8 Aralık 2015 Salı

SANATÇI-İKTİDAR İLİŞKİSİ: YAN TUTMAK?


Sanatçının siyasi erkle ilişkisi tartışmalı bir konudur ve bu ilişkinin niteliği sanat eserlerinde de ele alınmıştır. Bu tartışma baskıcı, özellikle faşist yönetimler döneminde önem kazanır. Böylesi baskı dönemlerinde sanatçının tavrı özgürlükten yana mı olacaktır yoksa sanatçı siyasi baskıya boyun mu eğecektir? Sorunun yanıtı basit gibi görünse de gerçek yaşamda, özellikle günümüz Türkiye’sinde, sanatçının siyasi erkin yanında, onun en büyük destekçisi olarak yer aldığını görüyoruz. Dünyada bunun en çarpıcı örneklerini görerek tartışmayı sürdürebiliriz.
Richard Strauss 1864-1949 yılları arasında yaşamış 20. yüzyılın önemli Alman besteci ve orkestra şeflerindendir. Nazi rejimi 1933’te Almanya’da yönetime gelince Hitler Richard Strauss’u “Alman Müzikçiler Odası Başkanlığı” için göreve çağırır. Strauss bu görevi kabul ederken yaptığı konuşmada Hitler ve Goebels’e şükranlarını sunduktan sonra şöyle der: “Adolf Hitler’in iktidara gelmesi, Almanya’nın yalnızca siyasi konumunda değişiklikler gerçekleştirmesiyle sınırlı kalmadı. Yeni yapılanma … müzik kültürünü yeniden canlandırmaya başladı”. Bu toplantıda Hitler ve Göring dışında, Berlin Filarmoni Orkestrası’nın efsanevi şefi Furtwaengler de başkan yardımcısı olarak bulunmaktadır. Strauss, Hitler yönetiminin propagandasını yapmaktan çekinmez. 1933’te besteci Wagner anısına düzenlenen Bayreuth Festivali’nde büyük İtalyan şef Toscanini çağrılıdır. Nazi rejimini protesto eden Toscanini bu dönemde Almanya’da orkestra yönetmeyi kabul etmemiştir. Bayreuth Festivali’ne Toscanini katılmayınca bu görevi de Strauss üstlenmiştir. Gerekçesi ilginçtir: Wagner’e duyduğu hayranlık ve bunun sonucu olarak festivalin aksamaması gerektiği. 1936 yılında Nazi rejiminin düzenlediği Berlin Olimpiyatları için bir Olimpiyat Marşı besteler. Strauss büyük yazar Stefan Zweig ile Nazi yönetimi iktidara gelmeden tanışıyordu. Zweig, Strauss’un bestelediği “Suskun Kadın” operası için metin yazar. Opera 1933’te Hitler ikitidara geldiğinde oynanmaya başlar ancak Zweig Yahudi olduğu için önce afişlerden Zweig’ın ismi kaldırılır, ardından da oyun iptal edilir. Bir süre sonra Strauss’un kendisi de Faşist baskı rejiminin zulmune uğrar. Strauss savaş sonrası Nazilerle işbirliği yapıp yapmadığı konusunda mahkemede savunma verir. Aklanır ancak müzik dünyasındaki saygınlığı zedelenmiştir.
Benzer bir süreç 1922-1945 yılları arasında Berlin Filarmoni Orkestrası şefliğini yapan önde gelen Alman orkestra şefi Wihelm Furtwaengler için de yaşanmıştır. 1886-1954 yılları arasında yaşamış olan Furtwaengler 1933’te Nazi rejiminde Alman Müzikçiler Odası başkan yardımcısı olur. O da bir süre sonra Strauss gibi Nazi yönetimiyle sorunlar yaşar. Baskı görür. Yine de Berlin Filarmoni Orkestrası ile konserler vermeyi sürdürür. Savaş sonrasında o da Nazi rejimiyle ilişkileri nedeniyle yargılanır, aklanır ama saygınlığını geri kazanamaz.
Sanatçıların baskı dönemlerinde yaşadıkları bu ikilemi yine sanatçılar ele almış ve kendilerince bir yerde özeleştiri yapmışlardır. Özellikle 1938 doğumlu Macar yönetmen Istvan Szabo kimi filmlerinde özellikle bu sorunu ele almıştır. Dahası, bu filmlerden biri, “Yan Tutmak” (Ülkemizde ‘Taraf Tutmak’ adıyla gösterildi) Wilhelm Furtwaengler’i merkez alır.
Szabo, Macar sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biridir. Özgeçmişi ile de oldukça ilgi çekicidir. 1950’lerin sonunda dönemin yönetimi adına gizli polis olarak çalıştığı, 2006 yılında ortaya çıkarılmıştır. Bu bakımdan değerlendirildiğinde, filmlerindeki sorgulamanın anlamı daha iyi açığa çıkabilir.
İlk olarak 1981 yılında çekmiş olduğu “Mephisto” filmini değerlendirmeye çalışalım. Başkarakter Hendrik Höfgen, ünlü olmak isteyen bir tiyatro oyuncusudur. Hitler’in henüz yönetime gelmediği dönemde Höfgen kendisini Nazilerden nefret eden devrimci, sosyalist biri olarak göstermektedir. Yükselme arzusu çok büyüktür. Bu amaçla Hamburg’dan Berlin’e gelir. Çalışkandır, coşkuludur, bir yandan devlet tiyarosundaki görevini yerine getirirken geceleri işçiler için temsiller vermektedir. Almanya’da siyasi durum değişmektedir. Naziler yönetime gelmiş, yabancı ve Yahudi düşmanlığı günlük yaşamı ve sanat dünyasını etkilemeye başlamıştır. Birçok sanatçı Almanya’dan ayrılırken Höfgen baskılara karşı “Yanıtım Hamlet’tir, Shakespeare’dir” der. Böyle der ama hiç ikilemeden Nazi yönetimiyle çalışmaya koşar. Gerçekten de kısa bir zaman içinde faşist Alman yönetiminin gözdesi olur, Faust oyunundaki Mephisto rolü ile ünlü bir oyuncu durumuna gelir. Dahası, Alman ulusal sanatının devlet gözündeki temsilcisidir artık. Ruhunu şeytana satmıştır. Böylelikle Prusya Devlet Tiyatrosu’nun başına da getirilecektir. Başarının tadı onu tatmin etmektedir ama ayırdına varamadığı şey, bu başarının ona izin verildiği ölçüde, faşist yöneticilerinin tanıdığı sınırlar içinde yaşanabileceğidir. Hata yaparsa onu bir böcek gibi ezebileceklerini duyumsatırlar. Zenci sevgilisinden ve sosyalist savaşım içinde olan karısından ayrılmak zorunda kalır. Her iki kadın da Almanya’dan uzaklaşmak zorunda kalır. Höfgen onun için uygun görülen Alman bir eşle evlenecektir. Höfgen, faşist yöneticilerin istediğini yaptığı zaman, onların istediğini söylediği zaman, onları memnun ettikçe vazgeçilmez olduğunu düşünmektedir ama yanılmaktadır. Sonu da ortadan tek tek yitip giden, araba kazasında yaşamını yitirdiği, intihar ettiği söylenen, gerçekte öldürülmüş olan yoldaşları gibi mi olacaktır? Filmin sonu bize bunu göstermese de duyumsatır. Başarı uğruna özgürlüğünü veren Höfgen, kanatları altına girdiği koruyucularının istediği ölçüde başarılı olamamış mıdır?
İkinci olarak “Yan Tutmak” filmini değerlendirmeye çalışalım. Yönetmen filme dikkat çekici bir biçimde girer. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın büyük şefi Furtwaengler, dinleyicilerin doldurduğu görkemli bir konser salonunda Beethoven’ın ünlü 5. Senfonisi’ni yönetmektedir. Bu senfoni “kaderin kapıya vuruşu” olarak adlandırılan dört notalık vuruşla başlar. “Kader Senfonisi”dir 5. Senfoni. O sırada konser salonunun dışında gökyüzünde ışıklar görülmektedir. Berlin üzerine düşman uçakları bombalar yağdırmaktadır. Evet, kader faşist Almanya için kapıyı çalmaktadır, sonu işaret etmektedir. Bu aynı zamanda Furtwaengler için de son anlamına gelmektedir. İkinci Paylaşım Savaşı Almanya’nın yenilgisiyle bitmek üzeredir. Beethoven’ın 5. Senfonisi de kurtaramayacaktır onları bu kötü sondan. Savaş bittikten sonra Furtwaengler’i yargılamak üzere önceleri sigorta müfettişliği yapmış olan bir subay görevlendirilir. Filmin teması girişte verilir: Furtwaengler yetenekli bir sanatçıdır ama ruhunu şeytana satmıştır. Amerika’dan gelen subayın görevi işte bu ilişkiyi, Furtwaengler’in Nazi Partisi’yle ilişkisini ortaya çıkarmaktır.
Filmde yönetmen sanatçının seçimini sorgular. Ülkeyi terk mi edecektir, ülkesinde mi kalacaktır. Faşist yönetimin yanında mı yer alacaktır, onlara karşı direnecek midir? Furtwaengler yönetimin yanında yer alır. Buna karşın yönetmen de yan tuttuğunu, Furtwaengler’in yanında olduğunu bize sezdirir. Szabo film boyunca şu savları irdeler ve Furtwaengler’i korumaya çalışır: Furtwaengler politika ve sanatı ayrı tutmaktadır; Yahudilere yardım etmiştir; Hitler’e Nazi selamı vermemiştir. Furtwaengler’i çok büyük bir sanatçı olarak gösterirken karşısına cahil, kaba bir sigorta müfettişini sorgu memuru olarak koyar. Herkes, başta yönetmenimiz olmak üzere, Furtwaengler’i kurtarmak istemektedir. Furtwaengler müziğin insanlığı, özgürlüğü ve adaleti koruyup sürdüreceğine inandığını belirtir. Szabo, şefi aklamaya çalışırken filmin bitiminde gerçek video kayıttan yararlanır. Bu kayıtta Hitler, konser sonrası Furtwaengler’in elini sıkarak onu kutlar. Furtwaengler saygıyla eğilir, ancak bir süre sonra, Hitler’in coşkuyla sıktığı sağ elini mendiliyle siler. Bu eylem Furtwaengler’in Hitler’e hizmet ettiği gerçeğini değiştirir mi? Bizce hayır. Amacımız sigorta müfettişi sorgu memuru gibi bu büyük sanatçıyı aşağılayarak ne olursa olsun mahkum etmek değil. Gerçekte mahkeme sonucunda Furtwaengler de Strauss gibi aklanmıştır ama Nazilerle işbirliği yaptığı damgasını ömür boyu silememiştir.

Ne Strauss ne de Furtwaengler, o yüce sanatları aracılığıyla Alman faşizminin kötülüklerini azaltabilmiştir. Tarih, onların başarısız olduğunu bize göstermiştir. Schiller, sanatın özgürlüğün kızı olduğunu söyler. Onu baskıcı bir yönetimin hizmetine sunarsanız, özgürlüğünden yoksun kılarsanız, sanatın kendinde, içkin yararlılığı ortadan kalkar. Buna göre Strauss ve Furtwaengler’in ve dahası Szabo’nun savunmaları geçersizdir. Onlar sanatın bu özelliğini göz ardı etmiş, baskıcı yönetimler altında bile iyliğe, güzelliğe hizmet edeceği sanısına kapılmışlardır. Bugün de bu yanılgıya kapılanlar çoktur. Oysa artık biliyoruz ki sanatçının görevi ne pahasına olursa olsun, kendileri, ulusları ve tüm insanlık adına özgürlüğün yanında, faşizmin karşısında yer almaktır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder