II. 14.
YÜZYILDA SANAT
I. TEMEL
ALINAN BAKIŞ AÇISI
Buraya kadar tartışmış
olduğumuz farklı konulardaki düşüncelerin tümü, ayrı sınıfların genel bakış
açısını oluşturuyor. Artık yaşama yönelik bu tutumların, farklı tabakaların
görsel sanatlara yaklaşımını nasıl etkilediğini görmeliyiz.
14. yüzyılda, tüm diğer
sanat biçimlerinde olduğu gibi, İtalya'da ve diğer yerlerde görsel sanatları
etkileyen çok belirleyici yeni bir etken, tüm halk sınıflarının, özellikle de
yönetimdeki üst orta sınıfın giderek bağımsızlaşan dünya görüşüdür. Görsel
sanat yapıtları artık erken Orta Çağ'daki gibi ezoterik, manastır yaşamına ait,
halk kümelerinin çoğunluğu için anlaşılmaz, onların beğenisini göz ardı eden
özellikte değildi. Bu yapıtlar halk içindi
ancak ondan da ötesi ve özellikle - 14. yüzyılda neredeyse tamamen - bu
yapıtları halktan kişiler üretiyordu. Onlar giderek artan biçimde kendi dünya
görüşlerini yansıttılar. Bu yeni dünya görüşü ve onu izleyen yeni sanat, yeni
orta sınıfın par excellence (en ileri
düzeyde; ç.n.) bulunduğu ülke olan İtalya'da zorunlu olarak en güçlü biçimde
ortaya çıktı. Çok ileri Toskana kent devletleri ile Orta İtalya bu bağlamda
gelecekteki gelişim açısından büyük önemdeydi (1). Umbria gibi daha küçük kent
devletleri erken dönemlerde çok küçük rol oynadılar. Bu Toskana kentleri
arasında önde gelenleri Floransa ve Siena idi. Bu kentlerin ikisinin de kendi
toplumsal yapısıyla uyumlu bir dünya görüşü vardı ve bunu sanatlarında güçlü
biçimde yansıtıyorlardı. Floransa'da kendine özgü güçlü oligarşik bir üst
burjuvazi vardı. Siena ise daha çok bir küçük burjuva demokrasisiydi. Dolayısıyla
hiçbir yerde Floransadaki kadar belirgin biçimde üst orta sınıfa özgü bir sanat
yoktu.
Floransa'da ihracat
yapan tüccarlar ve finansçılar yönetimdeydi. Bunlar kendinden memnun, finansal
kaynakları sayesinde aristokrasiyi yenmiş, ekonomik ve siyasi açıdan o dönemde
Avrupa'da benzersiz biçimde küçük burjuvazi ile işçilere göre üstün bir konuma
ulaşmış, sınırsız büyüme yeteneği olan burjuvalardı. Bu güçlerini çıkarları
için gerekli gördükleri her şey için, hiçbir duygusallık göstermeden uygulamaya
hazırdılar. Kilise ile dayanışmaları, önemli dilenci Tarikatları ile yakın ve
amaca uygun ilişkileri bu yolda onlara yardımcı oldu. Tüm dünyayı sarmış
ticareti ve uzak görüşlü öngörüleri ile, 14. yüzyıl Floransa üst burjuvazisinin
dünya görüşünde zorunlu olarak bir tür rasyonalizm, tüm ağırlığı maddi
ilişkilere veren bir tutku ve yetenek egemendi. Bu etken, o dönemde Hıristiyan
dünyasının bir başka yerinde olduğundan daha belirgindi (2). Bu, kapitalizmin
özünü, para ekonomisini doğal olarak izleyen bir düşünce yöntemini, - özetlenecek olursa - rakamlarla açıklanan,
zekanın denetlediği bir dünyanın düşünce yöntemini işaret eder (3). Ancak
görmüş olduğumuz gibi, Floransa üst burjuvazisinin (4) serbest ekonomik
gelişimini zorlaştıran birçok etken vardı. Bu etkenler bu erken dönem kapitalist sınıfın düşünce tarzına göre saf spekülasyon
ve akıl dışı göründüğünden hesaba katılmalıydılar. Erken dönem kapitalist girişimcinin çok belirgin bir
bütünselliği vardı. Onun Tanrı inancı yanında dünyanın rasyonel düşünce ile
denetlenebileceğine yönelik sağlam bir inanışı ile sermayeyi artırabileceğine
yönelik kendi gücüne büyük bir güveni vardı. Bunun yanında, macera sevgisi ve
sarayla ilgili özellikler gibi pek çoğu feodal aristokratik öğelerden oluşan
irrasyonaliteleri de çok gösterdi çünkü o kendini hala birçok bakımlardan
aristokrasiye bağlı duyumsuyordu*. Bu "irrasyonel" etken çok
karmaşıktır. Bu etken, 13. yüzyıl boyunca Floransa üst orta sınıfının erken
devrimci döneminde çok belirgin biçimde, kimi yönlerden gücünü yitirmiş ve
rasyonel etkenle sürekli olarak birleşmiş olsa da 14. yüzyılda diğer dönemlere
göre daha açık biçimde duyumsanmıştır. İrrasyonel etken kendini farklı
biçimlerde göstermiştir: kimi zaman gözü kara bir maceracılık, kimi zaman duygusallığın
ön plana geçmesi, kimi zaman derebeylik yaşamına özlem ile. Ortaya çıktığı
farklı ortamlara göre ayrı isimler almıştır. Kendi içinde farklılıkları çoktur.
Bir tür ortak paydaya ancak kaba bir genelleştirme ile varılabilir. Değerlendirmekte
olduğumuz bu dönem boyunca, bu iki dünya görüşünün ögeleri, rasyonel ve
irrasyonel, sürekli bir çatışma ve uyum süreci içindeydi. Onları ayıran keskin
bir çizgi çizilemezdi çünkü onlar farklı uzlaşmalara varmak için içiçe
geçmişti. Örneğin bir parça maceracılık büyük tüccarların en hesapçısı için
bile kaçınılmazdı. Üst burjuvazi içinde rasyonel etken en sonunda daha güçlü
çıktı (5). Bu etken, gelişim sürecinde, ögeleri herşeye karşın varlığını
sürdüren ve yoğunluğu değişse de açıkça görülen irrasyonel etkeni soğurdu.
Dini duygular alanında, söylemeye
gerek yok, bu güçlü sınıf üyeleri de kendilerini Tanrı’ya yakın duyumsamak
istediler. Curia’nın büyük dış desteğini alarak dilenci Mezhepler ve yardım
işlerinden kılgısal anlamda yararlanma olanağını etkili biçimde elde ettiler.
Tanrı ile ilişkilerinde kişisel esrime ögesini gerektirecek duygusal bir inancı
artık sürdürmediler. Sakin, kendine güvenli bir uzak duruşu yeterli gördüler.
Bir yandan da araç olarak gördükleri azizler kültüne izin verdiler. Kilise bu
ılımlılığı, bu dini ayrılmayı, dogmatik inancı vurgulayarak bir bakıma
destekledi ve dilenci Mezheplerin Kilise ve üst burjuvaziye yararlı yollara
saptırılmasına yardım etti.
Kilise’nin üst orta
sınıfla ekonomik, toplumsal ve siyasi konularda birçok uzlaşmaya gittiğini daha
önce değerlendirmiştik. Aynı zamanda onun kendi ideallerini ilkesel olarak,
genellikle çekinceler koyarak savunduğunu da görmüştük. Bu iki küme arasındaki
yakın ilişki bağlamında kiliseye özgü–dini ideallerin saf biçimde sürdürülmesi
büyük önem taşıdığı için, yalnızca ideolojik açıdan bile olsa, günlük yaşamın
sürekli ortaya çıkardığı kılgısal güçlükler üzerinde egemen olmak
zorundaydılar. Üst orta sınıf bir yandan, isteklerini acımasızca elde ettiği
kılgısal günlük yaşama, diğer yandan ise dini ideale – ikisi farklı düşünce düzlemlerinde
de olsa - inandı (6). Üst burjuvazi, Curia ile dayanışmalarından ve dilenci
Mezheplerin etkinliklerinden elde ettikleri belirgin yararların ayırdına varmada
çok gerçekçi olsa da kendi, yani Kilise dini idealleri her şeye karşın
varlığını sürdürmekteydi. Curia ile dayanışma doğal biçimde, bir kurum olarak
Kilise'nin dokunulmazlığı idealinin vurgulanmasına neden oldu. Dahası, orta
sınıfın, dilenci Mezheplerin ayrıcalıklı konumuna uyum göstermesi, bu günahkar
dünyada dilenci Mezheplerin çileci dindar yaşamlarının halkın kurtuluşu için
zorunlu olduğu katı inancından kaynaklandı. Üst orta sınıf, bu yaşam idealini, kendi
ruhlarını kurtarmak için manastırlara yüklü miktarda bağışlar yaparak olası
kılmaya çalıştı. Keşişlerin Tanrı’ya saygısızlık eylemleri veya çileci yaşama
uymamaları üst orta sınıfın inancını sarsamadı. Benzer biçimde, yardım
işlerinde Kilise ve üst orta sınıf kılgısal işbirliğinin arkaplanında bu gönençli
toplumsal sınıfın kurtuluşu elde etme – başka bir deyişle yardımseverlik ideali
- yatıyordu. Ancak genel dünya görüşleri
ve ilgi alanları ile uyumlu olacak biçimde üst burjuvazinin bu dini idealleri,
abartılmış duygusallığın izlerini taşımıyordu, alçakgönüllü ve ılımlıydı. Onlar
bir çilecinin idealini benimsediler ama bu tam mülksüzlük, manastır yaşamı
değildi. Dilenci Mezhepler bu manastır idealini kabul ederse üst burjuvazi
onları desteklemeye hazırdı, o zaman kendi kendilerini desteklemiş olacaklardı.
Kilise ve dilenci
Mezhepler üst orta sınıfla (orta sınıfın tümüyle) yakın ilişkilerini, kendi
özel yaşamlarına, düşünce tarzlarına, büyük ölçüde kültürlerine temel etkide
bulunacak biçimde sonuna kadar kullandılar. 14. yüzyılda bu, kilise kültürü için
bir zorunluluk oldu. En sonunda herşey, ılımlı ve rasyonel tarzda bile olsa
dine bağımlıydı. Kilise'nin dünya yorumu, tüm olguların yaklaşmakta olan Tanrı
Krallığı sembolik diliyle ilişkisi ve tekil olayları nedensel ilişkilerle
açıklayan kendi düşünce biçimleri arasında karşıtlık görme konusunda bilinç
eksikliği, bu kesimin üyeleri arasındaki farklı düşünce düzlemlerini kapsayan
karmaşık düşünce yapısının karakteristiğiydi. Vurgunun nereye yapılacağı sorunu
vardı: Kilise mi büyük oranda seküler oldu ve yeni burjuva-kapitalist düşünce
tarzına uyum sağladı, yoksa yeni burjuva halk mı kilise kültürünü edinerek ve
oradan kendine pay çıkararak dindarlaştı. Her iki önerme eşit derecede doğru
olabilirdi.
Floransa üst orta
sınıfının bu genel dünya görüşü sanatlarını nasıl etkiledi? Düşünce yapıları
dini merkez aldığı için sanatları da zorunlu olarak herşeyden önce diniydi. Ancak
doğal olarak bu dini sanat, tüm Avrupa'da ve özellikle İtalya'da kent yaşamı
gerçekten ortaya çıkmaya başlamadan önce, yalıtılmış manastırlarda üretilirken
edinmiş olduğu katıksız sembolik, dogmatik ve didaktik karakteri artık
taşıyamazdı. Kent burjuvazisi üstün duruma geldiğinde, sanatın amacı Kutsal'ın
insancıllaştırılmasına yönelme eğiliminde oldu. Yönetim koltuğuna artık
sağlamca yerleşmiş, dünya görüşü az ya da çok rasyonalist olan 14. yüzyıl
Floransa üst orta sınıfı, herşeye karşın, temel olarak Tanrı'yı duygusal açıdan
insana yakınlaştırmayı amaçlayan orta sınıf sanatının erken devrimci dönemini
aşmıştı. Bu sınıfın yine de dini bir sanata gereksinim duyması doğaldı ancak bu
- gerçekte yeni olan budur - duygusal açıdan rahatsız edecek kadar dini olmayan,
huzurlu bir sanat olmalıydı. Onlar bu yolla tapınma ve saygı nesnelerini temsil
etmeyi arzuladılar. Benzer biçimde, günlük yaşamlarının dengeli, dini bir
ortama yüceltilmesini gerekçelendirecek kendi dini ideallerinin - örneğin,
dindar keşiş (genellikle aziz kılığında), yardımseverlik (genellikle bağışlar
biçiminde) - resmedilmesini istediler. Böylesi temsiller, bu ideallerin diğer
toplumsal sınıfları da ikna etme ve bağlamasına yardımcı oldu. Tüm dini
duygularına karşın, böylesi ölçülü ve gerçekliğe bu kadar yakın bir sınıfın
ancak doğaya büyük ölçüde bağlılık göstermiş dini bir sanatla doygunluğa
ulaşabileceği açıktır. Onların sanatsal gereksinimlerinin formel yanı ile
ilgili söylenmesi gerekenler burada belirtilmiş oldu.
Kilise'nin temel
görüşleri bunlarla kabaca örtüştüğü için, birçok diğer alanda olduğu gibi bu
sanatsal isteklere de uyum sağlaması zor olmadı. Kentli orta sınıfın yükselişi
ile birlikte Kilise’nin dünyevi yaşamı giderek artan biçimde dikkate aldığı ve
bununla bağlantılı olarak sanata yaklaşımını değiştirdiği genel olarak Avrupa
için doğrudur. Tutucu ortak olarak Kilise, Tanrı’yı insancıllaştıran ve onu
yakınlaştıran bir sanatın kurulmasında rol almak için, sembol ve alegoriyi
yeğlese de, bu biçimde davrandı. Burada yine de Kilise ve üst burjuvazi,
sembolik sanatı üst burjuvazinin kılgısal gereksinimlerini karşılamak için
uyarlayarak uzlaşıya gitti. Kilise artık öteki dünyaya etkili bir hazırlık olması
bakımından, övgüye değer eylemlerin yansıtılması ile bu dünyaya giderek artan
bir önem gösteriyordu. Buna göre Kilise, dünyevi nesneleri Tanrı’nın
yaratımları olarak kapsamına almak için sanata izin verme konusunda giderek daha
hazır duruma geliyordu (7) ve insan bedeninin resmedilmesi konusundaki
yasakları bile azalttı (8). Bu farklı ayrıcalıklar hiçbir yerde, Avrupa’da en
ilerici ve Papa’yla en yakın dostluk içinde olan Floransa üst orta sınıf
sanatında olduğu gibi böylesine güçlü bir biçimde kabul edilip kullanılmamıştı.
Üst orta sınıf ile alt
burjuvazi ilişkisi, karşılıklı bağımlılıktan gelişen ve karşılıklı gönüllü
ayrıcalıklar ile sanat alanında kendini gösteren üst orta sınıf ile Kilise
ilişkisinden çok farklıydı. En kaba yollarla gücü elinde tutmak isteyen üst
burjuvazi açısından, alt sınıflara sanatsal ayrıcalıklar – bir zamanlar duygusal
ve sembolik anlamda kısıtlanmış dini duygularına ve onların kültürel
yoksunluklarına tanınan ayrıcalıklar - ancak çok ikna edici nedenlerle
tanınabilirdi. Kimi zaman tutuculuk ve kendi tabakalarına özgü kendi
kültürlerindeki belli yoksunluklar nedeniyle buna zorlandılar. Bu, bireylerden
daha çok ortak kuruluşlar, örneğin loncalar ya da dernekler nedeniyle ortaya
çıktı. Genel ideolojik değişiklikler zorunlu olarak yavaş olduğu için –
kültürel tutucu ögeler kural olarak çoğunluğu oluşturuyordu. Üst burjuvazi
ayrıca, siyasi denge küçük burjuvaziden yana bozulduğunda sanatsal açıdan uyum
sağlamaya eğilimliydi. Böyle dönemlerde, kültürel açıdan alt orta sınıfa daha
yakın olan kendi alt tabakaları genellikle etkisini duyumsatmıştır. Dolayısıyla
bu durumlarda, örneğin büyük bankaların çöküşü ile ciompi ayaklanması
arası dönemde ve ayaklanmanın hemen ardından, kendi güvensizlikleri üst
burjuvaziyi boyun eğmeye itmiş, ya da zorlamıştır. Diğer yandan, artık zararsız
olan aristokrasiye karşı giderek artan toplumsal ve ideolojik ilgilerine
sanatsal anlatım vermek alışkanlıkları olmuştu. Oysa aristokrasi bu dönemde
kültürel açıdan geri kalmış olduğundan böylesi bir yakınlaşmanın etkileri, alt
orta sınıfa yaklaşımlarının etkilerinden her zaman ayırdedilemez.
Bu, dini sanat için
olduğu kadar, artık yavaşça bağımsız bir yaşama kavuşan seküler sanat için de
geçerliydi. Burjuvazinin 14. yüzyılda kilise kültürü için etkin görev alması,
üst tabakalarının kültürel gereksinimlerinin giderek sekülerleşmesini hiçbir
biçimde engellemedi. Bu sekülerleşme, eski kilise ve din çevrelerinde
olabildiğince yer aldı. Gerçekten de seküler kültür belli bir bağımsızlık
kazandıktan uzun süre sonra, seküler kültür ile dini kültür arasında belirgin
bir karşıtlık ayırdedilemiyordu. Burada yine bir vurgu sorunu vardır:
sekülerleşmenin derecesi mi yoksa dine boyun eğişinin derecesi mi baskındır?
Üst orta sınıfın saf dünyevi ortamlara (ekonomi, siyaset) somut arzu ve ilgisi,
bir "seküler" sanat yoluyla dini ortama bağlanabilir: Tanrı'nın
isteği doğrultusunda eşit derecede ve Tanrı'nın onayı ile idealler biçiminde
temsil edilebilirler. Gerçekten yaygınlaşmış bir seküler sanat gibi bir olgu
ancak çok ileri üst burjuvazisi ile Floransa gibi büyük ve ekonomik anlamda
gelişmiş bir kentte ortaya çıkabilirdi. Bu, Siena için küçük, örneğin Perugia
için daha da düşük bir olasılıktı. Üst burjuvazinin dünyevi kültürel ve dolayısıyla
sanatsal gereksinimlerinin özellikle öne çıktığı dönemlerde, 14. yüzyılın
sonunda, gelişimlerinin hızı ve kendi burjuva yollarını tutarlı biçimde izleme olasılıkları,
daha önce görmüş olduğumuz gibi, eski kahramanlık ideallerine belirgin yönelim
nedeniyle belli ölçüde engellenmişti. Diğer yandan, yeni burjuvazinin kendine
güvenini ve ulusal duygularını güçlendiren klasik kültüre hayranlık 14.
yüzyılda üst burjuvazinin seçkin entelektüellerine sınırlı kaldı ve o dönemde
bile onların bilinçlerine görsel sanatlarda belirgin anlatım bulmaya yeterli
düzeyde işlememişti.
Siyasi güç bakımından,
loncaların kuruluşu ve örgütlenme hakkı ile ilgili olarak, üst orta sınıfın
altında kalan toplumsal tabakaların, Avrupa’nın başka hiçbir yerinde olmadığı
kadar ezildiğini görmüştük. Dolayısıyla onların duygu ve düşünceleri ile ilgili
çok az kanıt bulmamız şaşırtıcı değildir. Toplumsal ölçekte onların içinde en
üst kesim olan küçük burjuvazi bile, ilkesel olarak konumunu ilerletmeyi
düşünse de tutucuydu, bağımsız değildi, devrimci olmaktan çok gericiydi. Küçük
burjuvaya göre küçük mağazası onun dünyasıydı. Ticari etkinliği, üyesi olduğu
loncanın tüzüğü ile katı biçimde sınırlandırılmıştı. Büyük karlar elde etme
olanağı yoktu (9). Yönelimi herşeyin ötesinde diniydi. Tüm alt kesimlerin
toplumsal ve siyasi istekleri Tanrı’ya kavuşma özlemleri ile yakından
bağlantılıydı. Üst burjuvazinin kendi siyasi istekleri doğrultusunda ve böylesi
ayrıcalıklardan kaçınılamadığında Kilise ile onların heyecanlı dini duyguları
için nasıl ayrıcalıklar yarattığından daha önce söz etmiştik. Alt toplumsal
kesimler düşünsel gereksinimlerini veya sanatlarını dini çerçeve dışında
tasarlayamadılar. Onların çok coşkulu dini duyguları ve aynı zamanda daha büyük
kültür yoksunlukları ve cahillikleri doğal olarak rasyonalist ve mantıksal bir
sanat ile bağdaşamazdı. Kilise ve dilenci Mezhepler, dogmaya sıkı bağlılığın,
onların mistik Tanrı özlemlerine keskin bir karakter verdiğini, dahası onunla
birleştiğini gördüler. Dolayısıyla, bu tabakalara karşılık gelen dini sanat,
onların duygusallığa eğilimlerine karşın, yüksek derecede didaktik, katı
biçimde rahiplere özgü bir karakter gösterdi. Bu tutucu, kültürsüz kesimler,
günlük yaşam ve dini düşüncelerinde, şeylerin dış görünümünü gerçeklikleriyle
açıklayan eski, sembolik, temele ait olmayan düşünce süreçleri ile yönetilmeye,
üst burjuvaziye göre daha yatkındı. Bu dıştan gelen belirteçlere dayanarak
onlar sembol ve sembolleştirilen arasındaki ilişkiyi keşfettiler ve onlardan özdeşlikler
yarattılar (10). Buna göre, kişilerin oldukları gibi değil başka birşeyin
sembolü olarak temsil edildiği geçmişin sembolik ve didaktik sanatı, o dönemde
üst orta sınıfın en ilerici ve rasyonalist kesimi için artık uygun değilken bu
kesimler arasında varlığını hala bir dereceye kadar sürdürebildi (11). Önceleri
alt sınıflar, her ayrıntıyı yakalamadan görünüşlerin genel kavranışından yüksek
olasılıkla memnun olmasına karşın Kilise sembolik ve alegorik sanatı artık
kitleler için her açıdan çok daha anlaşılır duruma getirmiş, onu her ayrıntısıyla
onlar için yakınlaştırmıştı.
Floransa alt
kesimlerinden hiçbiri, küçük burjuvalar bile, bağımsız büyük sanat siparişleri
verecek ekonomik ve siyasi gücü elde edemedi. Yani sanat yapıtları için müşteri
konumuna gelemediler. Onların sanatsal gereksinimleri genellikle yalnızca
diğerlerinin sanat yapıtı için verdiği siparişlerden onlara tanıdığı
ayrıcalıklar biçiminde kendini göstermişti**. Bunlar sıklıkla dini ortamda daha
derin ayrıcalıkların yansımasıydı. Kimi zaman, daha önce görmüş olduğumuz gibi,
üst orta sınıfın güvensizlik duygusu nedeniyle ortaya çıkan zorunluluktan
doğmuştu. Kimi zaman, Kilise’nin ve özellikle dilenci Tarikatlar’ın tanıdığı
ayrıcalıklardan daha çok, hoşgörü ve uyarı niteliğinde önlemlerdi. Dilenci
Tarikatlar, alt kesimlerin Curia’ya eleştirel yaklaşımlarından korkuyordu.
Bundan dolayı, siparişleri doğrudan veya dolaylı etkileyebildiklerinde, katı
biçimde kiliseye ait belirlemelerde bulundular. Aynı zamanda, bu insanların
sanatsal dilindeki büyük ilkellik ile doğallık yoksunluğu sıklıkla dikkate
alındı. Kısaca, üst orta sınıf ve Kilise’nin bu farklı uyum ve hoşgörüdeki
güdüsü çoğu zaman içiçe geçmiş ve Floransa toplumunun ideolojik
karmaşıklığından kaynaklanmıştı. Örneğin üst burjuvazi bu tabakaların sembolik
sanata eğilimine uyum sağladığında, kısmen Kilise’nin dünya görüşü bağlamında,
kısmen de kendi kültürel tutuculuğunun türümü olarak uyum sağlamış oluyordu.
* Bu niteliklerin
toplamına “bireycilik” demek bize fazla katkı sunmaz. Her olguda özel
“bireycilik” türünü tanımlamak zorunludur çünkü kelime, yalnızca genel kavram
olarak değersizdir. J. Burckhardt (The Civilisation of the Renaissance in
Italy, İng. çev. Londra, 1929) “bireycilik”te, kişiliğin gelişiminde
Rönesans kültürünün kuruluşunu görmüştür. Onun görüşüne göre Rönesans
dönemindeki siyasi koşullar – tiranların ve condottierilerin yükselişi –
bireycilik yararınaydı ve kişiliklerin gelişimi diğer kişilerde bireysel olanın
tanınmasını sağladı. Ancak bana göre sözünü ettiğimiz tipte sınırsız bireycilik
daha çok, mezhepçi toplumsal sistemden köken alan, Orta Çağ’ın şövalyeliğine özgü,
kendi mezhebininki dışında baskıyı kabul etmeyen, süregiden bir feodal
bireycilik biçimiydi. Condottierede erken kapitalist girişimci ve
maceracı tipten de bir parça vardı. Burjuva bireyciliğinin yollarını döşeyen,
toplumsal engelleri zenginliği ile ve yeni ve kendini benimsetmiş bir sınıf
yaratarak ya da eski bir sınıfa kendini kabul ettirerek yıkan devrimci
tüccardır. Onun, denetlenemeyen aristokratik bireyciliğe (bu erken dönemde nadiren
saf biçimde bulunsa da) en güçlü olarak değerlendirilebilecek karşıtlık ile çözmek
zorunda olduğu ekonomik hesap budur. Burckhardt’ın Rönesans’ta kahramanlıkla
ilgili bireycilik kuramının çürütmeleri vardır ama bunlar özellikle Troeltsch (Renaissance
und Reformation) ile Burdach (a.g.e) düşünce tarihi bakış
açısındandır. Burckhardt’ın bakış açısıyla Rönesans’ta bireycilik ile Orta Çağ
feodal şövalyeleri bireyciliği arasındaki ilişki için bkz. Huizinga, a.g.e.
“Bir bütün olarak”
Rönesans’ın geç Orta Çağ’a ait mi yoksa modern çağların başlangıcı olarak mı
değerlendirileceği sorunu, kesinlik içermediğinden bu, Rönesans bireyciliği
tartışması kadar gereksizdir. Troeltsch’un doğru söylediği gibi, baskın
gördüğümüz etkene göre herhangi bir görüşü benimseyebiliriz. Orta Çağ kuramı
ile J. Neumann ve Huizinga, modern kuram ile Thode, haklı olabilirler. Ancak
biz genel sınıflamalar ile ilgilenmiyoruz. Bizim sorunumuz daha çok her
dönemin, dahası her onyılın özel, belirgin özelliklerini ortaya çıkarmaktır.
Burckhardt’ın tüm Rönesans tezinin temel zayıflığı, kesinlikle tarihsel gelişim
sürecini çok fazla gözardı etmesidir.
** Küçük burjuvazinin
sanat alanında oynadığı rol temelde edilgen olduğundan, sanat için genellikle
geniş anlamda “küçük burjuva” ve “halkın zevkine uygun” terimlerini kullandım.
Amacım gerçek küçük burjuvazi ile üst burjuvazinin tutucu kesimi ve tüm orta
burjuvazinin genel beğeni çizgisini göstermekti.
Notlar:
1- Kuzey İtalya, yani
Venedik, Milano ve Cenova, daha az gelişmiş endüstrileri ile burada
tartışmadığımız, daha az önemde etki taşıyorlardı.
2- Bu nedenle Floransalı
finansçı ve üreticiler tüm dünyada uzman diye adlandırılıyor ve sıklıkla diğer
ülkelerin tüm finans siyasetini belirliyorlardı.
3- Ayrıntılı tartışma
için bkz. W. Sombart, The Quintessence of Capitalism (İng. çev., 1915)
ve Martin, Sociology of Renaissance.
4- Örneğin yün
endüstrisinde aşırı derecede karmaşık üretim süreci, finans işlemlerinin feodal
ve yarı-feodal saraylara bağımlılığı, akıl dışı büyük riskler ve neredeyse akıl
dışı büyük karlar, Kilise’nin onların ekonomik etkinliğine getirdiği sınırlar.
5- Orta sınıfı,
Floransa’daki ekonomik ve ideolojik gelişimi yakalayamamış olan kuzey
ülkelerinde, özellikle Fransa ve Almanya’da, durum çok farklıydı. Dolayısıyla
bu ülkelerdeki burjuvazi, dünya görüşü bakımından daha az tutarlı rasyonalistti
ve irrasyonalist ögeler sanatlarında daha önemli rol oynamıştı.
6- Bu iki düzlem
arasında uyuşmazlık bulunmadığı – bir yanda ticari sezgi, dahası düzenbazlık, diğer
yanda dini ve ahlaki ideallere vurgu – Floransalı tüccar Paolo di Ser Pace’nin
14. yüzyılın ortalarında yazdığı Book of Good Examples and Good Manners’de
gösterilmiştir. Bkz. G. Biagi, “The Mind and Manners of a Florentine Merchant
of the Fourteenth Century” yapıtında, Men and Manners of Old Florence
bölümü içinde (İng. çev., Londra, 1909). Floransalı tüccarın kimi zaman günlük
etkinliklerine karşıt olarak dini bilinç duymadığını savlamıyorum (ör.
Faizcilikten elde edilen karların ölüm yatağında “onarımı”). Ama bunlar zihnin
olabildiğince uzak köşesine gönderiliyordu. Bunlar ancak 16. ve 17. yüzyılda, İngiliz-İskoç
püriten tüccar dünya görüşü bağlamında ortadan kalktı. Onlarda iş başarısı ve
kurtuluş savı arasındaki yakın ilişki, iç güvenlik sezgisine malolmuştu. Bkz.
M. Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (İng. çev.
Londra, 1930) ve R. H. Tawney, Religion and the Rise of Capitalism
(Londra, 1926).
7- M. Dvorak,
“Idealismus und Naturalismus in der gotischen Skulptur und Malerei”, Kunstgeschichte
als Geistesgeschichte cildi içinde (Münih, 1927).
8- Kilise’nin estetik
görüşleri konusunda ayrıntılı inceleme için bkz. Sanatta Çağdaş Görüşler
bölümü.
9- G. Luzzatti, “Piccoli
e grandi mercanti nelle citta italiane del Rinascimento” (Volume
commemorativo in onore di Giuseppe Prato, Torino, 1930).
10- Bu dönemde sembolik
düşünce konusunda ayrıntılı inceleme için bkz. Huizinga, a.g.e.
11- Alt kesimler
arasında dini sembolizme eğilim gösterilmişti: örneğin, 1378’de küçük ustalar
ve işçilerin yeni kurduğu loncalar için tasarlanmış armalarda. Varolan küçük
loncaların armalarında genellikle ticari ünvanlarıyla ilgili bir alet temsil
ediliyorken, terziler artık cennetten bir zeytin dalıyla gelmiş Tanrı ve kılıç
ile haç tutan melek ciompi armasını seçiyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder