9 Mayıs 2017 Salı

FLORANSA RESİM SANATI VE TOPLUMSAL ARKA PLAN

II. 14. YÜZYILDA SANAT


I. TEMEL ALINAN BAKIŞ AÇISI




















Buraya kadar tartışmış olduğumuz farklı konulardaki düşüncelerin tümü, ayrı sınıfların genel bakış açısını oluşturuyor. Artık yaşama yönelik bu tutumların, farklı tabakaların görsel sanatlara yaklaşımını nasıl etkilediğini görmeliyiz.
14. yüzyılda, tüm diğer sanat biçimlerinde olduğu gibi, İtalya'da ve diğer yerlerde görsel sanatları etkileyen çok belirleyici yeni bir etken, tüm halk sınıflarının, özellikle de yönetimdeki üst orta sınıfın giderek bağımsızlaşan dünya görüşüdür. Görsel sanat yapıtları artık erken Orta Çağ'daki gibi ezoterik, manastır yaşamına ait, halk kümelerinin çoğunluğu için anlaşılmaz, onların beğenisini göz ardı eden özellikte değildi. Bu yapıtlar halk içindi ancak ondan da ötesi ve özellikle - 14. yüzyılda neredeyse tamamen - bu yapıtları halktan kişiler üretiyordu. Onlar giderek artan biçimde kendi dünya görüşlerini yansıttılar. Bu yeni dünya görüşü ve onu izleyen yeni sanat, yeni orta sınıfın par excellence (en ileri düzeyde; ç.n.) bulunduğu ülke olan İtalya'da zorunlu olarak en güçlü biçimde ortaya çıktı. Çok ileri Toskana kent devletleri ile Orta İtalya bu bağlamda gelecekteki gelişim açısından büyük önemdeydi (1). Umbria gibi daha küçük kent devletleri erken dönemlerde çok küçük rol oynadılar. Bu Toskana kentleri arasında önde gelenleri Floransa ve Siena idi. Bu kentlerin ikisinin de kendi toplumsal yapısıyla uyumlu bir dünya görüşü vardı ve bunu sanatlarında güçlü biçimde yansıtıyorlardı. Floransa'da kendine özgü güçlü oligarşik bir üst burjuvazi vardı. Siena ise daha çok bir küçük burjuva demokrasisiydi. Dolayısıyla hiçbir yerde Floransadaki kadar belirgin biçimde üst orta sınıfa özgü bir sanat yoktu.
Floransa'da ihracat yapan tüccarlar ve finansçılar yönetimdeydi. Bunlar kendinden memnun, finansal kaynakları sayesinde aristokrasiyi yenmiş, ekonomik ve siyasi açıdan o dönemde Avrupa'da benzersiz biçimde küçük burjuvazi ile işçilere göre üstün bir konuma ulaşmış, sınırsız büyüme yeteneği olan burjuvalardı. Bu güçlerini çıkarları için gerekli gördükleri her şey için, hiçbir duygusallık göstermeden uygulamaya hazırdılar. Kilise ile dayanışmaları, önemli dilenci Tarikatları ile yakın ve amaca uygun ilişkileri bu yolda onlara yardımcı oldu. Tüm dünyayı sarmış ticareti ve uzak görüşlü öngörüleri ile, 14. yüzyıl Floransa üst burjuvazisinin dünya görüşünde zorunlu olarak bir tür rasyonalizm, tüm ağırlığı maddi ilişkilere veren bir tutku ve yetenek egemendi. Bu etken, o dönemde Hıristiyan dünyasının bir başka yerinde olduğundan daha belirgindi (2). Bu, kapitalizmin özünü, para ekonomisini doğal olarak izleyen bir düşünce yöntemini,  - özetlenecek olursa - rakamlarla açıklanan, zekanın denetlediği bir dünyanın düşünce yöntemini işaret eder (3). Ancak görmüş olduğumuz gibi, Floransa üst burjuvazisinin (4) serbest ekonomik gelişimini zorlaştıran birçok etken vardı. Bu etkenler bu erken dönem kapitalist sınıfın düşünce tarzına göre saf spekülasyon ve akıl dışı göründüğünden hesaba katılmalıydılar. Erken dönem kapitalist girişimcinin çok belirgin bir bütünselliği vardı. Onun Tanrı inancı yanında dünyanın rasyonel düşünce ile denetlenebileceğine yönelik sağlam bir inanışı ile sermayeyi artırabileceğine yönelik kendi gücüne büyük bir güveni vardı. Bunun yanında, macera sevgisi ve sarayla ilgili özellikler gibi pek çoğu feodal aristokratik öğelerden oluşan irrasyonaliteleri de çok gösterdi çünkü o kendini hala birçok bakımlardan aristokrasiye bağlı duyumsuyordu*. Bu "irrasyonel" etken çok karmaşıktır. Bu etken, 13. yüzyıl boyunca Floransa üst orta sınıfının erken devrimci döneminde çok belirgin biçimde, kimi yönlerden gücünü yitirmiş ve rasyonel etkenle sürekli olarak birleşmiş olsa da 14. yüzyılda diğer dönemlere göre daha açık biçimde duyumsanmıştır. İrrasyonel etken kendini farklı biçimlerde göstermiştir: kimi zaman gözü kara bir maceracılık, kimi zaman duygusallığın ön plana geçmesi, kimi zaman derebeylik yaşamına özlem ile. Ortaya çıktığı farklı ortamlara göre ayrı isimler almıştır. Kendi içinde farklılıkları çoktur. Bir tür ortak paydaya ancak kaba bir genelleştirme ile varılabilir. Değerlendirmekte olduğumuz bu dönem boyunca, bu iki dünya görüşünün ögeleri, rasyonel ve irrasyonel, sürekli bir çatışma ve uyum süreci içindeydi. Onları ayıran keskin bir çizgi çizilemezdi çünkü onlar farklı uzlaşmalara varmak için içiçe geçmişti. Örneğin bir parça maceracılık büyük tüccarların en hesapçısı için bile kaçınılmazdı. Üst burjuvazi içinde rasyonel etken en sonunda daha güçlü çıktı (5). Bu etken, gelişim sürecinde, ögeleri herşeye karşın varlığını sürdüren ve yoğunluğu değişse de açıkça görülen irrasyonel etkeni soğurdu.
Dini duygular alanında, söylemeye gerek yok, bu güçlü sınıf üyeleri de kendilerini Tanrı’ya yakın duyumsamak istediler. Curia’nın büyük dış desteğini alarak dilenci Mezhepler ve yardım işlerinden kılgısal anlamda yararlanma olanağını etkili biçimde elde ettiler. Tanrı ile ilişkilerinde kişisel esrime ögesini gerektirecek duygusal bir inancı artık sürdürmediler. Sakin, kendine güvenli bir uzak duruşu yeterli gördüler. Bir yandan da araç olarak gördükleri azizler kültüne izin verdiler. Kilise bu ılımlılığı, bu dini ayrılmayı, dogmatik inancı vurgulayarak bir bakıma destekledi ve dilenci Mezheplerin Kilise ve üst burjuvaziye yararlı yollara saptırılmasına yardım etti.
Kilise’nin üst orta sınıfla ekonomik, toplumsal ve siyasi konularda birçok uzlaşmaya gittiğini daha önce değerlendirmiştik. Aynı zamanda onun kendi ideallerini ilkesel olarak, genellikle çekinceler koyarak savunduğunu da görmüştük. Bu iki küme arasındaki yakın ilişki bağlamında kiliseye özgü–dini ideallerin saf biçimde sürdürülmesi büyük önem taşıdığı için, yalnızca ideolojik açıdan bile olsa, günlük yaşamın sürekli ortaya çıkardığı kılgısal güçlükler üzerinde egemen olmak zorundaydılar. Üst orta sınıf bir yandan, isteklerini acımasızca elde ettiği kılgısal günlük yaşama, diğer yandan ise dini ideale – ikisi farklı düşünce düzlemlerinde de olsa - inandı (6). Üst burjuvazi, Curia ile dayanışmalarından ve dilenci Mezheplerin etkinliklerinden elde ettikleri belirgin yararların ayırdına varmada çok gerçekçi olsa da kendi, yani Kilise dini idealleri her şeye karşın varlığını sürdürmekteydi. Curia ile dayanışma doğal biçimde, bir kurum olarak Kilise'nin dokunulmazlığı idealinin vurgulanmasına neden oldu. Dahası, orta sınıfın, dilenci Mezheplerin ayrıcalıklı konumuna uyum göstermesi, bu günahkar dünyada dilenci Mezheplerin çileci dindar yaşamlarının halkın kurtuluşu için zorunlu olduğu katı inancından kaynaklandı. Üst orta sınıf, bu yaşam idealini, kendi ruhlarını kurtarmak için manastırlara yüklü miktarda bağışlar yaparak olası kılmaya çalıştı. Keşişlerin Tanrı’ya saygısızlık eylemleri veya çileci yaşama uymamaları üst orta sınıfın inancını sarsamadı. Benzer biçimde, yardım işlerinde Kilise ve üst orta sınıf kılgısal işbirliğinin arkaplanında bu gönençli toplumsal sınıfın kurtuluşu elde etme – başka bir deyişle yardımseverlik ideali -  yatıyordu. Ancak genel dünya görüşleri ve ilgi alanları ile uyumlu olacak biçimde üst burjuvazinin bu dini idealleri, abartılmış duygusallığın izlerini taşımıyordu, alçakgönüllü ve ılımlıydı. Onlar bir çilecinin idealini benimsediler ama bu tam mülksüzlük, manastır yaşamı değildi. Dilenci Mezhepler bu manastır idealini kabul ederse üst burjuvazi onları desteklemeye hazırdı, o zaman kendi kendilerini desteklemiş olacaklardı.
Kilise ve dilenci Mezhepler üst orta sınıfla (orta sınıfın tümüyle) yakın ilişkilerini, kendi özel yaşamlarına, düşünce tarzlarına, büyük ölçüde kültürlerine temel etkide bulunacak biçimde sonuna kadar kullandılar. 14. yüzyılda bu, kilise kültürü için bir zorunluluk oldu. En sonunda herşey, ılımlı ve rasyonel tarzda bile olsa dine bağımlıydı. Kilise'nin dünya yorumu, tüm olguların yaklaşmakta olan Tanrı Krallığı sembolik diliyle ilişkisi ve tekil olayları nedensel ilişkilerle açıklayan kendi düşünce biçimleri arasında karşıtlık görme konusunda bilinç eksikliği, bu kesimin üyeleri arasındaki farklı düşünce düzlemlerini kapsayan karmaşık düşünce yapısının karakteristiğiydi. Vurgunun nereye yapılacağı sorunu vardı: Kilise mi büyük oranda seküler oldu ve yeni burjuva-kapitalist düşünce tarzına uyum sağladı, yoksa yeni burjuva halk mı kilise kültürünü edinerek ve oradan kendine pay çıkararak dindarlaştı. Her iki önerme eşit derecede doğru olabilirdi.
Floransa üst orta sınıfının bu genel dünya görüşü sanatlarını nasıl etkiledi? Düşünce yapıları dini merkez aldığı için sanatları da zorunlu olarak herşeyden önce diniydi. Ancak doğal olarak bu dini sanat, tüm Avrupa'da ve özellikle İtalya'da kent yaşamı gerçekten ortaya çıkmaya başlamadan önce, yalıtılmış manastırlarda üretilirken edinmiş olduğu katıksız sembolik, dogmatik ve didaktik karakteri artık taşıyamazdı. Kent burjuvazisi üstün duruma geldiğinde, sanatın amacı Kutsal'ın insancıllaştırılmasına yönelme eğiliminde oldu. Yönetim koltuğuna artık sağlamca yerleşmiş, dünya görüşü az ya da çok rasyonalist olan 14. yüzyıl Floransa üst orta sınıfı, herşeye karşın, temel olarak Tanrı'yı duygusal açıdan insana yakınlaştırmayı amaçlayan orta sınıf sanatının erken devrimci dönemini aşmıştı. Bu sınıfın yine de dini bir sanata gereksinim duyması doğaldı ancak bu - gerçekte yeni olan budur - duygusal açıdan rahatsız edecek kadar dini olmayan, huzurlu bir sanat olmalıydı. Onlar bu yolla tapınma ve saygı nesnelerini temsil etmeyi arzuladılar. Benzer biçimde, günlük yaşamlarının dengeli, dini bir ortama yüceltilmesini gerekçelendirecek kendi dini ideallerinin - örneğin, dindar keşiş (genellikle aziz kılığında), yardımseverlik (genellikle bağışlar biçiminde) - resmedilmesini istediler. Böylesi temsiller, bu ideallerin diğer toplumsal sınıfları da ikna etme ve bağlamasına yardımcı oldu. Tüm dini duygularına karşın, böylesi ölçülü ve gerçekliğe bu kadar yakın bir sınıfın ancak doğaya büyük ölçüde bağlılık göstermiş dini bir sanatla doygunluğa ulaşabileceği açıktır. Onların sanatsal gereksinimlerinin formel yanı ile ilgili söylenmesi gerekenler burada belirtilmiş oldu.
Kilise'nin temel görüşleri bunlarla kabaca örtüştüğü için, birçok diğer alanda olduğu gibi bu sanatsal isteklere de uyum sağlaması zor olmadı. Kentli orta sınıfın yükselişi ile birlikte Kilise’nin dünyevi yaşamı giderek artan biçimde dikkate aldığı ve bununla bağlantılı olarak sanata yaklaşımını değiştirdiği genel olarak Avrupa için doğrudur. Tutucu ortak olarak Kilise, Tanrı’yı insancıllaştıran ve onu yakınlaştıran bir sanatın kurulmasında rol almak için, sembol ve alegoriyi yeğlese de, bu biçimde davrandı. Burada yine de Kilise ve üst burjuvazi, sembolik sanatı üst burjuvazinin kılgısal gereksinimlerini karşılamak için uyarlayarak uzlaşıya gitti. Kilise artık öteki dünyaya etkili bir hazırlık olması bakımından, övgüye değer eylemlerin yansıtılması ile bu dünyaya giderek artan bir önem gösteriyordu. Buna göre Kilise, dünyevi nesneleri Tanrı’nın yaratımları olarak kapsamına almak için sanata izin verme konusunda giderek daha hazır duruma geliyordu (7) ve insan bedeninin resmedilmesi konusundaki yasakları bile azalttı (8). Bu farklı ayrıcalıklar hiçbir yerde, Avrupa’da en ilerici ve Papa’yla en yakın dostluk içinde olan Floransa üst orta sınıf sanatında olduğu gibi böylesine güçlü bir biçimde kabul edilip kullanılmamıştı.
Üst orta sınıf ile alt burjuvazi ilişkisi, karşılıklı bağımlılıktan gelişen ve karşılıklı gönüllü ayrıcalıklar ile sanat alanında kendini gösteren üst orta sınıf ile Kilise ilişkisinden çok farklıydı. En kaba yollarla gücü elinde tutmak isteyen üst burjuvazi açısından, alt sınıflara sanatsal ayrıcalıklar – bir zamanlar duygusal ve sembolik anlamda kısıtlanmış dini duygularına ve onların kültürel yoksunluklarına tanınan ayrıcalıklar - ancak çok ikna edici nedenlerle tanınabilirdi. Kimi zaman tutuculuk ve kendi tabakalarına özgü kendi kültürlerindeki belli yoksunluklar nedeniyle buna zorlandılar. Bu, bireylerden daha çok ortak kuruluşlar, örneğin loncalar ya da dernekler nedeniyle ortaya çıktı. Genel ideolojik değişiklikler zorunlu olarak yavaş olduğu için – kültürel tutucu ögeler kural olarak çoğunluğu oluşturuyordu. Üst burjuvazi ayrıca, siyasi denge küçük burjuvaziden yana bozulduğunda sanatsal açıdan uyum sağlamaya eğilimliydi. Böyle dönemlerde, kültürel açıdan alt orta sınıfa daha yakın olan kendi alt tabakaları genellikle etkisini duyumsatmıştır. Dolayısıyla bu durumlarda, örneğin büyük bankaların çöküşü ile ciompi ayaklanması arası dönemde ve ayaklanmanın hemen ardından, kendi güvensizlikleri üst burjuvaziyi boyun eğmeye itmiş, ya da zorlamıştır. Diğer yandan, artık zararsız olan aristokrasiye karşı giderek artan toplumsal ve ideolojik ilgilerine sanatsal anlatım vermek alışkanlıkları olmuştu. Oysa aristokrasi bu dönemde kültürel açıdan geri kalmış olduğundan böylesi bir yakınlaşmanın etkileri, alt orta sınıfa yaklaşımlarının etkilerinden her zaman ayırdedilemez.  
Bu, dini sanat için olduğu kadar, artık yavaşça bağımsız bir yaşama kavuşan seküler sanat için de geçerliydi. Burjuvazinin 14. yüzyılda kilise kültürü için etkin görev alması, üst tabakalarının kültürel gereksinimlerinin giderek sekülerleşmesini hiçbir biçimde engellemedi. Bu sekülerleşme, eski kilise ve din çevrelerinde olabildiğince yer aldı. Gerçekten de seküler kültür belli bir bağımsızlık kazandıktan uzun süre sonra, seküler kültür ile dini kültür arasında belirgin bir karşıtlık ayırdedilemiyordu. Burada yine bir vurgu sorunu vardır: sekülerleşmenin derecesi mi yoksa dine boyun eğişinin derecesi mi baskındır? Üst orta sınıfın saf dünyevi ortamlara (ekonomi, siyaset) somut arzu ve ilgisi, bir "seküler" sanat yoluyla dini ortama bağlanabilir: Tanrı'nın isteği doğrultusunda eşit derecede ve Tanrı'nın onayı ile idealler biçiminde temsil edilebilirler. Gerçekten yaygınlaşmış bir seküler sanat gibi bir olgu ancak çok ileri üst burjuvazisi ile Floransa gibi büyük ve ekonomik anlamda gelişmiş bir kentte ortaya çıkabilirdi. Bu, Siena için küçük, örneğin Perugia için daha da düşük bir olasılıktı. Üst burjuvazinin dünyevi kültürel ve dolayısıyla sanatsal gereksinimlerinin özellikle öne çıktığı dönemlerde, 14. yüzyılın sonunda, gelişimlerinin hızı ve kendi burjuva yollarını tutarlı biçimde izleme olasılıkları, daha önce görmüş olduğumuz gibi, eski kahramanlık ideallerine belirgin yönelim nedeniyle belli ölçüde engellenmişti. Diğer yandan, yeni burjuvazinin kendine güvenini ve ulusal duygularını güçlendiren klasik kültüre hayranlık 14. yüzyılda üst burjuvazinin seçkin entelektüellerine sınırlı kaldı ve o dönemde bile onların bilinçlerine görsel sanatlarda belirgin anlatım bulmaya yeterli düzeyde işlememişti.
Siyasi güç bakımından, loncaların kuruluşu ve örgütlenme hakkı ile ilgili olarak, üst orta sınıfın altında kalan toplumsal tabakaların, Avrupa’nın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar ezildiğini görmüştük. Dolayısıyla onların duygu ve düşünceleri ile ilgili çok az kanıt bulmamız şaşırtıcı değildir. Toplumsal ölçekte onların içinde en üst kesim olan küçük burjuvazi bile, ilkesel olarak konumunu ilerletmeyi düşünse de tutucuydu, bağımsız değildi, devrimci olmaktan çok gericiydi. Küçük burjuvaya göre küçük mağazası onun dünyasıydı. Ticari etkinliği, üyesi olduğu loncanın tüzüğü ile katı biçimde sınırlandırılmıştı. Büyük karlar elde etme olanağı yoktu (9). Yönelimi herşeyin ötesinde diniydi. Tüm alt kesimlerin toplumsal ve siyasi istekleri Tanrı’ya kavuşma özlemleri ile yakından bağlantılıydı. Üst burjuvazinin kendi siyasi istekleri doğrultusunda ve böylesi ayrıcalıklardan kaçınılamadığında Kilise ile onların heyecanlı dini duyguları için nasıl ayrıcalıklar yarattığından daha önce söz etmiştik. Alt toplumsal kesimler düşünsel gereksinimlerini veya sanatlarını dini çerçeve dışında tasarlayamadılar. Onların çok coşkulu dini duyguları ve aynı zamanda daha büyük kültür yoksunlukları ve cahillikleri doğal olarak rasyonalist ve mantıksal bir sanat ile bağdaşamazdı. Kilise ve dilenci Mezhepler, dogmaya sıkı bağlılığın, onların mistik Tanrı özlemlerine keskin bir karakter verdiğini, dahası onunla birleştiğini gördüler. Dolayısıyla, bu tabakalara karşılık gelen dini sanat, onların duygusallığa eğilimlerine karşın, yüksek derecede didaktik, katı biçimde rahiplere özgü bir karakter gösterdi. Bu tutucu, kültürsüz kesimler, günlük yaşam ve dini düşüncelerinde, şeylerin dış görünümünü gerçeklikleriyle açıklayan eski, sembolik, temele ait olmayan düşünce süreçleri ile yönetilmeye, üst burjuvaziye göre daha yatkındı. Bu dıştan gelen belirteçlere dayanarak onlar sembol ve sembolleştirilen arasındaki ilişkiyi keşfettiler ve onlardan özdeşlikler yarattılar (10). Buna göre, kişilerin oldukları gibi değil başka birşeyin sembolü olarak temsil edildiği geçmişin sembolik ve didaktik sanatı, o dönemde üst orta sınıfın en ilerici ve rasyonalist kesimi için artık uygun değilken bu kesimler arasında varlığını hala bir dereceye kadar sürdürebildi (11). Önceleri alt sınıflar, her ayrıntıyı yakalamadan görünüşlerin genel kavranışından yüksek olasılıkla memnun olmasına karşın Kilise sembolik ve alegorik sanatı artık kitleler için her açıdan çok daha anlaşılır duruma getirmiş, onu her ayrıntısıyla onlar için yakınlaştırmıştı.
Floransa alt kesimlerinden hiçbiri, küçük burjuvalar bile, bağımsız büyük sanat siparişleri verecek ekonomik ve siyasi gücü elde edemedi. Yani sanat yapıtları için müşteri konumuna gelemediler. Onların sanatsal gereksinimleri genellikle yalnızca diğerlerinin sanat yapıtı için verdiği siparişlerden onlara tanıdığı ayrıcalıklar biçiminde kendini göstermişti**. Bunlar sıklıkla dini ortamda daha derin ayrıcalıkların yansımasıydı. Kimi zaman, daha önce görmüş olduğumuz gibi, üst orta sınıfın güvensizlik duygusu nedeniyle ortaya çıkan zorunluluktan doğmuştu. Kimi zaman, Kilise’nin ve özellikle dilenci Tarikatlar’ın tanıdığı ayrıcalıklardan daha çok, hoşgörü ve uyarı niteliğinde önlemlerdi. Dilenci Tarikatlar, alt kesimlerin Curia’ya eleştirel yaklaşımlarından korkuyordu. Bundan dolayı, siparişleri doğrudan veya dolaylı etkileyebildiklerinde, katı biçimde kiliseye ait belirlemelerde bulundular. Aynı zamanda, bu insanların sanatsal dilindeki büyük ilkellik ile doğallık yoksunluğu sıklıkla dikkate alındı. Kısaca, üst orta sınıf ve Kilise’nin bu farklı uyum ve hoşgörüdeki güdüsü çoğu zaman içiçe geçmiş ve Floransa toplumunun ideolojik karmaşıklığından kaynaklanmıştı. Örneğin üst burjuvazi bu tabakaların sembolik sanata eğilimine uyum sağladığında, kısmen Kilise’nin dünya görüşü bağlamında, kısmen de kendi kültürel tutuculuğunun türümü olarak uyum sağlamış oluyordu.  


* Bu niteliklerin toplamına “bireycilik” demek bize fazla katkı sunmaz. Her olguda özel “bireycilik” türünü tanımlamak zorunludur çünkü kelime, yalnızca genel kavram olarak değersizdir. J. Burckhardt (The Civilisation of the Renaissance in Italy, İng. çev. Londra, 1929) “bireycilik”te, kişiliğin gelişiminde Rönesans kültürünün kuruluşunu görmüştür. Onun görüşüne göre Rönesans dönemindeki siyasi koşullar – tiranların ve condottierilerin yükselişi – bireycilik yararınaydı ve kişiliklerin gelişimi diğer kişilerde bireysel olanın tanınmasını sağladı. Ancak bana göre sözünü ettiğimiz tipte sınırsız bireycilik daha çok, mezhepçi toplumsal sistemden köken alan, Orta Çağ’ın şövalyeliğine özgü, kendi mezhebininki dışında baskıyı kabul etmeyen, süregiden bir feodal bireycilik biçimiydi. Condottierede erken kapitalist girişimci ve maceracı tipten de bir parça vardı. Burjuva bireyciliğinin yollarını döşeyen, toplumsal engelleri zenginliği ile ve yeni ve kendini benimsetmiş bir sınıf yaratarak ya da eski bir sınıfa kendini kabul ettirerek yıkan devrimci tüccardır. Onun, denetlenemeyen aristokratik bireyciliğe (bu erken dönemde nadiren saf biçimde bulunsa da) en güçlü olarak değerlendirilebilecek karşıtlık ile çözmek zorunda olduğu ekonomik hesap budur. Burckhardt’ın Rönesans’ta kahramanlıkla ilgili bireycilik kuramının çürütmeleri vardır ama bunlar özellikle Troeltsch (Renaissance und Reformation) ile Burdach (a.g.e) düşünce tarihi bakış açısındandır. Burckhardt’ın bakış açısıyla Rönesans’ta bireycilik ile Orta Çağ feodal şövalyeleri bireyciliği arasındaki ilişki için bkz. Huizinga, a.g.e.
“Bir bütün olarak” Rönesans’ın geç Orta Çağ’a ait mi yoksa modern çağların başlangıcı olarak mı değerlendirileceği sorunu, kesinlik içermediğinden bu, Rönesans bireyciliği tartışması kadar gereksizdir. Troeltsch’un doğru söylediği gibi, baskın gördüğümüz etkene göre herhangi bir görüşü benimseyebiliriz. Orta Çağ kuramı ile J. Neumann ve Huizinga, modern kuram ile Thode, haklı olabilirler. Ancak biz genel sınıflamalar ile ilgilenmiyoruz. Bizim sorunumuz daha çok her dönemin, dahası her onyılın özel, belirgin özelliklerini ortaya çıkarmaktır. Burckhardt’ın tüm Rönesans tezinin temel zayıflığı, kesinlikle tarihsel gelişim sürecini çok fazla gözardı etmesidir.
** Küçük burjuvazinin sanat alanında oynadığı rol temelde edilgen olduğundan, sanat için genellikle geniş anlamda “küçük burjuva” ve “halkın zevkine uygun” terimlerini kullandım. Amacım gerçek küçük burjuvazi ile üst burjuvazinin tutucu kesimi ve tüm orta burjuvazinin genel beğeni çizgisini göstermekti.

  

Notlar:
1- Kuzey İtalya, yani Venedik, Milano ve Cenova, daha az gelişmiş endüstrileri ile burada tartışmadığımız, daha az önemde etki taşıyorlardı.
2- Bu nedenle Floransalı finansçı ve üreticiler tüm dünyada uzman diye adlandırılıyor ve sıklıkla diğer ülkelerin tüm finans siyasetini belirliyorlardı.
3- Ayrıntılı tartışma için bkz. W. Sombart, The Quintessence of Capitalism (İng. çev., 1915) ve Martin, Sociology of Renaissance.
4- Örneğin yün endüstrisinde aşırı derecede karmaşık üretim süreci, finans işlemlerinin feodal ve yarı-feodal saraylara bağımlılığı, akıl dışı büyük riskler ve neredeyse akıl dışı büyük karlar, Kilise’nin onların ekonomik etkinliğine getirdiği sınırlar.
5- Orta sınıfı, Floransa’daki ekonomik ve ideolojik gelişimi yakalayamamış olan kuzey ülkelerinde, özellikle Fransa ve Almanya’da, durum çok farklıydı. Dolayısıyla bu ülkelerdeki burjuvazi, dünya görüşü bakımından daha az tutarlı rasyonalistti ve irrasyonalist ögeler sanatlarında daha önemli rol oynamıştı.
6- Bu iki düzlem arasında uyuşmazlık bulunmadığı – bir yanda ticari sezgi, dahası düzenbazlık, diğer yanda dini ve ahlaki ideallere vurgu – Floransalı tüccar Paolo di Ser Pace’nin 14. yüzyılın ortalarında yazdığı Book of Good Examples and Good Manners’de gösterilmiştir. Bkz. G. Biagi, “The Mind and Manners of a Florentine Merchant of the Fourteenth Century” yapıtında, Men and Manners of Old Florence bölümü içinde (İng. çev., Londra, 1909). Floransalı tüccarın kimi zaman günlük etkinliklerine karşıt olarak dini bilinç duymadığını savlamıyorum (ör. Faizcilikten elde edilen karların ölüm yatağında “onarımı”). Ama bunlar zihnin olabildiğince uzak köşesine gönderiliyordu. Bunlar ancak 16. ve 17. yüzyılda, İngiliz-İskoç püriten tüccar dünya görüşü bağlamında ortadan kalktı. Onlarda iş başarısı ve kurtuluş savı arasındaki yakın ilişki, iç güvenlik sezgisine malolmuştu. Bkz. M. Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (İng. çev. Londra, 1930) ve R. H. Tawney, Religion and the Rise of Capitalism (Londra, 1926).
7- M. Dvorak, “Idealismus und Naturalismus in der gotischen Skulptur und Malerei”, Kunstgeschichte als Geistesgeschichte cildi içinde (Münih, 1927).
8- Kilise’nin estetik görüşleri konusunda ayrıntılı inceleme için bkz. Sanatta Çağdaş Görüşler bölümü.
9- G. Luzzatti, “Piccoli e grandi mercanti nelle citta italiane del Rinascimento” (Volume commemorativo in onore di Giuseppe Prato, Torino, 1930).
10- Bu dönemde sembolik düşünce konusunda ayrıntılı inceleme için bkz. Huizinga, a.g.e.
11- Alt kesimler arasında dini sembolizme eğilim gösterilmişti: örneğin, 1378’de küçük ustalar ve işçilerin yeni kurduğu loncalar için tasarlanmış armalarda. Varolan küçük loncaların armalarında genellikle ticari ünvanlarıyla ilgili bir alet temsil ediliyorken, terziler artık cennetten bir zeytin dalıyla gelmiş Tanrı ve kılıç ile haç tutan melek ciompi armasını seçiyorlardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder