak konusunda fırsatçı davranmakla suçladığını belirtmekle
yetineceğiz. Elbette Sue’yu artık kimse
okumuyor. Ancak her onyılda dönemin burjuva görüşlerini yayan, uygun
değişikliklerle bu eleştirinin geçerli olduğu moda yazarlar ortaya çıkar.
Edebiyatın kökeni ve gelişimi ile
başladığımız çözümlememizde estetik sorunlarda dar anlamda hemen hiç ayırt edilemez
değişiklikleri gördük. Böylelikle Marksist sanat görüşünün ikinci karmaşık
sorusuna geliyoruz. Marks, tarihi ve toplumsal süreçlerin edebiyatın doğuşu ve
gelişimi ile incelenmesini son derece önemli bulur. Buna karşın edebi soruların
bir yerde sonlanacağını reddetmemiştir: “…ancak güçlük, Yunan sanatının ve
epiğin belli toplumsal gelişim biçimleri ile nasıl ilişkili olduğunu anlamakta
değildir. Güçlük o eserlerin bize hala neden estetik haz verebildiği ve belli
normlar ve aşılamaz örnekler sağladığını anlamaktadır.”
Marks kendi sorduğu soruyu hem
içeriksel hem de tarihsel bakış açısıyla değerlendirir. İnsanlığın normal
çocukluğu Yunan dünyası ile sonraki nesillerin tinsel yaşamı arasındaki ilişkiyi
belirtir. İnceleme bu nedenle toplumsal köken sorununa dönmez, tersine
estetiğin temel ilkelerinin kesin biçimde açıklanması yönünde ilerler. Bu
yönelim biçimsel bir bakış açısıyla değil, kapsamlı bir diyalektik içerikle
oluşur. Marks’ın yanıtı herhangi bir döneme ait bir sanat yapıtının estetik özü
ile ilgili iki büyük soru doğurur: İnsanoğlunun evriminde dünyanın böylesi yansıtılmasının
önemi nedir? Bu evrim sürecinde sanatçı özel bir sahneyi nasıl yansıtmalıdır?
Yalnızca böylesi bir
değerlendirme ile sanatsal biçim sorununa yönelebiliriz. Bu soru doğal olarak,
yalnızca diyalektik materyalizmin genel ilkeleri ile en yakın ilişki kurularak
sorulabilir ve yanıtlanabilir. Dış dünyanın bilinçli kavranışı; bir gerçekliğin
bilinçten bağımsız biçimde insanın düşünce, kavrayış, algı vb.nde varlığıdır.
Bu, diyalektik materyalizmin temel tezidir. Bu tezin en genel çözümlemesinde
diyalektik materyalizm diğer tüm materyalizm türleriyle görüş birliği ve
idealizmin tüm alt tipleriyle tamamen karşıtlık içinde olsa da mekanik
materyalizmden kesin bir biçimde ayırdedilmelidir. Çağın koşullarına uymayan bu
materyalizmi eleştirirken Lenin, yansıtma kuramını onun diyalektik biçimde
kavrama yeterliğinin olmadığı konusunda diretmiştir.
Diyalektik materyalizmin genel
epistemolojisi, dış dünyanın insan bilincine yansıtılma yöntemi olarak sanatsal
yaratıyı kapsar. Ancak sanatsal yaratı, kendine özgü karakteri nedeniyle
sıklıkla kendi ayırdedici kuralları ile kendine özgü, özel bir alandır. İzleyen
gözlemlerde, edebiyat ve sanatsal yansıtmanın kendine özgülüklerini, bu
karmaşık soruna genel çizgilerle bile olsa ayrıntılı biçimde değinmekten
kaçınarak, ele alacağız.
Yansıtma kuramı, estetik için hiç
de yeni değildir. Görüntü, yansıtma, Shakespeare’in kendi edebiyat kuram ve
eylemini ortaya çıkardığı Hamlet’teki sahnede kullanarak ün kazandırdığı
eğretileme, eski kavramlardır. Bu kuram Aristoteles’in estetiğinin merkezini
oluşturuyordu ve o zamandan bu yana da çöküş dönemleri dışında hemen her önemli
estetiğe egemen oldu. Bu tarihsel gelişimin muhasebesini yapmak doğal olarak bu
girişin kapsamı dışındadır. Yalnızca, bir ölçüde bu kurama dayanan birçok
idealist estetiğe (örneğin Platon) işaret etmeliyiz. Daha önemli olan gerçek şu
ki dünya edebiyatının tüm büyük yazarları eserlerinde içgüdüsel veya az ya da
çok bilinçli olarak bu yansıtma kuramını uyguladılar ve kendi sanatsal
ilkelerini berraklaştırma çabalarında bu yönlendirmeye uydular. Tüm büyük
yazarların arzusu gerçekliğin sanatsal taklidi olmuştur. Gerçekliğe sadakat,
gerçekliği kapsamlı ve gerçekçi biçimde sunmak için bitmek bilmez çaba tüm
büyük yazarların (Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy) edebiyat alanındaki
büyüklüklerinin gerçek ölçütü olmuştur.
Marksist estetiğin bu anahtar
soruna, radikal yeniliklere karşı hiçbir önyargı taşımadan yaklaşması, yalnızca
temel veya gerçek bilgiyi taşımayan, proletarya ideolojisini “radikal yeni”yle,
sanatsal avangardizmle ilişkilendiren, proletaryanın kültürel kurtuluşunun
geçmişin tamamen terk edilmesi anlamına geldiğine inananları şaşırtır.
Klasikler ve Marksizmin kurucuları hiçbir zaman bu görüşü taşımadılar. Onların
yargısına göre, işçi sınıfının kurtuluş savaşımı, yaratılacak işçi sınıfı
ideolojisi ve kültürü, binyıllardır değer üreten tüm insanlığın mirasçısıdır.
Lenin bir zaman Marksizmin
burjuva ideolojilerine üstünlüklerinden birinin kesin olarak, ilerici kültürel
mirası eleştirel değerlendirmeyle kabul etme ve geçmişte önemli olan ne varsa
özümseme yeteneğinde yattığını belirtir. Marksizm, öncüllerini yalnızca – ama
bu “yalnızca” yöntem ve içerik bakımından olağanüstü önemdedir – tüm özümseme
işlemini bilinçli yürütmesi, tüm idealist ve mekanik sapmaları dışlaması, bu
özümsenenleri onların etkin nedenleriyle ilişkilendirmesi ve bilinçli bir
biçimde tanımlanmış toplumsal gelişim kurallarından oluşan bir sisteme
katmasıyla aşar. Estetik, edebiyat kuramı ve edebiyat tarihi alanlarında,
özetle şunu söyleyebiliriz: Marksizm, geçmiş yüzyılların en büyük
düşünürlerinin felsefi görüşleri, önde gelen yazarlarla sanatçıların
yapıtlarında varolan yaratıcı etkinliğin temel ilkelerinin kavramsal berraklık
düzeyine yükselir.
Burada ele aldığımız bazı daha
önemli sorunları aydınlığa kavuşturmak için şu soruyla yüzleşmemiz gerekir:
edebi yaratının sadık biçimde yansıtmak zorunda olduğu gerçeklik nedir?
Öncelikle olumsuz yanıt: Bu gerçeklik basitçe dış dünyanın doğrudan
algılanabilir dış görünüşünden ya da kaza eseri, rastgele meydana gelen, kısa
ömürlü olgulardan oluşmaz. Marksist estetik gerçekliği sanat kuramının merkezi
durumuna getirirken her türden doğalcılık ve dış dünyanın doğrudan
algılanabilir dış görünüşünün fotografik yeniden üretiminden tatmin olan tüm
yönelimlerle şiddetle savaşır. Burada Marksizm yine radikal anlamda yeni bir
şey ileri sürmez. Yalnızca, geçmişin büyük sanatçılarının kuram ve eyleminin
merkezi olan bilincin ve berraklığın en yüksek düzeyine yükselir.
Marksist estetik sanat kuram ve
eyleminde bir başka yanlış uç ile aynı sertlikte savaşır: gerçekliğin kopyalanmasının
reddedilmesini ve sanatsal formların bu yüzeysel gerçeklikten bağımsız olduğunu,
sanatsal formların bu nedenle özerklik taşıdığını, formların bu yetkinleşmesinin
ve yetkinleşme sonrası gelişiminin gerçeklikten soyutlanan kendilerinde
sonlandığını ve sanatsal yetkinliğin gerçeklikten bağımsız olduğunu savlayan
görüş. Bu görüşe göre sanatçının, gerçekliği arzusuna göre dönüştürme ve ona biçem
verme hakkı vardır. Bu savaşımda Marksizm kalıcılık gösterir ve sanatın görevi
gerçekliğin bütününü dürüst ve eksiksiz biçimde temsil etmek olduğuna göre,
sanatın doğasıyla bağlantılı olarak dünya edebiyatının gerçekten önemli
kişiliklerinin bakış açılarını genişletir. Bu bakış açısına göre sanat,
fotografik kopyalamadan, eninde sonunda soyut formlarla yalnızca eğlenceli bir
uğraşı olmaktan uzak olduğunca ayrılır.
Sanatın böylece kavranması ile diyalektik
materyalizmin bir anahtar sorusu sorulur: görünüş ve gerçeklik sorunu, burjuva
düşüncesi ve sonuçta burjuva estetiğinin üstesinden gelemediği bir sorun.
Doğalcılık kuram ve eylemi, görünüş ve gerçeklik arasında mekanik, diyalektik
karşıtı bir birlik öne sürer. Bu kuşkulu sebze çorbası içinde gerçeklik
kaçınılmaz olarak belirsizleşir ve dahası en sonunda kaybolur. İdealist sanat
felsefesi ve biçimci tarzın sanatsal edimi bazen gerçeklikle görünüş arasındaki
karşıtlığı ayırt eder. Buna karşın, diyalektik kullanmaksızın ya da tam olmayan
idealist diyalektik aracılığıyla yalnızca görünüş ve gerçeklik arasındaki
antitezi, bu antitezdeki karşıtlığın diyalektik bütünlüğünü fark edemeden,
görür (Bu sorun özellikle Schiller’de, hem onun ilginç ve araştırmacı estetik
incelemelerinde, hem de yaratıcı sanatsal çalışmalarında belirgindir). Edebiyat
ve çöküş dönemi kuramı genellikle her iki yanlış eğilimi birleştirir:
gerçekliğin esaslı araştırılması yerine, idealizm klasiklerindeki düşünce
kuramları için geçerli olduğu gibi gerçeklikten soyutlanan yüzeysel
benzeşimlerle eğlenceli bir uğraşı. Bu boş yapılar daha sonra doğalcı, izlenimci
v.b. ayrıntılar ile süslenir, yapısal olarak ilişkili kısımlar, birtakım mistik
“dünya görüşleri” aracılığıyla bir yalancı-birlik içine toplanır.
Gerçeklik (Wesen) ve görünüşün tam
diyalektiği onların nesnel gerçekliğin (Wirklichkeit) eşdeğerli yönleri,
yalnızca bilincin değil gerçekliğin ürünü olmalarına dayanır (2). Yine
de - bu diyalektik kavrayışın önemli bir aksiyomudur – gerçekliğin farklı
düzeyleri vardır. Dış görünüşün asla tekrarlamayan, anlık, kısa ömürlü bir
gerçekliği vardır. Ayrıca, gerçekliğin, değişen koşullarla değişen ve belli
yasalarla uyumlu olacak biçimde tekrarlayan daha derin ögeleri ve eğilimleri vardır.
Bu diyalektik, gerçekliğin bütününü kaplar. Böylelikle bu bağlamda görünüş ve
gerçeklik sürekli yeni ilişkiler kurar. Öyle ki dolaysız kavrayışın dış yüzeyinin
altına baktığımızda görünüşün karşısına gerçeklikle çıkar. Yenilenen incelemeyi
birbiri ardınca görünüş olarak biçimlendirir; ortaya yeni gerçeklik çıkar. Böylece
sonsuza dek gider.
Gerçek sanat böylece her şeyi
kucaklayan bütünlüğü içinde yaşamı kavrarken en fazla derinlik ve kapsamlılığı
arzular. Buna göre, görünüşün ardındaki gerçekliği olabildiğince derinlikli
biçimde inceler ama onu soyut, olgulardan kopuk, olgulara karşıt biçimde
yansıtmaz. Tam tersine dinamik diyalektik bir süreci temsil eder. Burada
gerçeklik, görünüşe dönüşür, bir olgu olarak kendini ortaya koyar ve sürecin, değişim
içindeki olgunun kendine özgü gerçekliğini açığa çıkardığı diğer yanını gösterir.
Dahası, bu tekil görünüşler yalnızca diyalektik bir hareket, birbirine dönüşüm içermez.
Aynı zamanda, süreklilik gösteren bir sürecin ögeleri olarak sürekli bir ilişki
içindedir. Dolayısıyla gerçek sanat yaşamı bütünlüğü, hareketi, gelişimi ve
evrimiyle yansıtır.
Diyalektik kavrayış evrensel,
kendine özgü ve bireysel olanı dinamik bir birlik biçiminde bir araya getirir. Açıktır
ki bu kendine özgü diyalektik özgül sanatsal formlarda da ortaya konmalıdır. Bu
etkinliği soyut ögelerine ayrıştıran ve bu ögelerin karşılıklı etkileşimini
kavramsallaştırmaya çalışan bilime karşı sanat, bu etkinliği dinamik bir
birlikteki devinim gibi algısal bakımdan anlamlı biçimde sunar. Bu sanatsal
bireşimin en önemli kategorilerinden biri tiptir. Bununla ilgili olarak Marks
ve Engels, ilk kez asıl gerçekçiliği tanımlarken bu kavrama gönderme
yapmışlardır. Engels şöyle yazar: “Ayrıntılardaki titizliğe ek olarak,
gerçekçilik bana göre, tipik durumlardaki tipik karakterlerin sadık biçimde
temsil edilmesidir”. Buna karşın Engels, tipikliğin soyut genelleştirmelere
dönüştürülerek bireyselleştirmeye karşıt duruma getirilmemesini önerir. “… her
biri aynı anda hem bir tiptir hem de özel bir bireydir, yaşlı Hegel’in
deyişiyle bir ‘bu’dur [Dieser] ve öyle olmalıdır.
Marks ve Engels’e göre tip,
klasik tragedyanın soyut tipi değildir. Schiller’deki idealize edilmiş
evrensellik de değildir. Zola ve Zola-sonrası edebiyat ve edebiyat kuramını
oluşturan şey kesinlikle değildir: ortalama. Tipi karakterize eden, hakiki
edebiyatın canlı ve karşıtlıklar - çağın
en önemli toplumsal, ahlaki ve tinsel karşıtlıklarını- içeren bir birlik içinde yansıttığı yaşamın,
dinamik bütünlüğünün tüm baskın yönlerinin birleşimi ve kesişimidir. Öte yandan
ortalamanın temsili kaçınılmaz olarak bu karşıtlıkların, herhangi bir çağın
önemli sorunlarının yoğunluğunu azaltır, hafifletir. Bu önemli sorunlar ortalama
insanın zihninde ve yaşantısında temsil edildiğinde belirleyiciliğini yitirir. Bir
tipin temsili yoluyla insanın içinde var olan, tarihsel açıdan çözümlenmiş,
bireysel ve toplumsal bakımdan evrensel olan somut, genel, zorunlu nitelikler
tipik sanatta birleşir. Bir tipin yaratılması, tipik karakterler ve tipik
durumların bulunması yolu ile toplumsal gelişmenin en önemli doğrultularına uygun
sanatsal anlatım kazandırılır.
Bu genel belirlemelere bir başka
gözlemi de eklemeliyiz. Marks ve Engels kendi estetiklerine en fazla uyan
sanatsal, gerçekçi yönü Shakespeare ve Balzac’ta (belirtebileceğimiz gibi, sırasıyla
Schiller ve Zola’ya karşılık) görmüşlerdir. Bu seçkin özgün kişiliklerin seçimi,
Marksist gerçekçilik kavramının günlük yaşamın herhangi bir fotografik taklidi
ile karıştırılmaması gerektiğini ortaya koyar. Marksist estetik basitçe
yazarın, yakaladığı gerçekliği soyut olarak değil, yapısal bir parçasını
oluşturduğu ve özgün yaşantılardan ortaya çıkan olguların nabzı atan canlılığının
gerçekliği olarak yansıtmasını ister. Buna karşın bizim görüşümüze göre
tanımlanan olguların günlük yaşamdan ya da dahası yaşamdan alınması gerekli
değildir. Buna göre yaratıcı imgelem ve sınırlandırılmamış kurgu Marksist
gerçekçilik kavramı ile uyumludur. Edebi başarılar arasında Marks Balzac ve
E.T.A. Hoffmann’ın olağanüstü öykülerine özellikle değer verir.
Doğal olarak imgelem ve imgelem,
kurgu ve kurgu vardır. Onları yargılayacak ölçütler arayacak olursak,
diyalektik materyalizmin temel öğretisine geri dönmemiz gerekir: gerçekliğin
yansıtılması.
Doğalcı ayrıntı
aracılığıyla betimlenen dünyanın gerçekliğini reddeden Marksist estetik, Hoffmann
ve Balzac’ın olağanüstü öykülerini gerçekçi edebiyatın en büyük başarıları
arasında kabul eder, çünkü bu temel ögeler gerçek imgelemle ortaya konur. Marksist
gerçekçilik kavramı, gerçekçiliğin özünün algısal ve sanatsal olarak ortaya
konduğu bir gerçekçiliktir. Bu, yansıtma kuramının estetik alanına diyalektik
uygulanımını temsil eder. Bundan dolayı, tip kavramının Marksist estetikte
vurgulanmak zorunda oluşu şaşırtıcı değildir. Tip, öte yandan, gerçeklik ve
görünüş arasındaki diyalektiğin bir başka alanda bulunmayacak çözümüne izin
verir. Bir diğer yandan da, en iyi gerçekçi sanatın doğru yansıttığı toplumsal
ve tarihsel süreçle bağlantı sağlar. Bu Marksist gerçekçilik kavramı, Fielding
gibi gerçekçiliğin büyük ustalarının kendi sanatsal edimlerinde
arzuladıklarının bir devamını temsil eder. Onlar kendilerine burjuva
gerçekçiliğinin, kendi çağlarının özel yaşantısının tarihçileri demişlerdi.
Marks ise, gerçekçilerin yapıtlarına onlardan bile daha yüksek düzeyde değer
biçerek büyük gerçekçi sanatın tarihsel gerçeklikle ilişkisi bağlamında daha
ileriye gider. Damadı önde gelen Fransız sosyalist yazar Paul Lafargue ile bir
söyleşisinde Marks Balzac ile ilgili şunları söylemiştir: “ Balzac yalnızca
çağının toplumunun bir tarihçisi değil, aynı zamanda Louis Philippe döneminde
gelişme aşamasında olan, ancak Balzac’ın ölümünden sonra III .
Napoleon döneminde tam anlamıyla olgunluğa kavuşacak karakterlerin bilici
yaratıcısıdır”.
Sanattan böylesi istemlerde
bulunan Marksist estetik, tutarlı, radikal nesnelliğini gösterir. Marksist
görüşe göre büyük gerçekçiliğin belirleyici niteliği, tutku ve gerçekliği
nesnel ve özsel olarak olduğu gibi kavrayıp taklit etmek için adanmış bir
araştırmadır. Maksist estetiğin bu öğretisi ile ilgili birçok yanlış anlama
vardır. Birçok kişi bunun, yaratıcı sanatçının ve yaratıcı çabadaki öznel
etkenlerin rolünün küçümsenmesi anlamına geldiğini iddia eder. Bu kişiler
Marks’ı, mekanizm ve doğalcılığın yanlış nesnelliğinin Marksizm olduğunu iddia
eden kaba Marksistlerle karıştırır. Marksist ideolojinin ana sorunlarından
birinin görünüş ve gerçeklik diyalektiği, karşıt olgular örgüsünden gerçekliğin
tanımlanması ve bunlardan sonuçlar çıkarılması, olduğunu görmüştük. Yaratıcı
sanatçının ex nihilo (yoktan- CÇ), kökten yeni bir şey “yarattığı”na inanmaz,
sanatçının kendisinden bağımsız olarak var olan, herkes için erişilebilir
olmayan ve kendini gizleyen, büyük sanatçıların bile uzun zaman gözünden kaçan bir
gerçekliği keşfettiğini kabul edersek, hem yaratıcı sanatçının etkinliğini ortadan
kaldırmamış, hem de küçümseyerek hor görmemiş oluruz. Marksist estetik,
sanatçının bizi toplumsal süreçlerle ilgili bilgilendirmesini, bu toplumsal
süreçleri anlamlı, deneysel açıdan erişilebilir kılmasını, eserinde kendi farkındalığını
ve toplumsal evrim konusundaki uyanışını kaydetmesini yaratıcı çabanın en büyük
başarısı olarak görüyorsa, sonuç kesinlikle sanatçının etkinliğinin
küçümsenmesi değildir. Bu, daha önce hiç böylesine uygun olmamış adil ve yüce
bir değerlendirmedir.
Burada, başka yerlerde olduğu
gibi, Marksizm “kökten yeni”ye hiç değer vermez. İdeaların estetik yansısının öğretisi
olan Platon’un estetiği, bu sorunu ele alır. Marksizm bir kez daha büyük
idealistlerin tepetaklak ettikleri estetik gerçeği ayakları üzerine doğrultur. Bir
yandan, görmüş olduğumuz gibi, Marksizm görünüş ve gerçeklik arasında özel bir
karşıtlık olduğunu kabul etmez ama görünüşteki gerçekliği ve gerçeklikle
yapısal ilişki içinde olan görünüşü arar. Diğer yandan da, Marksizm için
gerçekliğin ve ideanın estetik kavranışı basit, kesin bir eylem değildir. Bu,
bir süreç; temel gerçekliğe etkin, adım adım yaklaşım; gerçekliğin en derin
özünün, gerçekliğin yüzeysel olguları da içeren bütününün bir parçasından başka
bir şey olmadığı gerçeğinin ayırt edilmesidir.
Marksizm, estetik bilinç ve
temsilde kökten, aşırı nesnellik istiyorsa, yaratıcı sanatçının vazgeçilmez
rolünü de vurgular. Bu süreç, gizlenmiş gerçekliğe bu adım adım yaklaşım,
yalnızca en büyük ve en azimli dehalar için erişilebilirdir. Marksist bilimin
nesnelliği, soyutlamayı – gerçekten anlamlı soyutlama-, yalnızca insan
bilincinin ürünü olarak görmez; soyutlamanın kendisinin (özellikle toplumsal
süreçlerin ilkel biçimleri, ekonomik biçimler) toplumsal gerçekliğin bir ürünü
olduğunu gösterecek kadar kapsamlıdır. Bu soyutlama sürecini ileri görüşlü bir
imgelemle inceleyecek olursak şunu görürüz: Genel süreçlerdeki karmaşıklıkları
çözmek ve bu karmaşıklığın tümünü tipik karakter ve durumlara yoğunlaştırmak
yalnızca en büyük sanat dehasının girişebileceği bir görevdir.
Bundan sonra da Marksist
estetiğin nesnelliğinin, sanattaki öznel etkenleri reddetmeye kesinlikle yol açmadığını
görürüz. Buna karşın, bu sorunun yine de başka bir yönü var. Belirtmeliyiz ki
Marksizmin ileri sürdüğü nesnellik, toplumsal gelişmelere yansız kalmak
anlamına gelmez. Büyük sanatçı durağan nesneleri ve durumları taklit
etmediğinden, ama bir sürecin doğrultusunu ve temposunu yansıtmaya
çalıştığından böyle bir sürecin karakterini sanatında kavramış olmalıdır. Böyle
bir anlayışın kendisi de bir tutum almayı önceden zorunlu kılar. Marksist
estetik, bütün bunları doğru bir biçimde kavrar. Toplumsal hareketlerin
üzerinde bağımsız bir gözlemci olarak sanatçı kavramı (Flaubert’in
“impassibilite”si (kayıtsızlık-CÇ.)) olsa olsa bir yanılsama veya kendi kendini
aldatmadır. Daha genel olarak söyleyecek olursak, basitçe yaşam ve sanatın
temel sorunlarından sakınmaktır. Kendi tutumunu, özlemlerini ve arzularını
gerçekliği yansıtırken belirtmeyen büyük bir sanatçı yoktur.
Bu görüş, daha önce belirttiğimiz
Marksist estetiğin özünün nesnelliği olduğu savımızla çelişiyor mu?
Bizce çelişmiyor. Göze çarpan bir
karşıtlıkla ilgili bir karışıklığı önlemek için sözümona yanlı sanat ile ilgili
Marksist yoruma kısaca değineceğiz ve böyle bir sanatın Marksist estetikteki
yerini tanımlamaya çalışacağız. Yanlılık nedir? Yüzeysel bir bakış açısıyla
sanatçının siyasi veya toplumsal bir görüşü gösterme, yayma ve örnekleme
çabasıdır. Bu yapay karışımları tartışırken ilginç ve karakteristik olarak
Marks ve Engels, özellikle de bir yazar bir savın doğruluğunu kanıtlamak için
veya yanlı bir politikayı haklı çıkarmak için nesnel gerçekliği çarpıtırsa
(Yukarda Marks’ın Sue eleştirisi ile karşılaştırınız), özel bir ironiyle
konuşur. Marks, büyük sanatçıların bile kendi yapıtlarını veya kişisel
karakterlerini, kendi düşüncelerini doğrudan belirtmek için kullanmalarına
karşı çıkar. O, bunun sonucunda sanatçıların karakterlerinin, kendi var
oluşlarının içsel ve yapısal diyalektiği ile uyumlu olacak biçimde tüm
yeteneklerini ortaya çıkarmalarını engellediğini öne sürer. Bu bağlamda Marks,
Lassalle’yi tragedyasını değerlendirirken şöyle eleştirir: “En modern
düşüncelerin bile çok daha üst düzeyde ve en saf durumlarıyla ortaya
çıkmalarına izin vermiş olabilirsiniz, ancak bu durumda, dini serbestlik
dışında, temel izleğinizi burjuva birlik sağlar. Daha çok Shakespear-leşmek
zorunda olmalıydınız. Schiller-leşmenizin, karakterlerinizi dönemlerinin
sıradan sözcülerine dönüştürmenizin, en
büyük zayıflığınız olduğunu düşünüyorum.”
Yanlı edebiyatın reddi gerçek
edebiyatın yanlı olmadığı anlamına gelmez. Nesnel gerçeklik kaotik bir
düzensizlik değildir. Tam tersine, öncelikli olarak belli bir genel doğrultuda
hareket eden, az ya da çok vurgulanmış eğilimleri içeren devrimci bir süreçtir.
Bu sürecin reddi veya yanlış yorumlanması sanat eserini ciddi biçimde
zayıflatır (Marks’ın Lassalle’nin tragedyasını eleştirisine bakınız).
Böylelikle, bir sanatçının
toplumsal evrimin farklı eğilimleri ve özellikle sürecin temel eğilimi ile
uygun ilişkisi tanımlanabilir. Engels sanattaki eğilimi açıklar: “Temelde ben
yanlı şiirin kesinlikle karşısındayım.” Tragedyanın babası Aeschylus ve
komedyanın babası Aristophanes, kuvvetli biçimde yanlıydılar. Dante ve
Cervantes daha az yanlı değildiler. Schiller’in en değerli eseri Kabale ve
Liebe de ilk Alman siyasi yanlı dramasıdır. Mükemmel romanlar yaratan modern
Ruslar ve Norveçlilerin tümü yanlı idi. Ancak bana göre yanlılık açıkça
belirtilmek zorunda kalmadan, koşullardan ve hareketten ortaya çıkmalı. Şair,
tanımladığı tarihsel soruna okur için yüzeysel çözümler üretmek zorunda
değildir.” Engels, bir tezin, ancak eserin sanatsal özünden, yaratıcı sanatsal
üretimden yapısal olarak çıktığı zaman sanatla ilişkilendirilebileceğini ve
büyük sanat eseri üretimini yükselteceğini açıklıkla belirtir. Bir başka
deyişle, daha önce de belirttiğimiz gibi, tez, diyalektik yansıması olan
gerçekliğin kendisinden çıkmalıdır.
Sanatçının gerçek bir sanatçı olabilmesi
için savunması gereken temel görüşler nelerdir? İnsanlığın ilerlemesi ile
ilgili önemli görüşler. Hiçbir büyük sanatçı bunlara kayıtsız kalamaz. Tutkulu
bir bağlılık olmaksızın tip yaratamaz veya derinlikli gerçekçiliği başaramaz.
Bu bağlılık olmaksızın bir yazar zorunlu olanı zorunlu olmayandan asla
ayıramayacaktır. Toplumsal gelişimin bütünlüğü bakış açısıyla, iyiyi sevmeyen
ve kötüyü reddetmeyen bir yazar ilericilik konusunda isteksizse ve tepki
göstermekten nefret ediyorsa, büyük edebiyat açısından zorunlu olanın ayırımını
yapamazlar.
Bir kez daha belirgin ve derin
bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Tüm büyük yazarların ilerici bir sınıfa ait
olmaları, ilerici felsefi, toplumsal ve siyasi görüş taşımaları ve - belirgin
çelişkiyi kabaca belirtmek için – siyasi ve toplumsal açıdan sol görüşlü
olmaları gerektiği izlenimi doğabilir. Oysa edebiyat tarihinde bunun karşıtı
büyük gerçekçi yazarların sayısı, özellikle de Marks ve Engels’in en çok
beğendikleri, hiç de az değildir. Ne
Shakespeare, ne Goethe, ne Walter Scott ne de Balzac sol görüşlüydü.
Marks ve Engels, bu soruya
kaçamak yanıt vermezler, onu derin çözümlerler. Margaret Harkness’e yazdığı
ünlü mektupta Engels, eserlerinde tam karşıt görüşü sergilerken Balzac’ın
siyasi açıdan nasıl kral yanlısı ve legitimist (3) olabileceği ve çürümüş
aristokrasiyi destekleyebileceği sorununu derinliğine inceler. “Kesinlikle,
Balzac siyasi açıdan bir legitimist idi. Onun büyük eseri iyi toplumun
kaçınılmaz çöküşüne bir ağıttır. O, çöküşü öngörülen bir sınıfa sempati duyar. Buna
karşın en acı, en keskin yergiyi de en derin sempati duyduğu bu kadın ve erkeklere,
aristokrasiye yöneltir”. Tersine siyasi düşmanlarını, cumhuriyetçi
devrimcileri, tek gerçek kahramanlar olarak yansıtır. Bu çelişkinin en büyük
sonucunu Engels şöyle özetler: “Balzac’ın sempati duyduğu sınıfa ve kendi
siyasi önyargılarına karşı çıkmak zorunda kalmasını, sevgili aristokratlarının
kaçınılmaz çöküşünü görmesini ve onları daha kötü bir geleceğin beklediğini göstermesini,
döneminde yaşayan geleceğin kişisini saptamasını gerçekçiliğin en büyük
zaferlerinden biri ve yaşlı Balzac’ın en görkemli başarısı olarak
değerlendiriyorum.”
Bu olağanüstü bir başarı mıdır? Sanatsal
dehanın, siyasi yönelimlerin kısıtlamalarını aşan gizemli bir rastlantısal
başarısı mı? Hayır. Engels’in çözümlemesinde gösterdiği, yalın ve açık bir
olgudur. Bunun gerçek önemi ise onu ilk kez Marks ve Engels’in keşfedip
çözümlemesindedir. Onların ilişkilendirdikleri şey büyük yazar ve sanatçıların
uzlaşmaz dürüstlüğü, kibirden arınmışlığıdır. Onlara göre, özen gerektiren bir
araştırmayla ortaya çıkarılan gerçeklik, aslında olduğu gibi olan gerçeklik, en
çok değer verilen önyargılar ve en derin kişisel arzuların üstündedir. Büyük
sanatçının dürüstlüğü (gelişimlerinde onları yaratırken dikkate aldığı imgelemindeki
görüş ve yanılsamaların ortaya çıktığı) var olmalarına olanak sağlanan, tüm
yetenekleri açığa çıkana kadar serbestçe evrilen karakterlerine ve bunu başarmak
için en derin görüşlerinin gerçekliğin kişisel olmayan diyalektiğinde uçup
gitmesine hiç önem vermemesine dayanır. Böylesi bir dürüstlüğü Cervantes,
Balzac ve Tolstoy’da görüp inceleyebiliriz.
Bu dürüstlüğün kendi somut
içeriği vardır. Balzac’ın legitimizmini Bourget gibi bir yazarınki ile
karşılaştırın örneğin. İkincisi aslında ilerlemeye karşı savaşım verir. Cumhuriyetçi
Fransa’yı eski gericiliğin boyunduruğu altında ezebilirdi. Günlük yaşamın
çelişki ve sorunlarını, uzun zaman önce güncelliğini yitirmiş ideolojileri
bunlara çare olarak öne sürmek için sömürür. Buna karşıt olarak Balzac,
Restorasyon döneminde başlayan büyük kapitalist yükselişte insan bütünlüğünü
savunur. Balzac hem bu süreçteki dayanılmaz gücü, hem de onun ilerici yönleri
nedeniyle yenilmez olduğunu görmüştür. Bu gelişimin, bireyi parçalayıcı ve
bozucu etkilerine karşın, altını oyduğu feodal veya yarı feodal düzene göre
kimileyin belli yerlerde korkunç etkileriyle, evrimin daha yüksek bir aşamasını temsil
ettiğini görmüştür. Balzac bu sürecin insanı parçaladığını ve bozduğunu
görmüştür. O, insanlık adına ve insanın bütünlüğünü savunmak için bu gelişmeden
nefret etmiştir. Onun bilinçli toplumsal ve siyasal bakış açısı filozof Balzac
için çözümsüz olan bu karşıtlığı örnekler. Dünyayı asıl gerçekçi nesnellikle
araştırmak ve temsil etmekle o eserlerinde hem bu gelişimin özünü doğru
yansıtabilmiş hem de kendi aşk ve nefretinin köklerine yönelik derinlemesine
bir araştırma yapmıştır. Filozof Balzac, Bonald ve de Maistre’nin ufuklarını
aşmıştır. Yaratıcı Balzac’ın bakış açısı, bu sağ-kanat politikacı filozoflardan
daha iyi, daha derin ve daha uzak görüşlüdür. İnsanın bütünlüğü ile ilgili
yükümlülüğü sayesinde kapitalist ekonomik düzendeki karşıtlıkları ve kapitalist
kültür sorunlarını saptayabilir. Yaratıcı bir sanatçı olarak Balzac, büyük
çağdaşı sosyalist Fourier’in kapitalist toplumun yükselişini kabaca çizdiği
eleştirel tabloya olağanüstü yakındır.
Marksist bakış açısına göre
gerçekçiliğin zaferi, edebiyat ve sanatın, yaratıcı eserleri sözde bir sınıf
psikolojisine göre yazarın siyasi tutumu ile ilişkilendirerek mekanik biçimde
değerlendiren kaba kavranışına bir son vermek anlamına gelir. Araştırdığımız
Marksist bakış açısı, karmaşık edebi olguların aydınlatılması için çok uygundur
ancak bu, onun somut biçimde, tarihsel özle, gerçek estetik ve toplumsal içgörüyle
uygulandığı durumlarda geçerlidir. Onun herhangi bir edebi olgu için kullanıma
hazır uygulanabilir bir formül olduğunu düşünen biri geçmişin kaba Marksistleri
gibi Marksist klasikleri yanlış yorumlar. Bu yaklaşımla ilgili daha fazla
yanlış anlamayı ortadan kaldırmak için, Engels’in tanımladığı biçimde,
gerçekçiliğin zaferinin, yazarın açık ideolojisinin bir tarafsızlık durumu
anlamına gelmediğini ya da yazarın açık ideolojisinden ayrıldığı eserinin
yalnızca bundan dolayı gerçekçiliğin zaferini temsil etmediğini basitçe
eklememe izin verin. Gerçekçiliğin zaferi büyük gerçekçi yazarlar, insanlığın
evriminde ilerici bir akımla, tam bilinçlilik dışında, derin ve ciddi bir
birlik oluşturduğunda vardır. Bundan dolayı, Marksist bakış açısına göre kötü
veya sıradan yazarların basitçe siyasi görüşleri nedeniyle klasiklerin temeli
olarak alınması kabul edilemez. Engels’in açıkça belirttiği gibi kısmen veya
tamamen gerici yazarlara az çok başarılı zanaatçılar oldukları için saygınlık
kazandırmaya çalışmak eşit derecede kabul edilemez bir şeydir.
İnsanın bütünlüğünün savunulması
konusunda Balzac’la ilişkili olarak söylediklerimiz rastlantısal değildi. En büyük gerçekçilerle birlikte bu tema
gerçekliğin temsili için uyarı sağlar. Doğal olarak bu temsilin karakterleri ve
dönem ile bireylere vurgusu değişkendir. Büyük sanat, asıl gerçekçilik ve hümanizm
ayrılmaz biçimde bütünleşmiştir. Birleştirici ilke vurgulamış olduğumuz şeydir:
insanın bütünlüğü sorunu. Hümanizm Marksist estetiğin temelidir. Hümanizmi ilk
kez estetik bakışın merkezi yapanların Marks ve Engels olmadığını bir kez daha
vurgulayalım. Burada yine Marks ve Engels, felsefi ve estetik düşüncenin olağanüstü
temsilcileri olma ve onu niteliksel bakımdan daha üst gelişim düzeyine çıkarma
çabalarını sürdürüyorlardı. Diğer yandan, onlar öncüler değil ama uzun bir
gelişimin doruğu olduklarından hümanizm anlayışları çok daha tutarlıdır.
Genel burjuva önyargılarına
karşın onun bu tutarlılığı tam olarak onun materyalist ideolojisi nedeniyle
böyledir.
Daha önceki idealist düşünürler hümanizmi
en az Marks ya da Engels kadar savunmuşlardı. Onlar hümanizm adına Marks ve
Engels’in savaşımını verdiği siyasi, toplumsal ve ahlaki görüşlere karşı mücadele
ettiler. Yalnızca materyalist görüş, insanın bütünlüğünün bozulması ve kötürüm
bırakılması ile hümanizmin altının oyulmasının maddi ve ekonomik toplum
yapısının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu anlamak için bir anahtar sağlar. Sınıflı
toplumların iş bölümü, kentin taşradan ve kol emeğinin düşün emeğinden
ayrılması, insanın insana zulmetmesi ve onu sömürmesi, kapitalist üretimin
uzmanlaşması (bireyin bütünlüğünün bozulmasında önemli bir etken), bunların
hepsi maddi ve ekonomik süreçlerdir.
Bu etkenlerin kültürel ve
sanatsal etkileri ile ilgili idealist düşünürler içgörülü ve bilgece, hüzünlü
ve alaylı tonda yazmışlardır. Marks ve Engels ise materyalist bakış açılarıyla
sorunun kökenlerini derinlemesine araştırabilmişlerdir. Kökene inmekle sınıflı
toplumun gelişimde ve esas varoluşundaki anti-hümanizmin salt ironik eleştirisinin
ötesine geçmeyi ve düşsel cennet gibi bir geçmişe duyulan özlemi aşmayı
başarabilmişlerdir. Bütün bu sürecin nereden kaynaklandığını, nereye gittiğini
ve insanın bütünlüğünün günlük yaşamda, esas insanla ilişkili olarak etkili
biçimde nasıl savunulacağını bilimsel bir biçimde gösterebilmişlerdir. Hem
toplumsal, siyasi, ahlaki, entelektüel, sanatsal başarıları korumak hem de
onları yeni, daha önce görülmemiş düzeylere yükseltmek için, insanın kötürüm
bırakılmasının ve bozulmasının maddi nedenlerinin temelinin nasıl
değiştirileceğini, insan bilincinin nasıl uyandırılacağını ve bu toplumsal ve
siyasi bilinçliliğin - devrimci proletarya - etmeni olarak eyleme geçirileceğini
göstermişlerdir.
Bu radikal nesnellik Marks’ın
düşüncesinin düğüm noktasını oluşturur. Bir kez o, insanın kapitalist
toplumdaki durumuna karşı çıkmıştır ve buna göre sosyalist toplumda: “Tüm
fiziksel ve entelektüel duyarlıkları yerinden eden, tüm duyulara-sahip olma duyusuna
basitçe yabancılaşma vardır. İnsan kendinden yeni kişisel bir zenginlik
yaratmadan önce bu mutlak güçsüzleşme düzeyine düşmeli…
“Özel mülkiyetin kaldırılması
buna göre tüm insani duyarlıkların ve niteliklerin tam serbestleşmesini temsil
eder. Kesin olarak bu serbestleşme yoluyla bu duyarlıklar ve nitelikler hem
öznel hem de nesnel akımdan insani olur”.
Sosyalist hümanizm bu nedenle
Marksist estetiğin ve tarihin materyalist kavranışının merkezidir. Burjuva
önyargıların desteklediği kaba Marksizmin tarihi ilkel ve antidiyalektik kavrayışının
aksine, evrensel olarak kökenlere inen bu materyalist görüş, çiçeklerin estetik
güzelliğini reddetmez. Tam tersine tarihin materyalist kavranışı ve Marksist
estetik tek başına, köklerin ve çiçeklerin birliği ve yapısal ilişkisini
anlamak konusunda bir anahtar sağlar.
Tarihsel materyalizm, insanlığın
sınıflı toplumun bozukluklarından gerçek ve en yüksek düzeyde serbestleşmesini
yalnızca sosyalizmde bulur. Oysa bu, sınıflı toplum kültürüne katı, diyalektik
olmayan, şematik bir karşı çıkma, onu
kestirmeden reddetme ya da onun değişik kültürel başarılarını ve kültürel ve
sanatsal etkilerini görmezden gelme (Marksizmin kaba sadeleştiricileri ile
ilgili sıklıkla söz konusu olduğu gibi) anlamına gelmez. İnsanlığın gerçek
tarihinin sosyalizmle birlikte başlayacak olmasına karşın, tarih öncesi
sosyalizmin kurulmasının ögelerini sağlar. Bu gelişimdeki adımlar sosyalist
hümanizm şampiyonları için ilgilenmeye değmez bir konu değildir.
Sosyalist hümanizm, Marksist
estetikteki tarihsel ve saf sanatsal bilginin bütünleşmesini, tarihsel ve
estetik değerlendirmenin süregiden buluşmasını sağlar. Bundan dolayı Marksist
estetik, erdemli insanın uzun bir süredir uğraştığı (daha aşağı insanın
yalnızca daha aşağı insan olduğu için aklına gelmeyen) sorunu çözer: bir sanat
eserinin dirençli estetik değerinin, o sanat eserinin tüm mükemmelliği ve
estetik değerinin ayrılamaz olduğu tarihsel süreçle bütünleşmesi.
1- Georg Lukacs bu makaleyi,
Marks ve Engels’in estetik ile ilgili yazılarının Macaristan basımı antolojisine
önsöz olarak yazmıştır.
2- Wesen ve Wirklichkeit’ın her
ikisi de bu metinde “gerçeklik” olarak çevrilmiştir. İlki diyalektikteki
gerçeklik, ikincisi genel anlamda gerçekliktir (A.K).
3- Legitimist: 9. yy.da Bourbon
hanedanı lideri olan Fransız derebeyi Aimar’ın soyundan gelenlerin Fransa’yı
yönetmesi gerektiğine inanan (C.Ç.).
teşekkürler
YanıtlaSil