8 Kasım 2015 Pazar

MARKS VE ENGELS’İN ESTETİKLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ (1)

Georg Lukacs'ın bu makalesini Arthur Kahn'ın İngilizce çevirisinden (Merlin Press, London, 1970) Türkçeleştirdim.


Marks ve Engels’in edebiyat ile ilgili çalışmaları özel bir edebi biçimdedir. Okuyucunun, onları okuyup anlamada doğru bir yaklaşım edinebilmeleri için, her şeyden önce onların neden öyle olduklarını anlamaları gerekir. Marks ve Engels edebiyat sorunları ile ilgili ne özel bir kitap ne de özgün bir makale yazmışlardır. Olgunluk döneminde Marks, en sevdiği yazar Balzac’la ilgili görüşlerini geniş bir eleştiri yazısıyla açıklamayı hep istemiştir. Ancak bu projesi, diğer birçoğu gibi tasarım olarak kalmıştır. Büyük düşünür ekonomi ile ilgili temel eserine öldüğü güne kadar kendisini tamamen adadığı için ne Balzac üstüne olan ne de Hegel hakkında planladığı çalışması gerçekleşebilmiştir.
Bu kitap1, kısmen mektup ve konuşma notları, kısmen de Marks ve Engels’in edebiyatın temel sorunlarından söz ettiği farklı konularda yazılmış kitaplarından alıntılarla oluşturulmuştur. Bu nedenle, seçme ve düzenlemeyi yazarların kendisi yapmamıştır.
Böyle olmasına karşın bu, burada bir araya toplanmış parçaların organik ve dizgesel bir görüş sunamayacağı anlamına gelmez. Gerçekten, her şeyden önce bunun ne tür bir dizge olduğunu Marks ve Engels’in felsefi kavramları bağlamında anlamalıyız. Elbette bu makalede Marksist dizgeselleştirme kuramını derinlemesine inceleyemeyiz. Kendimizi okurun ilgisini iki yöne çekmekle sınırlayacağız. Birincisi, Marksist dizge - modern burjuva felsefesinin zıddı- tüm tarihsel süreç genel düşüncesinden asla ayrılmaz. Marks ve Engels’e göre geniş kapsamlı tek bir bilim vardır: tarih bilimi. Tarih bilimi doğanın, toplumun, düşüncenin vb.nin evrimini, bütünlüklü bir tarihsel süreç olarak kapsar ve bu evrimin genel ve özel (tek bir dönemle ilişkisi bakımından) yasalarını ortaya çıkarmayı amaçlar. Bu bakış açısı hiçbir koşulda tarihsel görecilik anlamına gelmez. Bu da onların dizgesinin ikinci karakteristik özelliğidir. Marksizm bu bakımdan da burjuva düşüncesinden ayrı tutulmalıdır. Diyalektik yöntemin özü mutlak ve görelinin bölünemez bütünlüğünü içermesidir. Mutlak doğrunun göreli ögeleri vardır (yer, zaman ve koşullara bağımlı). Diğer yandan, gerçekten doğru olduğu ve gerçekliği güvenilir bir kesinlikle temsil ettiği sürece, göreli doğrunun mutlak bir geçerliği vardır.
Marksist görüşün bu yönünün sonucu olarak o, burjuva dünyasında moda olan bilginin ayrı ayrı dallara bölümlenmesi ve bu dalların yalıtlanmasını kabul etmez. Ne bir bütün ne tek tek dallar olarak bilimin, ne de sanatın kendilerine özgü iç diyalektiklerinden ortaya çıkan özerk, içkin bir tarihleri vardır. Onların gelişimini bir bütün olarak toplumsal üretimin tarihsel hareketi belirler. Tekil alanlardaki değişiklikler ve gelişmeler bu temelle ilişkilendirilerek tamamen bilimsel yolla açıklanabilir. Marks ve Engels’in bu görüşü birçok modern bilimsel önyargıyla keskin bir karşıtlık içindedir. Elbette bu görüş, birçok yalancı-Marksist ve kaba Marksistin adeti olduğu üzere mekanik bir biçimde ortaya atılmamıştır.
Bu soruna, daha ileri, daha derin bir çözümleme için daha sonra geri döneceğiz. Şu an için yalnızca Marks ve Engels’in, insan etkinliğinin özel alanlarının (hukuk, bilim, sanat, vs.) gelişiminde varolan göreli özerkliği asla reddetmediklerini veya yanlış yorumlamadıklarını vurgulamak istiyoruz. Örneğin onlar, tek bir felsefi kavramın, geliştiği, mücadele ettiği ve düzelttiği onun öncülü bir diğerine son derece bağlı olduğunu belirtmişlerdir. Marks ve Engels yalnızca, bilim ve sanatın gelişiminin ancak veya daha da ötesi öncelikle kendi içkin koşulları bağlamında açıklanabileceğini reddederler. Bu içkin koşullar nesnel gerçeklikte kuşkusuz vardır. Ancak onlar yalnızca, birbiri ile ilişkili etkenlerin oluşturduğu karışımda birincil rolü ekonominin oynadığı tarihsel koşulların, tüm tarihsel sürecin görünümleri olarak vardır: üretim yöntemlerinin gelişimi.
Edebiyatın varoluşu, özü, ortaya çıkışı ve etkileri bu nedenlerle ancak tüm tarihsel koşullar ve tüm sistem bağlamında anlaşılabilir ve açıklanabilir. Edebiyatın ortaya çıkışı ve gelişimi tüm tarihsel toplumsal sürecin bir parçasıdır. Edebi eserlerin estetik özü, değeri ve buna uygun olarak onların etkileri, insanın bilinci ile dünyaya egemen olduğu bu genel ve bütünsel toplumsal sürecin parçalarıdır. Marksist dizgenin tartışmış bulunduğumuz birinci görünümü ile uyumlu olacak biçimde, Marksist estetik ve edebiyat ile sanat tarihi, tarihsel materyalizmin bölümlerini oluşturur. İkinci görünümü bakımından ise onlar diyalektik materyalizmin uygulamalarını temsil ederler. Her iki açıdan da elbette, onlar belirli ve özel kurallar ve belirli ve özel estetik ilkelerle bu bütünün özel ve özgün parçalarını oluşturur.
Marksist estetiğin ve edebiyat tarihinin genel ilkeleri tarihsel materyalizmin öğretisinde aranmalıdır. Sanat ve edebiyatın ortaya çıkışını, gelişim yasalarını ve tüm süreç içindeki ilerleme ve gerilemelerinde izlediği farklı yönleri yalnızca tarihsel materyalizmin yardımıyla anlayabiliriz. Bu nedenle en başta tarihsel materyalizmle ilgili belirli genel, temel sorunları incelemeliyiz. Dahası, bunu yalnızca bilimsel dayanağımızı oluşturmak için değil gerçek Marksizmi, gerçek diyalektik felsefi bakış açısını onun ucuz bayağılaştırmalarından ayırdetmek için yapmalıyız, çünkü bu tür bayağılaştırma Marksist öğretinin güvenini belki de en ciddi biçimde bu alanda sarsmıştır.
Tarihsel materyalizmin yönlendirici ilke, tarihsel gelişimde ana belirleyici olarak ekonomik temeli gördüğü iyi bilinir. İdeolojiler, sanat ve edebiyatı da kapsayacak biçimde yalnızca bir üstyapı oluştururlar ve dolayısıyla gelişim sürecinde ikincil etkendirler.
Bu temel kavramı yanlış anlayan kaba materyalizm mekanik, çarpık ve yanlış yönlendirici bir sonuca ulaşır: Temel ve üstyapı arasında basit bir nedensel ilişki vardır; temel yalnızca nedendir, üstyapı ise etkidir. Kaba Marksist bakış açısıyla üstyapı, üretim yöntemlerinin gelişiminin mekanik, nedensel bir sonucudur. Bu ilişkiler diyalektik yöntem açısından bilinemezdir. Diyalektik, katıksız tek-yönlü, neden-sonuç ilişkilerinin varlığını reddeder. O, en basit gerçekliklerde karmaşık neden-sonuç ilişkilerini kabul eder. Dahası tarihsel materyalizm, toplumun evrimi gibi çok katmanlı ve çok yüzlü süreçlerde, tüm toplumsal ve tarihsel gelişim sürecinin, çok sıkı ilişkiler kurmuş bir bireşim biçiminde bulunduğu konusunda da ısrarlıdır. Yalnızca böyle bir bakış açısıyla ideoloji sorunuyla yüzleşilebilir. İdeolojileri temelde ekonomik süreçlerin mekanik, edilgin ürünleri olarak kabul edenler onların özüne ve gelişimine yönelik hiçbir şeyi kavrayamazlar; Marksizmi değil, ancak çarpık ve karikatürleştirilmiş bir Marksizmi açıklayabilirler.
Engels mektuplarından birinde bu sorunla ilgili şunları söyler: “Siyasi, hukuki, felsefi, dini, edebi ve sanatsal gelişim ekonomiye dayanır. Ancak onların hem birbirleri üzerinde hem de ekonomik temel üzerinde etkileri vardır. Bu, ekonomik etkinin tek etken olması ve geriye kalan her şeyin yalnızca edilgin olması değildir; son çözümlemede her zaman kesin sonuca götüren, ekonomik tabanlı karşılıklı ilişkilerdir.”
Bu Marksist yöntemsel yönlendirmenin sonuçlarından biri tarihsel gelişimde bireyin yaratıcı enerjisi ve etkinliğine olağanüstü önemli bir rol yüklemektir. Temel Marksist tarihsel gelişim kavramına göre, insan çalışarak hayvandan farklılaşır. Bireyin yaratıcı etkinliği insanın kendi yaratıcılığının, insanın kendini çalışma yoluyla insana dönüştürmesinin bir dışavurumudur. Bu gelişimin karakter, kapasite ve düzeyini nesnel doğal ve toplumsal koşullar belirler. Tarihsel evrim kavramı tüm Marksist toplumsal felsefe ve dolayısıyla Marksist estetiğe yayılır. Marks bir yerde müziğin insanlarda müzikal duyu yarattığını belirtir. Yine bu kavram tüm Marksist toplumsal evrim kavramının bir parçasıdır. Marks bu gözlemini şöyle somutlaştırır. “... yalnızca insanın doğal varoluşundaki nesnel zenginliğin açığa çıkarılmasıyla öznel insan duyarlığının zenginliği, müzik için bir kulak, sanatsal biçim için bir göz, ilk kez eğitilecek veya aslında yaratılacaktır: özetle, insan zevkinin ilk kez yetkinleştirdiği duyuları, insanın insan olarak zorunlu becerileriyle oluşturduğu duyular.”
Bu kavram, yalnızca bireyin tarihsel ve toplumsal etkin rolünün anlaşılmasında değil Marksizmin tek tek tarihsel dönemlere, kültür evrimine, böyle bir evrimin sınırları, sorunları ve boyutlarına bakışında büyük önem taşır. Marks savını şöyle tamamlar: “Beş duyunun eğitimi tüm geçmiş tarihin emeğidir. Kaba zorunluluğa sınırlandırılmış bir duyunun ancak kısıtlı bir duyarlığı olur. Uygarca karnını doyuramayan, açlık çeken insan için tek bir soyutlama vardır: yiyecek. Kesinlikle çiğ veya hayvan yeminden farksız olabilir. Umutsuz ve kaygılı insan en güzel dramaya karşı hiçbir duyarlık göstermeyebilir. Bir metal eşya satıcısı o eşyanın yalnızca pazar değerini görür ama güzelliğini veya özel niteliklerini görmez. Mineralojik duyarlığı yoktur. Pratik olduğu kadar kuramsal açıdan da insan doğasının nesnelleştirilmesi, hem insan aklını ve duyularını insancıllaştırmak, hem de insan ve doğada varolan tüm zenginliği karşılayan bir insan aklı yaratmak için zorunludur.”
İnsanın entelektüel etkinliği, dolayısıyla her alanda, özellikle sanat ve edebiyatta özel görece bir bağımsızlık taşır. Bu alanların veya etkinlik ortamlarının her biri, eleştirilse ve karşı çıkılsa bile, - tek tek yaratıcı bireylerin etkinlikleri yoluyla- kendisini daha yüksek gelişim aşamalarına yükseltecek önceki başarıların sonucu olarak kendi kendine evrilir.
Bu özerkliğin görece olduğunu ve ekonomik temelin önceliğinin reddi anlamına gelmediğini daha önce belirtmiştik. Ancak, entelektüel yaşamın her alanının kendi kendine evrildiği öznel inancının yalnızca bir yanılsama olduğu sonucuna varılmamalıdır. Bu özerklik, o evrimin ve toplumsal işbölümünün doğasında kendi nesnel temelini taşır. Engels bu bağlamda şöyle yazmıştır: “Buna [ideolojik gelişim, G.L.] katılan herkes, işbölümü içindeki ayrı alanlara aittir. Dolayısıyla onlar, toplumsal işbölümü içinde bağımsız bir grup oluşturacak boyutta özerk bir alan geliştirdikleri ve üretimlerinin (hatalarını da içerecek biçimde) tüm toplumsal, dahası ekonomik, gelişim üzerinde etki gösterdiği izlenimine kapılırlar. Ancak son çözümlemede, onlar ekonomik gelişmenin baskın etkisi altında kalırlar.” Bunu izleyen bir yorumunda da Engels ekonomik önceliği nasıl kavradığını yöntemsel biçimde açıklar: “Sonuçta ekonomik gelişmenin bu alanlara üstünlüğü de bana göre kesindir, ancak bu, ayrı alanların kendine özgü koşulları içinde yer alır: örneğin felsefede, öncelikle öncül filozoflarca kurulmuş kolayca ulaşılabilir felsefi materyal üzerine aldatıcı politik bir kılıkla etki eden ekonomik etmenlerin etkisi yoluyla. Ekonomi kendiliğinden birşey yaratmaz ancak kendinden önceki felsefi düşüncenin biçimlendirilmesi ve geliştirilmesinde belirleyicidir. Ekonomi bunu dolaylı olarak gerçekleştirir çünkü felsefe üzerine en büyük doğrudan etkiyi siyasi, hukuki ve ahlaki tepkiler yapar.”
Engels’in burada felsefe hakkında söyledikleri edebiyatın temel gelişim ilkeleri ile de tam bir uyum içindedir. Tek başına değerlendirildiğinde her gelişmenin kendine özgü bir karakteri olduğunu, iki gelişmenin apaçık paralelliğinden yola çıkarak mekanik genellemelere gidilemeyeceğini ve herhangi özgün bir ortamın evriminin kendine özgü bir karakteri ve tüm toplumsal gelişme kuralları içinde kendine özgü kuralları olduğunu kanıtlamaya gerek yoktur.
Şu ana dek tartıştıklarımızdaki genel ilkeyi somutlaştırmaya çalışırsak, Marksist tarih görüşünün en önemli ilkelerinden birine ulaşırız. Kaba Marksiszme tam karşıt olarak tarihsel materyalizm, ideolojik gelişimin toplumsal ekonomik gelişime paralel olarak mekanik ve önceden belirlenmiş biçimde gelişmediğini kabul eder. İlkel komünal ve sınıflı toplumların (Marks ve Engels’in haklarında yazdığı toplumlar) tarihinde her ekonomik ve toplumsal yükselmenin edebiyat, sanat ve felsefede bir yükselmeye eşlik etmesi kesinlikle hiçbir zaman kaçınılmaz değildi. Yüksek toplumsal düzeyde bir toplumun daha alt düzeyde bir toplumunkine göre daha yüksek evrimsel düzeyde edebiyat, sanat ve felsefesinin olması kesinlikle kaçınılmaz değildir.
Marks ve Engels ideoloji tarihi alanında bu eşit olmayan gelişmeyi defalarca ve önemle vurgulayarak belirtmiştir. Engels bu görüşü, on sekizinci yüzyılda Fransız ve on dokuzuncu yüzyılda Alman felsefesinin tamamen veya en azından çevre ülkelerle karşılaştırıldığında görece geri kalmış uluslarda ortaya çıktığını kaydederek örneklemiştir. Buna göre bu ülkeler çevre ülkelere göre ekonomik olarak geri kalmış olsalar da felsefede öncü bir rol oynayabilirler. Engels der ki: “Öyle gerçekleşir ki ekonomik olarak geri kalmış uluslar felsefede ilk kemanı çalabilirler: On sekizinci yüzyılda Fransa kendi felsefesine temel aldığı İngiltere’ye karşı; daha sonra buna benzer biçimde onların her ikisine karşı Almanya.”
Marks bu görüşü edebiyat konusunda genel terimlerle, belki daha keskin ve şiddetli biçimde, bir dizgesellik içinde açıklamıştır. Şöyle demiştir: “Sanatta özel yükselme dönemlerinin toplumun genel gelişimi ile pek uyum içinde olmadığı kabul edilir. Maddi temelde bu, deyim yerindeyse onları oluşturan iskelettir. Örneğin modernle veya Shakespeare’le karşılaştırıldığında Yunanlılar. İnsanlar sanatta, örneğin epik gibi belli biçimlerin, sanat üretiminin bu biçimde ortaya çıktığı tarihsel bir çağı temsil etmek için artık klasik biçimde üretilemeyeceğini kavrayabilirler. Dolayısıyla sanatın kendi alanı içinde belli türler sanatsal evrimin yalnızca az gelişmiş evrelerinde olanaklıdır. Özel sanatsal biçimlerle ilgili olarak durum buysa, sanatın genel toplumsal gelişimi ile bir bütün olarak ilişkisinde de durumun bu olması zorunluluğu hiç de şaşırtıcı değildir.”
Gerçek Marksistlere göre böyle bir tarihsel gelişim görüşü herhangi bir şematik yaklaşıma, benzeşimlere ve mekanik paralelliklere başvurmaya engel olur. Herhangi bir dönemde, ideoloji tarihinde herhangi bir alanda eşitsiz gelişim ilkelerinin kendini nasıl ortaya koyduğu, bir Marksistin yalnızca somut durumun somut çözümlemesi temelinde yanıtlayabileceği somut tarihi bir sorudur. Marks bu nedenle açıklamasını şöyle tamamlar: “Güçlük, yalnızca bu çelişkilerin genel bir biçimde açıklanmasında yatar. Onlar belirginleştirildikleri anda çözülmüş olurlar.”
Marks ve Engels tüm yazım yaşamları boyunca, onların izleyicileri olduklarını ileri sürenlerin somut tarihsel süreçlerin somut incelemesi yerine soyut çıkarımlar ve benzeşimlere dayanan bir tarih kavrayışı ve karmaşık, somut diyalektik ilişkiler yerine mekanik ilişkileri koymaya çalışan aşırı basitleştirme ve kabalaştırma çabalarına karşı kendilerini savunmuşlardır. Marksist yaklaşımın dikkate değer bir uygulaması Engels’in Paul Ernst’e mektubunda görülebilir. Bu mektupta Engels; Norveç koşullarının somut kendine özgülüklerini incelemeden Alman küçük burjuvasıyla benzeşim kuran Ernst’in, genel “küçük burjuva” kavramına dayanarak Ibsen’i “küçük burjuva” olarak karakterize etme çabasına karşı çıkar.
Marks ve Engels’in sanat ve edebiyat alanındaki incelemeleri toplumun bir bütün olarak gelişimini kapsasa da, onlar ilgilerini esas olarak, ekonomik gelişim ve toplumsal çatışma ile ilgili bilimsel çalışmalarında yaptıkları gibi, kendi dönemlerinin temel sorunlarını, modern gelişmeyi çözümlemeye yöneltmişlerdir. Marksist edebiyat yaklaşımını inceleyecek olursak, herhangi bir dönemin kendine özgü koşullarını ortaya koymak için eşitsiz gelişim ilkesine ne kadar büyük bir önem verildiğini görürüz. Kuşkusuz, sınıflı toplumların gelişiminde kapitalizm ekonomik üretimin en yüksek evresini temsil eder. Ancak Marks, bu üretim biçiminin sanat ve edebiyatın gelişimi için uygun olmadığından da emindi. Marks, bu gerçeği ortaya koyan ne ilk ne de tek kişiydi. Ancak o, bu koşulları yaratan etkenleri açığa çıkaran ilk kişi oldu. Çünkü bu koşulların iç yüzü ancak çok yönlü, dinamik ve diyalektik bir yöntemle kavranabilirdi. Doğal olarak biz bu soruna yalnızca dokunabiliyoruz.
Okuyucu için artık şu apaçık olmalıdır ki Marksist edebiyat kuramı ve tarihi geniş kapsamlı bir bütünün, tarihsel materyalizmin, yalnızca bir kısmını oluşturur. Marksizm, kapitalist üretim biçiminin sanata karşı temel düşmanlığını estetik bakış açısıyla tanımlamaz. Gerçekte, Marks’ın yorumlarıyla ilgili niceliksel ya da istatistiksel bir çalışma yapmak zorunda olsaydık, ki bu kabul edilemez bir şey olurdu, doğal olarak daha baştan bu sorunların onu pek ilgilendirmediğini söyleyebilirdik. Yine de, Kapital’i ve Marks’ın diğer yazılarını dikkatle inceleyen herhangi biri, onun (bu bağlamda) bazı yorumlarının, tüm yaşamları boyunca estetikle uğraşmış anti-kapitalist romantiklerin yazılarındakine göre, sorunun tam kalbine daha derin bir kavrayış getirdiğini görecektir. Marksist ekonomi aslında ekonomik kategoriler, toplumsal yaşamın temelleri, onların insan ilişkileri bakımından gerçekte geçmişte nerede ortaya çıktıkları ve bunlardan önce toplumun doğayla kurduğu ilişki arasında bağlantılar kurar. Marks aynı anda kapitalizm altında bu kategorilerin mutlak somutmuş gibi göründüğünü, böylelikle gerçek özlerinin, insan ilişkilerinin, gizlendiğini de gösterir. Kapitalist toplumda fetişizmi yaratan, varlığın temel kategorilerinin bu ters yüz edilmesidir. İnsan bilincinde dünya olduğundan farklı biçimde, yapısı çarpık, gerçek ilişkilerden uzak görünür. Kapitalizm altındaki bu fetişleştirmede insanın, günlük yaşamı belirleyen somutmuş gibi gösterilen soyut terimlerin (mal, altın, ücretler, vs.) arkasından gerçek özü –insanın toplumsal ilişkilerini- görmesi ve kavraması için özel bir entelektüel çaba gereklidir.
İnsan doğasının tutkulu uğraşı olan hümanizm artık tüm edebiyat ve sanat için zorunludur. İyi sanat ve iyi edebiyat öylesine insancıldır ki hem insanı ve insan doğasının gerçek özünü tutkuyla araştırır, hem de insanın bütünlüğünü tüm saldırılara, bozukluklara ve çarpıtmalara karşı tutkunlukla savunur. Bu eğilimler (özellikle insanın insana zulmetmesi ve onu sömürmesi) kapitalizm altındaki örnek bir toplumda son derece insanlık dışı bir düzeye çıktığı için, belirttiğimiz nesnel somutlaştırma nedeniyle, yaratıcı bireyler olarak her gerçek sanatçı, her gerçek yazar, bilinçli veya bilinçsiz, hümanizm ilkesinin bu çarpıtılmasına karşı içgüdüsel olarak birer düşmandır.
Bu sorunun burada daha ileriye götürülmesi açıktır ki olanaksızdır. Goethe ve Shakespeare’in belli eserlerinin çözümlemesinde Marks insanı insanlığından çıkaran paranın insanlığı bozan ve erdemsizleştiren etkilerinin altını çizer:
“Shakespeare paranın iki farklı yönü üzerinde durur:
1- O görünür tanrıdır, tüm insani ve doğal niteliklerin karşıtına dönüşmesi, şeylerin genel çarpıklığı ve alt üst oluşudur; o olanaksızlıkları çözümler.
2- O, evrensel orospudur, insanın ve ulusların evrensel pezevengidir.
“Tüm insani ve doğal niteliklerin çarpıklığı ve alt üst oluşu, olanaksızlıkların çözümlenmesi- paradaki kutsal güç, varoluşunun kaynağını insanoğlunun yabancılaşmış, yabancılaştıran ve yabancılaşan özünden alır. O yabancılaşmış insanın malıdır.”
“İnsan olarak yapamadığım, doğuştan gelen yeteneklerimin ötesinde olan ne varsa onu parayla gerçekleştiririm. Dolayısıyla para, bu temel yetenekleri kendinde taşımadığı bir şeye, karşıtı olan bir şeye dönüştürür.”
Marks’ın açıklaması sorunun tüm dallarını kapsamaz. Kapitalist üretim biçiminin sanata karşı düşmanlığı, kapitalist iş bölümü ile örneklenir. Bu savı tam olarak kavrayabilmek için ekonominin bütününe bir kez daha bakmak gerekir. Biz sorunumuzun yalnızca bir yönünü, yine hümanizm ilkesini inceleyeceğiz. Bu ilke proletaryanın özgürlük savaşımına önceki demokratik ve devrimci hareketlerden miras kalmış ve niteliksel açıdan daha yüksek bir düzeye evrilmiştir: çok yönlü, bütünleşmiş insanın özgürce gelişim istemi. Buna karşıt olarak kapitalist üretim biçiminin doğasında var olan sanat ve kültür düşmanlığı insanın parçalanmasını, somut bütünlüğün soyut uzmanlaşmaya ayrışmasını getirir.
Antikapitalist romantikler de bu gerçeği anladılar. Ancak bunu yalnızca yazgı veya şanssızlık olarak görüp duygusal ve idealist bir biçimde ilkel toplumlarda sığınak aradılar ve kaçınılmaz olarak gericilikle sonlandılar. Marks ve Engels, kapitalist üretim biçiminin ilerleyici karakterini asla reddetmedi ancak onun insanlık dışılığını göstermek konusunda amansızdı. İnsanlığın bu yolda yalnızca son ve gerçek özgürlüğün, sosyalizmin materyalist temelini meydana çıkarabileceğini gösterdiler. Kapitalist toplumsal düzenin ekonomik, toplumsal ve tarihsel kaçınılmazlığını kabul edip geçmiş tarihsel dönemlere özlem duymayı kesin biçimde reddetseler de Marks ve Engels, kapitalist kültür eleştirilerini gevşetmedikleri gibi saldırılarını güçlendirdiler. Geçmişe gönderme yapmışlarsa bunu geçmişe romantik bir yolculuk biçiminde değil, yalnızca insanlığın daha da aşağılık ve umutsuz bir sömürü ve zulüm döneminden, feodalizmden kurtuluş için verdiği özgürlük savaşımının kökenlerini belirlemek için yapmışlardır. Buna göre Engels Rönesans’la ilgili yazarsa yorumlarını özgürlük savaşımına, işçilerin özgürlük savaşımının ilk evrelerine yöneltir. Eğer daha sonra gelen kapitalist iş bölümü dönemindeki üretim biçimine karşıysa, önceki dönem koşullarını yüceltmez ama gelecekteki özgürlüğü işaret eder. Rönesans’tan söz ederken Engels şöyle der: “O insanlığın deneyimini yaşadığı, devlere gereksinim duyan ve devler üreten gelmiş geçmiş en büyük ilerici devrimdi: düşünce, tutku ve karakter yönünden, çokyönlülük ve öğrenme bakımından devler. Burjuva sınıfının modern egemenliğini kuranlar, modern burjuvazinin aksine dar görüşlüydüler… Ardılları arasında çok sık rastlasak da tekyönlülüğe daraltan iş bölümü, o dönemin kahramanlarını köleleştirememişti. Onların ayırdedici özellikleri ise hepsinin dönemin akımları arasında yaşayıp çalışmaları ve kiminin kalemiyle, kiminin hançeriyle, pek çoğunun da her ikisiyle savaşımın içinde eylemleriyle yer almalarıdır. Dolayısıyla, onları oluşturan evrensellik ve güç insanoğlunu bütünler. Kitap kurtları kural dışıdır. Onlar ya basitçe ikinci veya üçüncü sınıf insanlardır ya da başlarını derde sokmak istemeyen sakıngan cahillerdir.”
Marks ve Engels dönem yazarlarına, kapitalist işbölümünün yıkıcılığı ve alçaltıcılığına karşı karakterleri aracılığıyla etkin bir biçimde ayaklanmaları ve insanı özü ve bütünselliği içinde ele almaları için baskı yapmıştır. Onlar, birçok çağdaşlarının insanı bireysel olarak ve bütünsellik içinde görme yaklaşımında bulunmamaları nedeniyle, bu yazarları önemsiz taklitçiler olarak nitelemişlerdir. Lassalle’nin “Sickingen” tragedyası ile ilgili eleştirisinde Engels şöyle yazar: “Günümüz modasına uygun biçimde yalnızca bilgiç bir titizlik ve kuma yazılmış taklitçi bir edebiyatın göstergesi olan, karakterlerin değersizce bireyselleştirilmesine karşı çıkmakta son derece haklısınız.”
Aynı mektupta o, modern yazarın bu gücü, bu kapsamlı bakış açısını, yaşamsal bütünlük kavrayışını nereden elde edeceğini açıklar. Lassale’nin dramasını eleştirirken Engels ona, kötü sonlanacağı baştan belli olan aristokratik ve gerici Sickingen hareketine fazla değer vererek ve büyük köylü ayaklanmasını küçümseyerek siyasi bir yanlış yaptığını söyler ve onu hatalı bulur. Engels aynı zamanda çok yönlü insan yaşamının bu drama için gerçek ve canlı karakterler sağlayabileceğini belirtir.
Yukarıda aktarılan gözlemlerle kapitalist üretim biçiminin edebiyata etkisi anlaşılır olmalıdır. Bu etki çoğunlukla yazarın kontrolü dışındadır. Ancak Marks ve Engels yaratımın öznel yanını asla küçümsememişlerdir. Tartışmamızın daha sonraki bölümlerinde bu sorunla daha yakından ilgileneceğiz. Şimdi yalnızca tek bir özel soruna değineceğiz. Kendi sınıfı, bu sınıfın önyargıları ve genel olarak kapitalist toplumla kendini özdeşleştirmiş ortalama bir burjuva yazar, gerçek sorunlarla ilgili eleştiri yazmaya korkar ve böyle yapmaktan kaçınır. 1840’ların sonunda ideolojik ve edebi savaşım sürecinde genç Marks, Eugene Sue’nun o dönemde Almanya’da çok okunan olağanüstü popüler ve etkileyici romanı Paris’in Gizemleri ile ilgili titiz bir eleştiri yazdı. Biz yalnızca, Marks’ın Sue’yu kapitalist toplumu yüzeysel biçimde yansıtmak, gerçekliği bozmak ve çarpıtmak konusunda fırsatçı davranmakla suçladığını belirtmekle yetineceğiz.  Elbette Sue’yu artık kimse okumuyor. Ancak her onyılda dönemin burjuva görüşlerini yayan, uygun değişikliklerle bu eleştirinin geçerli olduğu moda yazarlar ortaya çıkar.
Edebiyatın kökeni ve gelişimi ile başladığımız çözümlememizde estetik sorunlarda dar anlamda hemen hiç ayırt edilemez değişiklikleri gördük. Böylelikle Marksist sanat görüşünün ikinci karmaşık sorusuna geliyoruz. Marks, tarihi ve toplumsal süreçlerin edebiyatın doğuşu ve gelişimi ile incelenmesini son derece önemli bulur. Buna karşın edebi soruların bir yerde sonlanacağını reddetmemiştir: “…ancak güçlük, Yunan sanatının ve epiğin belli toplumsal gelişim biçimleri ile nasıl ilişkili olduğunu anlamakta değildir. Güçlük o eserlerin bize hala neden estetik haz verebildiği ve belli normlar ve aşılamaz örnekler sağladığını anlamaktadır.”
Marks kendi sorduğu soruyu hem içeriksel hem de tarihsel bakış açısıyla değerlendirir. İnsanlığın normal çocukluğu Yunan dünyası ile sonraki nesillerin tinsel yaşamı arasındaki ilişkiyi belirtir. İnceleme bu nedenle toplumsal köken sorununa dönmez, tersine estetiğin temel ilkelerinin kesin biçimde açıklanması yönünde ilerler. Bu yönelim biçimsel bir bakış açısıyla değil, kapsamlı bir diyalektik içerikle oluşur. Marks’ın yanıtı herhangi bir döneme ait bir sanat yapıtının estetik özü ile ilgili iki büyük soru doğurur: İnsanoğlunun evriminde dünyanın böylesi yansıtılmasının önemi nedir? Bu evrim sürecinde sanatçı özel bir sahneyi nasıl yansıtmalıdır?
Yalnızca böylesi bir değerlendirme ile sanatsal biçim sorununa yönelebiliriz. Bu soru doğal olarak, yalnızca diyalektik materyalizmin genel ilkeleri ile en yakın ilişki kurularak sorulabilir ve yanıtlanabilir. Dış dünyanın bilinçli kavranışı; bir gerçekliğin bilinçten bağımsız biçimde insanın düşünce, kavrayış, algı vb.nde varlığıdır. Bu, diyalektik materyalizmin temel tezidir. Bu tezin en genel çözümlemesinde diyalektik materyalizm diğer tüm materyalizm türleriyle görüş birliği ve idealizmin tüm alt tipleriyle tamamen karşıtlık içinde olsa da mekanik materyalizmden kesin bir biçimde ayırdedilmelidir. Çağın koşullarına uymayan bu materyalizmi eleştirirken Lenin, yansıtma kuramını onun diyalektik biçimde kavrama yeterliğinin olmadığı konusunda diretmiştir.
Diyalektik materyalizmin genel epistemolojisi, dış dünyanın insan bilincine yansıtılma yöntemi olarak sanatsal yaratıyı kapsar. Ancak sanatsal yaratı, kendine özgü karakteri nedeniyle sıklıkla kendi ayırdedici kuralları ile kendine özgü, özel bir alandır. İzleyen gözlemlerde, edebiyat ve sanatsal yansıtmanın kendine özgülüklerini, bu karmaşık soruna genel çizgilerle bile olsa ayrıntılı biçimde değinmekten kaçınarak, ele alacağız.
Yansıtma kuramı, estetik için hiç de yeni değildir. Görüntü, yansıtma, Shakespeare’in kendi edebiyat kuram ve eylemini ortaya çıkardığı Hamlet’teki sahnede kullanarak ün kazandırdığı eğretileme, eski kavramlardır. Bu kuram Aristoteles’in estetiğinin merkezini oluşturuyordu ve o zamandan bu yana da çöküş dönemleri dışında hemen her önemli estetiğe egemen oldu. Bu tarihsel gelişimin muhasebesini yapmak doğal olarak bu girişin kapsamı dışındadır. Yalnızca, bir ölçüde bu kurama dayanan birçok idealist estetiğe (örneğin Platon) işaret etmeliyiz. Daha önemli olan gerçek şu ki dünya edebiyatının tüm büyük yazarları eserlerinde içgüdüsel veya az ya da çok bilinçli olarak bu yansıtma kuramını uyguladılar ve kendi sanatsal ilkelerini berraklaştırma çabalarında bu yönlendirmeye uydular. Tüm büyük yazarların arzusu gerçekliğin sanatsal taklidi olmuştur. Gerçekliğe sadakat, gerçekliği kapsamlı ve gerçekçi biçimde sunmak için bitmek bilmez çaba tüm büyük yazarların (Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy) edebiyat alanındaki büyüklüklerinin gerçek ölçütü olmuştur.
Marksist estetiğin bu anahtar soruna, radikal yeniliklere karşı hiçbir önyargı taşımadan yaklaşması, yalnızca temel veya gerçek bilgiyi taşımayan, proletarya ideolojisini “radikal yeni”yle, sanatsal avangardizmle ilişkilendiren, proletaryanın kültürel kurtuluşunun geçmişin tamamen terk edilmesi anlamına geldiğine inananları şaşırtır. Klasikler ve Marksizmin kurucuları hiçbir zaman bu görüşü taşımadılar. Onların yargısına göre, işçi sınıfının kurtuluş savaşımı, yaratılacak işçi sınıfı ideolojisi ve kültürü, binyıllardır değer üreten tüm insanlığın mirasçısıdır.
Lenin bir zaman Marksizmin burjuva ideolojilerine üstünlüklerinden birinin kesin olarak, ilerici kültürel mirası eleştirel değerlendirmeyle kabul etme ve geçmişte önemli olan ne varsa özümseme yeteneğinde yattığını belirtir. Marksizm, öncüllerini yalnızca – ama bu “yalnızca” yöntem ve içerik bakımından olağanüstü önemdedir – tüm özümseme işlemini bilinçli yürütmesi, tüm idealist ve mekanik sapmaları dışlaması, bu özümsenenleri onların etkin nedenleriyle ilişkilendirmesi ve bilinçli bir biçimde tanımlanmış toplumsal gelişim kurallarından oluşan bir sisteme katmasıyla aşar. Estetik, edebiyat kuramı ve edebiyat tarihi alanlarında, özetle şunu söyleyebiliriz: Marksizm, geçmiş yüzyılların en büyük düşünürlerinin felsefi görüşleri, önde gelen yazarlarla sanatçıların yapıtlarında varolan yaratıcı etkinliğin temel ilkelerinin kavramsal berraklık düzeyine yükselir.
Burada ele aldığımız bazı daha önemli sorunları aydınlığa kavuşturmak için şu soruyla yüzleşmemiz gerekir: edebi yaratının sadık biçimde yansıtmak zorunda olduğu gerçeklik nedir? Öncelikle olumsuz yanıt: Bu gerçeklik basitçe dış dünyanın doğrudan algılanabilir dış görünüşünden ya da kaza eseri, rastgele meydana gelen, kısa ömürlü olgulardan oluşmaz. Marksist estetik gerçekliği sanat kuramının merkezi durumuna getirirken her türden doğalcılık ve dış dünyanın doğrudan algılanabilir dış görünüşünün fotografik yeniden üretiminden tatmin olan tüm yönelimlerle şiddetle savaşır. Burada Marksizm yine radikal anlamda yeni bir şey ileri sürmez. Yalnızca, geçmişin büyük sanatçılarının kuram ve eyleminin merkezi olan bilincin ve berraklığın en yüksek düzeyine yükselir.
Marksist estetik sanat kuram ve eyleminde bir başka yanlış uç ile aynı sertlikte savaşır: gerçekliğin kopyalanmasının reddedilmesini ve sanatsal formların bu yüzeysel gerçeklikten bağımsız olduğunu, sanatsal formların bu nedenle özerklik taşıdığını, formların bu yetkinleşmesinin ve yetkinleşme sonrası gelişiminin gerçeklikten soyutlanan kendilerinde sonlandığını ve sanatsal yetkinliğin gerçeklikten bağımsız olduğunu savlayan görüş. Bu görüşe göre sanatçının, gerçekliği arzusuna göre dönüştürme ve ona biçem verme hakkı vardır. Bu savaşımda Marksizm kalıcılık gösterir ve sanatın görevi gerçekliğin bütününü dürüst ve eksiksiz biçimde temsil etmek olduğuna göre, sanatın doğasıyla bağlantılı olarak dünya edebiyatının gerçekten önemli kişiliklerinin bakış açılarını genişletir. Bu bakış açısına göre sanat, fotografik kopyalamadan, eninde sonunda soyut formlarla yalnızca eğlenceli bir uğraşı olmaktan uzak olduğunca ayrılır. 
Sanatın böylece kavranması ile diyalektik materyalizmin bir anahtar sorusu sorulur: görünüş ve gerçeklik sorunu, burjuva düşüncesi ve sonuçta burjuva estetiğinin üstesinden gelemediği bir sorun. Doğalcılık kuram ve eylemi, görünüş ve gerçeklik arasında mekanik, diyalektik karşıtı bir birlik öne sürer. Bu kuşkulu sebze çorbası içinde gerçeklik kaçınılmaz olarak belirsizleşir ve dahası en sonunda kaybolur. İdealist sanat felsefesi ve biçimci tarzın sanatsal edimi bazen gerçeklikle görünüş arasındaki karşıtlığı ayırt eder. Buna karşın, diyalektik kullanmaksızın ya da tam olmayan idealist diyalektik aracılığıyla yalnızca görünüş ve gerçeklik arasındaki antitezi, bu antitezdeki karşıtlığın diyalektik bütünlüğünü fark edemeden, görür (Bu sorun özellikle Schiller’de, hem onun ilginç ve araştırmacı estetik incelemelerinde, hem de yaratıcı sanatsal çalışmalarında belirgindir). Edebiyat ve çöküş dönemi kuramı genellikle her iki yanlış eğilimi birleştirir: gerçekliğin esaslı araştırılması yerine, idealizm klasiklerindeki düşünce kuramları için geçerli olduğu gibi gerçeklikten soyutlanan yüzeysel benzeşimlerle eğlenceli bir uğraşı. Bu boş yapılar daha sonra doğalcı, izlenimci v.b. ayrıntılar ile süslenir, yapısal olarak ilişkili kısımlar, birtakım mistik “dünya görüşleri” aracılığıyla bir yalancı-birlik içine toplanır.
Gerçeklik (Wesen) ve görünüşün tam diyalektiği onların nesnel gerçekliğin (Wirklichkeit) eşdeğerli yönleri, yalnızca bilincin değil gerçekliğin ürünü olmalarına dayanır (2). Yine de - bu diyalektik kavrayışın önemli bir aksiyomudur – gerçekliğin farklı düzeyleri vardır. Dış görünüşün asla tekrarlamayan, anlık, kısa ömürlü bir gerçekliği vardır. Ayrıca, gerçekliğin, değişen koşullarla değişen ve belli yasalarla uyumlu olacak biçimde tekrarlayan daha derin ögeleri ve eğilimleri vardır. Bu diyalektik, gerçekliğin bütününü kaplar. Böylelikle bu bağlamda görünüş ve gerçeklik sürekli yeni ilişkiler kurar. Öyle ki dolaysız kavrayışın dış yüzeyinin altına baktığımızda görünüşün karşısına gerçeklikle çıkar. Yenilenen incelemeyi birbiri ardınca görünüş olarak biçimlendirir; ortaya yeni gerçeklik çıkar. Böylece sonsuza dek gider.
Gerçek sanat böylece her şeyi kucaklayan bütünlüğü içinde yaşamı kavrarken en fazla derinlik ve kapsamlılığı arzular. Buna göre, görünüşün ardındaki gerçekliği olabildiğince derinlikli biçimde inceler ama onu soyut, olgulardan kopuk, olgulara karşıt biçimde yansıtmaz. Tam tersine dinamik diyalektik bir süreci temsil eder. Burada gerçeklik, görünüşe dönüşür, bir olgu olarak kendini ortaya koyar ve sürecin, değişim içindeki olgunun kendine özgü gerçekliğini açığa çıkardığı diğer yanını gösterir. Dahası, bu tekil görünüşler yalnızca diyalektik bir hareket, birbirine dönüşüm içermez. Aynı zamanda, süreklilik gösteren bir sürecin ögeleri olarak sürekli bir ilişki içindedir. Dolayısıyla gerçek sanat yaşamı bütünlüğü, hareketi, gelişimi ve evrimiyle yansıtır.
Diyalektik kavrayış evrensel, kendine özgü ve bireysel olanı dinamik bir birlik biçiminde bir araya getirir. Açıktır ki bu kendine özgü diyalektik özgül sanatsal formlarda da ortaya konmalıdır. Bu etkinliği soyut ögelerine ayrıştıran ve bu ögelerin karşılıklı etkileşimini kavramsallaştırmaya çalışan bilime karşı sanat, bu etkinliği dinamik bir birlikteki devinim gibi algısal bakımdan anlamlı biçimde sunar. Bu sanatsal bireşimin en önemli kategorilerinden biri tiptir. Bununla ilgili olarak Marks ve Engels, ilk kez asıl gerçekçiliği tanımlarken bu kavrama gönderme yapmışlardır. Engels şöyle yazar: “Ayrıntılardaki titizliğe ek olarak, gerçekçilik bana göre, tipik durumlardaki tipik karakterlerin sadık biçimde temsil edilmesidir”. Buna karşın Engels, tipikliğin soyut genelleştirmelere dönüştürülerek bireyselleştirmeye karşıt duruma getirilmemesini önerir. “… her biri aynı anda hem bir tiptir hem de özel bir bireydir, yaşlı Hegel’in deyişiyle bir ‘bu’dur [Dieser] ve öyle olmalıdır.
Marks ve Engels’e göre tip, klasik tragedyanın soyut tipi değildir. Schiller’deki idealize edilmiş evrensellik de değildir. Zola ve Zola-sonrası edebiyat ve edebiyat kuramını oluşturan şey kesinlikle değildir: ortalama. Tipi karakterize eden, hakiki edebiyatın canlı ve karşıtlıklar  - çağın en önemli toplumsal, ahlaki ve tinsel karşıtlıklarını-  içeren bir birlik içinde yansıttığı yaşamın, dinamik bütünlüğünün tüm baskın yönlerinin birleşimi ve kesişimidir. Öte yandan ortalamanın temsili kaçınılmaz olarak bu karşıtlıkların, herhangi bir çağın önemli sorunlarının yoğunluğunu azaltır, hafifletir. Bu önemli sorunlar ortalama insanın zihninde ve yaşantısında temsil edildiğinde belirleyiciliğini yitirir. Bir tipin temsili yoluyla insanın içinde var olan, tarihsel açıdan çözümlenmiş, bireysel ve toplumsal bakımdan evrensel olan somut, genel, zorunlu nitelikler tipik sanatta birleşir. Bir tipin yaratılması, tipik karakterler ve tipik durumların bulunması yolu ile toplumsal gelişmenin en önemli doğrultularına uygun sanatsal anlatım kazandırılır.
Bu genel belirlemelere bir başka gözlemi de eklemeliyiz. Marks ve Engels kendi estetiklerine en fazla uyan sanatsal, gerçekçi yönü Shakespeare ve Balzac’ta (belirtebileceğimiz gibi, sırasıyla Schiller ve Zola’ya karşılık) görmüşlerdir. Bu seçkin özgün kişiliklerin seçimi, Marksist gerçekçilik kavramının günlük yaşamın herhangi bir fotografik taklidi ile karıştırılmaması gerektiğini ortaya koyar. Marksist estetik basitçe yazarın, yakaladığı gerçekliği soyut olarak değil, yapısal bir parçasını oluşturduğu ve özgün yaşantılardan ortaya çıkan olguların nabzı atan canlılığının gerçekliği olarak yansıtmasını ister. Buna karşın bizim görüşümüze göre tanımlanan olguların günlük yaşamdan ya da dahası yaşamdan alınması gerekli değildir. Buna göre yaratıcı imgelem ve sınırlandırılmamış kurgu Marksist gerçekçilik kavramı ile uyumludur. Edebi başarılar arasında Marks Balzac ve E.T.A. Hoffmann’ın olağanüstü öykülerine özellikle değer verir.
Doğal olarak imgelem ve imgelem, kurgu ve kurgu vardır. Onları yargılayacak ölçütler arayacak olursak, diyalektik materyalizmin temel öğretisine geri dönmemiz gerekir: gerçekliğin yansıtılması.
Doğalcı ayrıntı aracılığıyla betimlenen dünyanın gerçekliğini reddeden Marksist estetik, Hoffmann ve Balzac’ın olağanüstü öykülerini gerçekçi edebiyatın en büyük başarıları arasında kabul eder, çünkü bu temel ögeler gerçek imgelemle ortaya konur. Marksist gerçekçilik kavramı, gerçekçiliğin özünün algısal ve sanatsal olarak ortaya konduğu bir gerçekçiliktir. Bu, yansıtma kuramının estetik alanına diyalektik uygulanımını temsil eder. Bundan dolayı, tip kavramının Marksist estetikte vurgulanmak zorunda oluşu şaşırtıcı değildir. Tip, öte yandan, gerçeklik ve görünüş arasındaki diyalektiğin bir başka alanda bulunmayacak çözümüne izin verir. Bir diğer yandan da, en iyi gerçekçi sanatın doğru yansıttığı toplumsal ve tarihsel süreçle bağlantı sağlar. Bu Marksist gerçekçilik kavramı, Fielding gibi gerçekçiliğin büyük ustalarının kendi sanatsal edimlerinde arzuladıklarının bir devamını temsil eder. Onlar kendilerine burjuva gerçekçiliğinin, kendi çağlarının özel yaşantısının tarihçileri demişlerdi. Marks ise, gerçekçilerin yapıtlarına onlardan bile daha yüksek düzeyde değer biçerek büyük gerçekçi sanatın tarihsel gerçeklikle ilişkisi bağlamında daha ileriye gider. Damadı önde gelen Fransız sosyalist yazar Paul Lafargue ile bir söyleşisinde Marks Balzac ile ilgili şunları söylemiştir: “ Balzac yalnızca çağının toplumunun bir tarihçisi değil, aynı zamanda Louis Philippe döneminde gelişme aşamasında olan, ancak Balzac’ın ölümünden sonra III. Napoleon döneminde tam anlamıyla olgunluğa kavuşacak karakterlerin bilici yaratıcısıdır”.
Sanattan böylesi istemlerde bulunan Marksist estetik, tutarlı, radikal nesnelliğini gösterir. Marksist görüşe göre büyük gerçekçiliğin belirleyici niteliği, tutku ve gerçekliği nesnel ve özsel olarak olduğu gibi kavrayıp taklit etmek için adanmış bir araştırmadır. Maksist estetiğin bu öğretisi ile ilgili birçok yanlış anlama vardır. Birçok kişi bunun, yaratıcı sanatçının ve yaratıcı çabadaki öznel etkenlerin rolünün küçümsenmesi anlamına geldiğini iddia eder. Bu kişiler Marks’ı, mekanizm ve doğalcılığın yanlış nesnelliğinin Marksizm olduğunu iddia eden kaba Marksistlerle karıştırır. Marksist ideolojinin ana sorunlarından birinin görünüş ve gerçeklik diyalektiği, karşıt olgular örgüsünden gerçekliğin tanımlanması ve bunlardan sonuçlar çıkarılması, olduğunu görmüştük. Yaratıcı sanatçının ex nihilo (yoktan- CÇ),  kökten yeni bir şey “yarattığı”na inanmaz, sanatçının kendisinden bağımsız olarak var olan, herkes için erişilebilir olmayan ve kendini gizleyen, büyük sanatçıların bile uzun zaman gözünden kaçan bir gerçekliği keşfettiğini kabul edersek, hem yaratıcı sanatçının etkinliğini ortadan kaldırmamış, hem de küçümseyerek hor görmemiş oluruz. Marksist estetik, sanatçının bizi toplumsal süreçlerle ilgili bilgilendirmesini, bu toplumsal süreçleri anlamlı, deneysel açıdan erişilebilir kılmasını, eserinde kendi farkındalığını ve toplumsal evrim konusundaki uyanışını kaydetmesini yaratıcı çabanın en büyük başarısı olarak görüyorsa, sonuç kesinlikle sanatçının etkinliğinin küçümsenmesi değildir. Bu, daha önce hiç böylesine uygun olmamış adil ve yüce bir değerlendirmedir.
Burada, başka yerlerde olduğu gibi, Marksizm “kökten yeni”ye hiç değer vermez. İdeaların estetik yansısının öğretisi olan Platon’un estetiği, bu sorunu ele alır. Marksizm bir kez daha büyük idealistlerin tepetaklak ettikleri estetik gerçeği ayakları üzerine doğrultur. Bir yandan, görmüş olduğumuz gibi, Marksizm görünüş ve gerçeklik arasında özel bir karşıtlık olduğunu kabul etmez ama görünüşteki gerçekliği ve gerçeklikle yapısal ilişki içinde olan görünüşü arar. Diğer yandan da, Marksizm için gerçekliğin ve ideanın estetik kavranışı basit, kesin bir eylem değildir. Bu, bir süreç; temel gerçekliğe etkin, adım adım yaklaşım; gerçekliğin en derin özünün, gerçekliğin yüzeysel olguları da içeren bütününün bir parçasından başka bir şey olmadığı gerçeğinin ayırt edilmesidir.
Marksizm, estetik bilinç ve temsilde kökten, aşırı nesnellik istiyorsa, yaratıcı sanatçının vazgeçilmez rolünü de vurgular. Bu süreç, gizlenmiş gerçekliğe bu adım adım yaklaşım, yalnızca en büyük ve en azimli dehalar için erişilebilirdir. Marksist bilimin nesnelliği, soyutlamayı – gerçekten anlamlı soyutlama-, yalnızca insan bilincinin ürünü olarak görmez; soyutlamanın kendisinin (özellikle toplumsal süreçlerin ilkel biçimleri, ekonomik biçimler) toplumsal gerçekliğin bir ürünü olduğunu gösterecek kadar kapsamlıdır. Bu soyutlama sürecini ileri görüşlü bir imgelemle inceleyecek olursak şunu görürüz: Genel süreçlerdeki karmaşıklıkları çözmek ve bu karmaşıklığın tümünü tipik karakter ve durumlara yoğunlaştırmak yalnızca en büyük sanat dehasının girişebileceği bir görevdir.
Bundan sonra da Marksist estetiğin nesnelliğinin, sanattaki öznel etkenleri reddetmeye kesinlikle yol açmadığını görürüz. Buna karşın, bu sorunun yine de başka bir yönü var. Belirtmeliyiz ki Marksizmin ileri sürdüğü nesnellik, toplumsal gelişmelere yansız kalmak anlamına gelmez. Büyük sanatçı durağan nesneleri ve durumları taklit etmediğinden, ama bir sürecin doğrultusunu ve temposunu yansıtmaya çalıştığından böyle bir sürecin karakterini sanatında kavramış olmalıdır. Böyle bir anlayışın kendisi de bir tutum almayı önceden zorunlu kılar. Marksist estetik, bütün bunları doğru bir biçimde kavrar. Toplumsal hareketlerin üzerinde bağımsız bir gözlemci olarak sanatçı kavramı (Flaubert’in “impassibilite”si (kayıtsızlık-CÇ.)) olsa olsa bir yanılsama veya kendi kendini aldatmadır. Daha genel olarak söyleyecek olursak, basitçe yaşam ve sanatın temel sorunlarından sakınmaktır. Kendi tutumunu, özlemlerini ve arzularını gerçekliği yansıtırken belirtmeyen büyük bir sanatçı yoktur.
Bu görüş, daha önce belirttiğimiz Marksist estetiğin özünün nesnelliği olduğu savımızla çelişiyor mu?
Bizce çelişmiyor. Göze çarpan bir karşıtlıkla ilgili bir karışıklığı önlemek için sözümona yanlı sanat ile ilgili Marksist yoruma kısaca değineceğiz ve böyle bir sanatın Marksist estetikteki yerini tanımlamaya çalışacağız. Yanlılık nedir? Yüzeysel bir bakış açısıyla sanatçının siyasi veya toplumsal bir görüşü gösterme, yayma ve örnekleme çabasıdır. Bu yapay karışımları tartışırken ilginç ve karakteristik olarak Marks ve Engels, özellikle de bir yazar bir savın doğruluğunu kanıtlamak için veya yanlı bir politikayı haklı çıkarmak için nesnel gerçekliği çarpıtırsa (Yukarda Marks’ın Sue eleştirisi ile karşılaştırınız), özel bir ironiyle konuşur. Marks, büyük sanatçıların bile kendi yapıtlarını veya kişisel karakterlerini, kendi düşüncelerini doğrudan belirtmek için kullanmalarına karşı çıkar. O, bunun sonucunda sanatçıların karakterlerinin, kendi var oluşlarının içsel ve yapısal diyalektiği ile uyumlu olacak biçimde tüm yeteneklerini ortaya çıkarmalarını engellediğini öne sürer. Bu bağlamda Marks, Lassalle’yi tragedyasını değerlendirirken şöyle eleştirir: “En modern düşüncelerin bile çok daha üst düzeyde ve en saf durumlarıyla ortaya çıkmalarına izin vermiş olabilirsiniz, ancak bu durumda, dini serbestlik dışında, temel izleğinizi burjuva birlik sağlar. Daha çok Shakespear-leşmek zorunda olmalıydınız. Schiller-leşmenizin, karakterlerinizi dönemlerinin sıradan sözcülerine dönüştürmenizin,  en büyük zayıflığınız olduğunu düşünüyorum.”
Yanlı edebiyatın reddi gerçek edebiyatın yanlı olmadığı anlamına gelmez. Nesnel gerçeklik kaotik bir düzensizlik değildir. Tam tersine, öncelikli olarak belli bir genel doğrultuda hareket eden, az ya da çok vurgulanmış eğilimleri içeren devrimci bir süreçtir. Bu sürecin reddi veya yanlış yorumlanması sanat eserini ciddi biçimde zayıflatır (Marks’ın Lassalle’nin tragedyasını eleştirisine bakınız).
Böylelikle, bir sanatçının toplumsal evrimin farklı eğilimleri ve özellikle sürecin temel eğilimi ile uygun ilişkisi tanımlanabilir. Engels sanattaki eğilimi açıklar: “Temelde ben yanlı şiirin kesinlikle karşısındayım.” Tragedyanın babası Aeschylus ve komedyanın babası Aristophanes, kuvvetli biçimde yanlıydılar. Dante ve Cervantes daha az yanlı değildiler. Schiller’in en değerli eseri Kabale ve Liebe de ilk Alman siyasi yanlı dramasıdır. Mükemmel romanlar yaratan modern Ruslar ve Norveçlilerin tümü yanlı idi. Ancak bana göre yanlılık açıkça belirtilmek zorunda kalmadan, koşullardan ve hareketten ortaya çıkmalı. Şair, tanımladığı tarihsel soruna okur için yüzeysel çözümler üretmek zorunda değildir.” Engels, bir tezin, ancak eserin sanatsal özünden, yaratıcı sanatsal üretimden yapısal olarak çıktığı zaman sanatla ilişkilendirilebileceğini ve büyük sanat eseri üretimini yükselteceğini açıklıkla belirtir. Bir başka deyişle, daha önce de belirttiğimiz gibi, tez, diyalektik yansıması olan gerçekliğin kendisinden çıkmalıdır.
Sanatçının gerçek bir sanatçı olabilmesi için savunması gereken temel görüşler nelerdir? İnsanlığın ilerlemesi ile ilgili önemli görüşler. Hiçbir büyük sanatçı bunlara kayıtsız kalamaz. Tutkulu bir bağlılık olmaksızın tip yaratamaz veya derinlikli gerçekçiliği başaramaz. Bu bağlılık olmaksızın bir yazar zorunlu olanı zorunlu olmayandan asla ayıramayacaktır. Toplumsal gelişimin bütünlüğü bakış açısıyla, iyiyi sevmeyen ve kötüyü reddetmeyen bir yazar ilericilik konusunda isteksizse ve tepki göstermekten nefret ediyorsa, büyük edebiyat açısından zorunlu olanın ayırımını yapamazlar.
Bir kez daha belirgin ve derin bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Tüm büyük yazarların ilerici bir sınıfa ait olmaları, ilerici felsefi, toplumsal ve siyasi görüş taşımaları ve - belirgin çelişkiyi kabaca belirtmek için – siyasi ve toplumsal açıdan sol görüşlü olmaları gerektiği izlenimi doğabilir. Oysa edebiyat tarihinde bunun karşıtı büyük gerçekçi yazarların sayısı, özellikle de Marks ve Engels’in en çok beğendikleri, hiç de az değildir.  Ne Shakespeare, ne Goethe, ne Walter Scott ne de Balzac sol görüşlüydü.
Marks ve Engels, bu soruya kaçamak yanıt vermezler, onu derin çözümlerler. Margaret Harkness’e yazdığı ünlü mektupta Engels, eserlerinde tam karşıt görüşü sergilerken Balzac’ın siyasi açıdan nasıl kral yanlısı ve legitimist (3) olabileceği ve çürümüş aristokrasiyi destekleyebileceği sorununu derinliğine inceler. “Kesinlikle, Balzac siyasi açıdan bir legitimist idi. Onun büyük eseri iyi toplumun kaçınılmaz çöküşüne bir ağıttır. O, çöküşü öngörülen bir sınıfa sempati duyar. Buna karşın en acı, en keskin yergiyi de en derin sempati duyduğu bu kadın ve erkeklere, aristokrasiye yöneltir”. Tersine siyasi düşmanlarını, cumhuriyetçi devrimcileri, tek gerçek kahramanlar olarak yansıtır. Bu çelişkinin en büyük sonucunu Engels şöyle özetler: “Balzac’ın sempati duyduğu sınıfa ve kendi siyasi önyargılarına karşı çıkmak zorunda kalmasını, sevgili aristokratlarının kaçınılmaz çöküşünü görmesini ve onları daha kötü bir geleceğin beklediğini göstermesini, döneminde yaşayan geleceğin kişisini saptamasını gerçekçiliğin en büyük zaferlerinden biri ve yaşlı Balzac’ın en görkemli başarısı olarak değerlendiriyorum.”
Bu olağanüstü bir başarı mıdır? Sanatsal dehanın, siyasi yönelimlerin kısıtlamalarını aşan gizemli bir rastlantısal başarısı mı? Hayır. Engels’in çözümlemesinde gösterdiği, yalın ve açık bir olgudur. Bunun gerçek önemi ise onu ilk kez Marks ve Engels’in keşfedip çözümlemesindedir. Onların ilişkilendirdikleri şey büyük yazar ve sanatçıların uzlaşmaz dürüstlüğü, kibirden arınmışlığıdır. Onlara göre, özen gerektiren bir araştırmayla ortaya çıkarılan gerçeklik, aslında olduğu gibi olan gerçeklik, en çok değer verilen önyargılar ve en derin kişisel arzuların üstündedir. Büyük sanatçının dürüstlüğü (gelişimlerinde onları yaratırken dikkate aldığı imgelemindeki görüş ve yanılsamaların ortaya çıktığı) var olmalarına olanak sağlanan, tüm yetenekleri açığa çıkana kadar serbestçe evrilen karakterlerine ve bunu başarmak için en derin görüşlerinin gerçekliğin kişisel olmayan diyalektiğinde uçup gitmesine hiç önem vermemesine dayanır. Böylesi bir dürüstlüğü Cervantes, Balzac ve Tolstoy’da görüp inceleyebiliriz.
Bu dürüstlüğün kendi somut içeriği vardır. Balzac’ın legitimizmini Bourget gibi bir yazarınki ile karşılaştırın örneğin. İkincisi aslında ilerlemeye karşı savaşım verir. Cumhuriyetçi Fransa’yı eski gericiliğin boyunduruğu altında ezebilirdi. Günlük yaşamın çelişki ve sorunlarını, uzun zaman önce güncelliğini yitirmiş ideolojileri bunlara çare olarak öne sürmek için sömürür. Buna karşıt olarak Balzac, Restorasyon döneminde başlayan büyük kapitalist yükselişte insan bütünlüğünü savunur. Balzac hem bu süreçteki dayanılmaz gücü, hem de onun ilerici yönleri nedeniyle yenilmez olduğunu görmüştür. Bu gelişimin, bireyi parçalayıcı ve bozucu etkilerine karşın, altını oyduğu feodal veya yarı feodal düzene göre kimileyin belli yerlerde korkunç etkileriyle,  evrimin daha yüksek bir aşamasını temsil ettiğini görmüştür. Balzac bu sürecin insanı parçaladığını ve bozduğunu görmüştür. O, insanlık adına ve insanın bütünlüğünü savunmak için bu gelişmeden nefret etmiştir. Onun bilinçli toplumsal ve siyasal bakış açısı filozof Balzac için çözümsüz olan bu karşıtlığı örnekler. Dünyayı asıl gerçekçi nesnellikle araştırmak ve temsil etmekle o eserlerinde hem bu gelişimin özünü doğru yansıtabilmiş hem de kendi aşk ve nefretinin köklerine yönelik derinlemesine bir araştırma yapmıştır. Filozof Balzac, Bonald ve de Maistre’nin ufuklarını aşmıştır. Yaratıcı Balzac’ın bakış açısı, bu sağ-kanat politikacı filozoflardan daha iyi, daha derin ve daha uzak görüşlüdür. İnsanın bütünlüğü ile ilgili yükümlülüğü sayesinde kapitalist ekonomik düzendeki karşıtlıkları ve kapitalist kültür sorunlarını saptayabilir. Yaratıcı bir sanatçı olarak Balzac, büyük çağdaşı sosyalist Fourier’in kapitalist toplumun yükselişini kabaca çizdiği eleştirel tabloya olağanüstü yakındır.
Marksist bakış açısına göre gerçekçiliğin zaferi, edebiyat ve sanatın, yaratıcı eserleri sözde bir sınıf psikolojisine göre yazarın siyasi tutumu ile ilişkilendirerek mekanik biçimde değerlendiren kaba kavranışına bir son vermek anlamına gelir. Araştırdığımız Marksist bakış açısı, karmaşık edebi olguların aydınlatılması için çok uygundur ancak bu, onun somut biçimde, tarihsel özle, gerçek estetik ve toplumsal içgörüyle uygulandığı durumlarda geçerlidir. Onun herhangi bir edebi olgu için kullanıma hazır uygulanabilir bir formül olduğunu düşünen biri geçmişin kaba Marksistleri gibi Marksist klasikleri yanlış yorumlar. Bu yaklaşımla ilgili daha fazla yanlış anlamayı ortadan kaldırmak için, Engels’in tanımladığı biçimde, gerçekçiliğin zaferinin, yazarın açık ideolojisinin bir tarafsızlık durumu anlamına gelmediğini ya da yazarın açık ideolojisinden ayrıldığı eserinin yalnızca bundan dolayı gerçekçiliğin zaferini temsil etmediğini basitçe eklememe izin verin. Gerçekçiliğin zaferi büyük gerçekçi yazarlar, insanlığın evriminde ilerici bir akımla, tam bilinçlilik dışında, derin ve ciddi bir birlik oluşturduğunda vardır. Bundan dolayı, Marksist bakış açısına göre kötü veya sıradan yazarların basitçe siyasi görüşleri nedeniyle klasiklerin temeli olarak alınması kabul edilemez. Engels’in açıkça belirttiği gibi kısmen veya tamamen gerici yazarlara az çok başarılı zanaatçılar oldukları için saygınlık kazandırmaya çalışmak eşit derecede kabul edilemez bir şeydir.
İnsanın bütünlüğünün savunulması konusunda Balzac’la ilişkili olarak söylediklerimiz rastlantısal değildi.  En büyük gerçekçilerle birlikte bu tema gerçekliğin temsili için uyarı sağlar. Doğal olarak bu temsilin karakterleri ve dönem ile bireylere vurgusu değişkendir. Büyük sanat, asıl gerçekçilik ve hümanizm ayrılmaz biçimde bütünleşmiştir. Birleştirici ilke vurgulamış olduğumuz şeydir: insanın bütünlüğü sorunu. Hümanizm Marksist estetiğin temelidir. Hümanizmi ilk kez estetik bakışın merkezi yapanların Marks ve Engels olmadığını bir kez daha vurgulayalım. Burada yine Marks ve Engels, felsefi ve estetik düşüncenin olağanüstü temsilcileri olma ve onu niteliksel bakımdan daha üst gelişim düzeyine çıkarma çabalarını sürdürüyorlardı. Diğer yandan, onlar öncüler değil ama uzun bir gelişimin doruğu olduklarından hümanizm anlayışları çok daha tutarlıdır.
Genel burjuva önyargılarına karşın onun bu tutarlılığı tam olarak onun materyalist ideolojisi nedeniyle böyledir.
Daha önceki idealist düşünürler hümanizmi en az Marks ya da Engels kadar savunmuşlardı. Onlar hümanizm adına Marks ve Engels’in savaşımını verdiği siyasi, toplumsal ve ahlaki görüşlere karşı mücadele ettiler. Yalnızca materyalist görüş, insanın bütünlüğünün bozulması ve kötürüm bırakılması ile hümanizmin altının oyulmasının maddi ve ekonomik toplum yapısının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu anlamak için bir anahtar sağlar. Sınıflı toplumların iş bölümü, kentin taşradan ve kol emeğinin düşün emeğinden ayrılması, insanın insana zulmetmesi ve onu sömürmesi, kapitalist üretimin uzmanlaşması (bireyin bütünlüğünün bozulmasında önemli bir etken), bunların hepsi maddi ve ekonomik süreçlerdir.
Bu etkenlerin kültürel ve sanatsal etkileri ile ilgili idealist düşünürler içgörülü ve bilgece, hüzünlü ve alaylı tonda yazmışlardır. Marks ve Engels ise materyalist bakış açılarıyla sorunun kökenlerini derinlemesine araştırabilmişlerdir. Kökene inmekle sınıflı toplumun gelişimde ve esas varoluşundaki anti-hümanizmin salt ironik eleştirisinin ötesine geçmeyi ve düşsel cennet gibi bir geçmişe duyulan özlemi aşmayı başarabilmişlerdir. Bütün bu sürecin nereden kaynaklandığını, nereye gittiğini ve insanın bütünlüğünün günlük yaşamda, esas insanla ilişkili olarak etkili biçimde nasıl savunulacağını bilimsel bir biçimde gösterebilmişlerdir. Hem toplumsal, siyasi, ahlaki, entelektüel, sanatsal başarıları korumak hem de onları yeni, daha önce görülmemiş düzeylere yükseltmek için, insanın kötürüm bırakılmasının ve bozulmasının maddi nedenlerinin temelinin nasıl değiştirileceğini, insan bilincinin nasıl uyandırılacağını ve bu toplumsal ve siyasi bilinçliliğin - devrimci proletarya -  etmeni olarak eyleme geçirileceğini göstermişlerdir.
Bu radikal nesnellik Marks’ın düşüncesinin düğüm noktasını oluşturur. Bir kez o, insanın kapitalist toplumdaki durumuna karşı çıkmıştır ve buna göre sosyalist toplumda: “Tüm fiziksel ve entelektüel duyarlıkları yerinden eden, tüm duyulara-sahip olma duyusuna basitçe yabancılaşma vardır. İnsan kendinden yeni kişisel bir zenginlik yaratmadan önce bu mutlak güçsüzleşme düzeyine düşmeli…
“Özel mülkiyetin kaldırılması buna göre tüm insani duyarlıkların ve niteliklerin tam serbestleşmesini temsil eder. Kesin olarak bu serbestleşme yoluyla bu duyarlıklar ve nitelikler hem öznel hem de nesnel akımdan insani olur”.
Sosyalist hümanizm bu nedenle Marksist estetiğin ve tarihin materyalist kavranışının merkezidir. Burjuva önyargıların desteklediği kaba Marksizmin tarihi ilkel ve antidiyalektik kavrayışının aksine, evrensel olarak kökenlere inen bu materyalist görüş, çiçeklerin estetik güzelliğini reddetmez. Tam tersine tarihin materyalist kavranışı ve Marksist estetik tek başına, köklerin ve çiçeklerin birliği ve yapısal ilişkisini anlamak konusunda bir anahtar sağlar.  
Tarihsel materyalizm, insanlığın sınıflı toplumun bozukluklarından gerçek ve en yüksek düzeyde serbestleşmesini yalnızca sosyalizmde bulur. Oysa bu, sınıflı toplum kültürüne katı, diyalektik olmayan, şematik bir karşı çıkma,  onu kestirmeden reddetme ya da onun değişik kültürel başarılarını ve kültürel ve sanatsal etkilerini görmezden gelme (Marksizmin kaba sadeleştiricileri ile ilgili sıklıkla söz konusu olduğu gibi) anlamına gelmez. İnsanlığın gerçek tarihinin sosyalizmle birlikte başlayacak olmasına karşın, tarih öncesi sosyalizmin kurulmasının ögelerini sağlar. Bu gelişimdeki adımlar sosyalist hümanizm şampiyonları için ilgilenmeye değmez bir konu değildir.
Sosyalist hümanizm, Marksist estetikteki tarihsel ve saf sanatsal bilginin bütünleşmesini, tarihsel ve estetik değerlendirmenin süregiden buluşmasını sağlar. Bundan dolayı Marksist estetik, erdemli insanın uzun bir süredir uğraştığı (daha aşağı insanın yalnızca daha aşağı insan olduğu için aklına gelmeyen) sorunu çözer: bir sanat eserinin dirençli estetik değerinin, o sanat eserinin tüm mükemmelliği ve estetik değerinin ayrılamaz olduğu tarihsel süreçle bütünleşmesi.

1- Georg Lukacs bu makaleyi, Marks ve Engels’in estetik ile ilgili yazılarının Macaristan basımı antolojisine önsöz olarak yazmıştır.
2- Wesen ve Wirklichkeit’ın her ikisi de bu metinde “gerçeklik” olarak çevrilmiştir. İlki diyalektikteki gerçeklik, ikincisi genel anlamda gerçekliktir (A.K).

3- Legitimist: 9. yy.da Bourbon hanedanı lideri olan Fransız derebeyi Aimar’ın soyundan gelenlerin Fransa’yı yönetmesi gerektiğine inanan (C.Ç.).

1 yorum: