Sanatçının siyasi erkle ilişkisi
tartışmalı bir konudur ve bu ilişkinin niteliği sanat eserlerinde de ele
alınmıştır. Bu tartışma baskıcı, özellikle faşist yönetimler döneminde önem
kazanır. Böylesi baskı dönemlerinde sanatçının tavrı özgürlükten yana mı
olacaktır yoksa sanatçı siyasi baskıya boyun mu eğecektir? Sorunun yanıtı basit
gibi görünse de gerçek yaşamda, özellikle günümüz Türkiye’sinde, sanatçının
siyasi erkin yanında, onun en büyük destekçisi olarak yer aldığını görüyoruz. Dünyada
bunun en çarpıcı örneklerini görerek tartışmayı sürdürebiliriz.
Richard Strauss 1864-1949 yılları
arasında yaşamış 20. yüzyılın önemli Alman besteci ve orkestra şeflerindendir. Nazi
rejimi 1933’te Almanya’da yönetime gelince Hitler Richard Strauss’u “Alman
Müzikçiler Odası Başkanlığı” için göreve çağırır. Strauss bu görevi kabul
ederken yaptığı konuşmada Hitler ve Goebels’e şükranlarını sunduktan sonra
şöyle der: “Adolf Hitler’in iktidara gelmesi, Almanya’nın yalnızca siyasi
konumunda değişiklikler gerçekleştirmesiyle sınırlı kalmadı. Yeni yapılanma …
müzik kültürünü yeniden canlandırmaya başladı”. Bu toplantıda Hitler ve Göring
dışında, Berlin Filarmoni Orkestrası’nın efsanevi şefi Furtwaengler de başkan
yardımcısı olarak bulunmaktadır. Strauss, Hitler yönetiminin propagandasını
yapmaktan çekinmez. 1933’te besteci Wagner anısına düzenlenen Bayreuth
Festivali’nde büyük İtalyan şef Toscanini çağrılıdır. Nazi rejimini protesto
eden Toscanini bu dönemde Almanya’da orkestra yönetmeyi kabul etmemiştir. Bayreuth
Festivali’ne Toscanini katılmayınca bu görevi de Strauss üstlenmiştir.
Gerekçesi ilginçtir: Wagner’e duyduğu hayranlık ve bunun sonucu olarak
festivalin aksamaması gerektiği. 1936 yılında Nazi rejiminin düzenlediği Berlin
Olimpiyatları için bir Olimpiyat Marşı besteler. Strauss büyük yazar Stefan
Zweig ile Nazi yönetimi iktidara gelmeden tanışıyordu. Zweig, Strauss’un
bestelediği “Suskun Kadın” operası için metin yazar. Opera 1933’te Hitler
ikitidara geldiğinde oynanmaya başlar ancak Zweig Yahudi olduğu için önce
afişlerden Zweig’ın ismi kaldırılır, ardından da oyun iptal edilir. Bir süre
sonra Strauss’un kendisi de Faşist baskı rejiminin zulmune uğrar. Strauss savaş
sonrası Nazilerle işbirliği yapıp yapmadığı konusunda mahkemede savunma verir.
Aklanır ancak müzik dünyasındaki saygınlığı zedelenmiştir.
Benzer bir süreç 1922-1945
yılları arasında Berlin Filarmoni Orkestrası şefliğini yapan önde gelen Alman
orkestra şefi Wihelm Furtwaengler için de yaşanmıştır. 1886-1954 yılları
arasında yaşamış olan Furtwaengler 1933’te Nazi rejiminde Alman Müzikçiler
Odası başkan yardımcısı olur. O da bir süre sonra Strauss gibi Nazi yönetimiyle
sorunlar yaşar. Baskı görür. Yine de Berlin Filarmoni Orkestrası ile konserler
vermeyi sürdürür. Savaş sonrasında o da Nazi rejimiyle ilişkileri nedeniyle
yargılanır, aklanır ama saygınlığını geri kazanamaz.
Sanatçıların baskı dönemlerinde
yaşadıkları bu ikilemi yine sanatçılar ele almış ve kendilerince bir yerde
özeleştiri yapmışlardır. Özellikle 1938 doğumlu Macar yönetmen Istvan Szabo kimi
filmlerinde özellikle bu sorunu ele almıştır. Dahası, bu filmlerden biri, “Yan
Tutmak” (Ülkemizde ‘Taraf Tutmak’ adıyla gösterildi) Wilhelm Furtwaengler’i
merkez alır.
Szabo, Macar sinemasının önde
gelen yönetmenlerinden biridir. Özgeçmişi ile de oldukça ilgi çekicidir.
1950’lerin sonunda dönemin yönetimi adına gizli polis olarak çalıştığı, 2006
yılında ortaya çıkarılmıştır. Bu bakımdan değerlendirildiğinde, filmlerindeki
sorgulamanın anlamı daha iyi açığa çıkabilir.
İlk olarak 1981 yılında çekmiş
olduğu “Mephisto” filmini değerlendirmeye çalışalım. Başkarakter Hendrik Höfgen,
ünlü olmak isteyen bir tiyatro oyuncusudur. Hitler’in henüz yönetime gelmediği
dönemde Höfgen kendisini Nazilerden nefret eden devrimci, sosyalist biri olarak
göstermektedir. Yükselme arzusu çok büyüktür. Bu amaçla Hamburg’dan Berlin’e
gelir. Çalışkandır, coşkuludur, bir yandan devlet tiyarosundaki görevini yerine
getirirken geceleri işçiler için temsiller vermektedir. Almanya’da siyasi durum
değişmektedir. Naziler yönetime gelmiş, yabancı ve Yahudi düşmanlığı günlük
yaşamı ve sanat dünyasını etkilemeye başlamıştır. Birçok sanatçı Almanya’dan
ayrılırken Höfgen baskılara karşı “Yanıtım Hamlet’tir, Shakespeare’dir” der.
Böyle der ama hiç ikilemeden Nazi yönetimiyle çalışmaya koşar. Gerçekten de
kısa bir zaman içinde faşist Alman yönetiminin gözdesi olur, Faust oyunundaki
Mephisto rolü ile ünlü bir oyuncu durumuna gelir. Dahası, Alman ulusal
sanatının devlet gözündeki temsilcisidir artık. Ruhunu şeytana satmıştır.
Böylelikle Prusya Devlet Tiyatrosu’nun başına da getirilecektir. Başarının tadı
onu tatmin etmektedir ama ayırdına varamadığı şey, bu başarının ona izin
verildiği ölçüde, faşist yöneticilerinin tanıdığı sınırlar içinde
yaşanabileceğidir. Hata yaparsa onu bir böcek gibi ezebileceklerini
duyumsatırlar. Zenci sevgilisinden ve sosyalist savaşım içinde olan karısından
ayrılmak zorunda kalır. Her iki kadın da Almanya’dan uzaklaşmak zorunda kalır.
Höfgen onun için uygun görülen Alman bir eşle evlenecektir. Höfgen, faşist
yöneticilerin istediğini yaptığı zaman, onların istediğini söylediği zaman,
onları memnun ettikçe vazgeçilmez olduğunu düşünmektedir ama yanılmaktadır.
Sonu da ortadan tek tek yitip giden, araba kazasında yaşamını yitirdiği, intihar
ettiği söylenen, gerçekte öldürülmüş olan yoldaşları gibi mi olacaktır? Filmin
sonu bize bunu göstermese de duyumsatır. Başarı uğruna özgürlüğünü veren Höfgen,
kanatları altına girdiği koruyucularının istediği ölçüde başarılı olamamış
mıdır?
İkinci olarak “Yan Tutmak”
filmini değerlendirmeye çalışalım. Yönetmen filme dikkat çekici bir biçimde
girer. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın büyük şefi Furtwaengler, dinleyicilerin doldurduğu
görkemli bir konser salonunda Beethoven’ın ünlü 5. Senfonisi’ni yönetmektedir.
Bu senfoni “kaderin kapıya vuruşu” olarak adlandırılan dört notalık vuruşla
başlar. “Kader Senfonisi”dir 5. Senfoni. O sırada konser salonunun dışında
gökyüzünde ışıklar görülmektedir. Berlin üzerine düşman uçakları bombalar
yağdırmaktadır. Evet, kader faşist Almanya için kapıyı çalmaktadır, sonu işaret
etmektedir. Bu aynı zamanda Furtwaengler için de son anlamına gelmektedir.
İkinci Paylaşım Savaşı Almanya’nın yenilgisiyle bitmek üzeredir. Beethoven’ın
5. Senfonisi de kurtaramayacaktır onları bu kötü sondan. Savaş bittikten sonra
Furtwaengler’i yargılamak üzere önceleri sigorta müfettişliği yapmış olan bir
subay görevlendirilir. Filmin teması girişte verilir: Furtwaengler yetenekli bir
sanatçıdır ama ruhunu şeytana satmıştır. Amerika’dan gelen subayın görevi işte
bu ilişkiyi, Furtwaengler’in Nazi Partisi’yle ilişkisini ortaya çıkarmaktır.
Filmde yönetmen sanatçının
seçimini sorgular. Ülkeyi terk mi edecektir, ülkesinde mi kalacaktır. Faşist
yönetimin yanında mı yer alacaktır, onlara karşı direnecek midir? Furtwaengler
yönetimin yanında yer alır. Buna karşın yönetmen de yan tuttuğunu,
Furtwaengler’in yanında olduğunu bize sezdirir. Szabo film boyunca şu savları
irdeler ve Furtwaengler’i korumaya çalışır: Furtwaengler politika ve sanatı
ayrı tutmaktadır; Yahudilere yardım etmiştir; Hitler’e Nazi selamı vermemiştir.
Furtwaengler’i çok büyük bir sanatçı olarak gösterirken karşısına cahil, kaba
bir sigorta müfettişini sorgu memuru olarak koyar. Herkes, başta yönetmenimiz
olmak üzere, Furtwaengler’i kurtarmak istemektedir. Furtwaengler müziğin
insanlığı, özgürlüğü ve adaleti koruyup sürdüreceğine inandığını belirtir. Szabo,
şefi aklamaya çalışırken filmin bitiminde gerçek video kayıttan yararlanır. Bu
kayıtta Hitler, konser sonrası Furtwaengler’in elini sıkarak onu kutlar.
Furtwaengler saygıyla eğilir, ancak bir süre sonra, Hitler’in coşkuyla sıktığı
sağ elini mendiliyle siler. Bu eylem Furtwaengler’in Hitler’e hizmet ettiği
gerçeğini değiştirir mi? Bizce hayır. Amacımız sigorta müfettişi sorgu memuru
gibi bu büyük sanatçıyı aşağılayarak ne olursa olsun mahkum etmek değil.
Gerçekte mahkeme sonucunda Furtwaengler de Strauss gibi aklanmıştır ama
Nazilerle işbirliği yaptığı damgasını ömür boyu silememiştir.
Ne Strauss ne de Furtwaengler, o
yüce sanatları aracılığıyla Alman faşizminin kötülüklerini azaltabilmiştir. Tarih,
onların başarısız olduğunu bize göstermiştir. Schiller, sanatın özgürlüğün kızı
olduğunu söyler. Onu baskıcı bir yönetimin hizmetine sunarsanız, özgürlüğünden
yoksun kılarsanız, sanatın kendinde, içkin yararlılığı ortadan kalkar. Buna
göre Strauss ve Furtwaengler’in ve dahası Szabo’nun savunmaları geçersizdir.
Onlar sanatın bu özelliğini göz ardı etmiş, baskıcı yönetimler altında bile
iyliğe, güzelliğe hizmet edeceği sanısına kapılmışlardır. Bugün de bu yanılgıya
kapılanlar çoktur. Oysa artık biliyoruz ki sanatçının görevi ne pahasına olursa
olsun, kendileri, ulusları ve tüm insanlık adına özgürlüğün yanında, faşizmin
karşısında yer almaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder