20 Mayıs 2023 Cumartesi

Platoncu Anlamda “Erotik” Bir Fenomen Olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak* Romanı

 


Yakın dönemde Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kişiliği ve romanları ile ilgili “Huzursuz Bir Ruhun Panoraması: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Edebiyat ve Düşünce Dünyası” başlıklı bir derleme kitap yayınlandı. Bu kitapta Yakup Kadri’nin bu yola zorla itilmese gerçekçi bir yazar olmayabileceği savı ileri sürülmekte. Bu ilginç sav farklı eleştirmenlerin roman değerlendirmeleriyle desteklenmeye çalışılmakta. Kiralık Konak romanı ile ilgili olarak İbrahim Şahin’in, “Kiralık Konak yahut Erosun Fenomenolojisi” başlıklı yazısı kitapta yer alıyor. Eleştirmen romanı erosun fenomenolojisi açısından yöntemsel değerlendirdiğini savlıyor. Bizim görüşümüze göre Yakup Kadri gerçekçi bir yazardır, bu doğrudur, bu gerçeği eğip bükerek farklı bir gerçekliğe varmak olanaklı değildir. Böyle olunca Yakup Kadri’nin gerçekçi yöntemle yazılmış romanlarında zorlama bir biçimde farklı ögeler arama arayışı yanlış sonuçlara götürecektir. İbrahim Şahin’in arayışı felsefi ve estetik açıdan ilginç olabilir ancak eleştirmen ne yazık ki bize göre yanlış değerlendirmelerde bulunmuştur.

Yazının girişinde eleştirmen “eros”un tanımını veriyor: “hayatiyet, canlılık, yaşamak arzusu, dirim, dirilme”. Platon’un ‘Şölen’ diyalogu buna kaynak olarak veriliyor. Antik Yunan felsefesine daha dikkatlice eğildiğimiz ve bu konuda daha ayrıntılı bir incelemede bulunduğumuz zaman kavramın daha çok istek, arzu ve cinsel haz ile ilişkilendirildiğini görüyoruz. Eros, Platon’a göre güzele duyulan ilgi, güzelin kendisine, güzel ideasına yönelik arzuyu içerir ve bu arzu yoluyla hakikatin kendisine ulaşma, ona yaraşır şeyler yapma, yaşamın özüne ulaşma anlamlarını da taşır. Eleştirmenin tanımı ile bu tanım arasında bir uyuşmazlık olduğu görülüyor. Farklılık, eleştirmenin Platon’un güzele ulaşma arzusunu göz ardı ettiği gerçeğinden kaynaklanıyor. Eleştirmene göre ‘ben’ ve ‘öteki’ arasındaki her gerginlik, her boşluk ‘erotik’ bir deneyimi yansıtır. Eleştirmenin bu büyük dikkatsizliği ‘erosun fenomenolojisini’ yanlış kavramasına ve Yakup Kadri’nin çok görkemli romanı “Kiralık Konak’ı yanlış değerlendirmesine neden oluyor. Eleştirmen, değerlendirmesi boyunca farklı bölümlerde sesleri, belirsizliği, poetik olanı, arada olanı, bilinmeyeni, Avrupa’ya kaçışı erotik olarak nitelemektedir. Bir deneyimin “Platoncu anlamda erotik” olabilmesi için güzeli ve hakikati arıyor olması gerektiği gerçeğini eleştirmen hiç göz önüne almamıştır.  

En başta ana kavramımız olan “eros” yanlış tanımlanınca tüm değerlendirme boyunca birçok kavramın da yanlış olarak erotik fenomen biçiminde değerlendirildiğini görüyoruz. Eleştirmenin savına göre Yakup Kadri daha yirmili yaşlarının başından başlayarak yazdıklarıyla Anadolu insanını yaşama bağlayacak erosu arıyordur. Bunun, yazarın ilk gençlik çağları ile olgunluk dönemi arasındaki farklılıkları tamamen göz ardı eden bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Yakup Kadri gerçekçi bir yazardır. Net bir tutum izleyerek gerçekçi edebi ürünler yaratmış ve ikircikliğe saplanmamıştır, onun romanlarında belirsizlik yoktur. Bu belirlemeyi yaptıktan sonra hemen şunu da ekleyebiliriz: Yakup Kadri romanlarında izlek vardır, olaylar sağlam nedensellikler aracılığıyla sıkıca örülür, rastlantısallıklara yer yoktur. Roman kişileri çok derinlikli bir araştırma ile kurgulanır ve kişisel özelliklerini yansıtacak eylemlerle romanın gelişimini sağlarlar. Temelde eleştirmenin söylemleri bağlamında Yakup Kadri romanlarının güzeli ve hakikati arama ve yaratma arzusunun ürünü oldukları düşünüldüğünde Platoncu bakış açısıyla okuyana düşünsel haz veren ‘erotik’ fenomenler/nesneler olduklarını ileri sürebiliriz.

Eleştirmenin değerlendirmesine baktığımızda roman kişilikleri Naim Bey ve Seniha’nın karşı karşıya getirildiğini görüyoruz. Bu iki kahramanın kişilikleri bir çatışkı durumundadır ancak bu çatışkı eleştirmenin savladığı gibi ölüm-yaşam bağlamında değildir. Dede-torun Osmanlı toplumunun iki farklı döneminin temsilcisidir. Naim Bey, Tanzimat fermanı sonrasını yansıtan “İstanbulin” döneminin, Seniha ise II. Abdühamid ile başlayan yozlaşmayı yansıtan “Redigot” döneminin temsilcileridir. Naim Bey yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’ni işaret etmektedir. Naim Bey’in ölüme yakınlığı bu toplumsal gerçekliği göstermektedir. Konak da Naim Bey ve Osmanlı Devleti gibi çökmek üzeredir. Yazar bu ilişkiyi fark edememiştir. Bu nedenle de yanlış olarak konağı ‘medeniyet ve kültürün’ alegorik temsili olarak nitelemiştir. Eleştirmenin temel yanlışlarından bir diğeri Seniha ile ilgilidir. Eleştirmene göre Seniha “eros”u yansıtmaktadır. Ona göre Seniha’da “mücadele arzusu, yaşamak kudreti, heyecanı ve cesareti” vardır. “Şarkın “ölmüşlüğünden” kurtulup “erotik seslerin” peşinden “canlı ve diri” Avrupa’ya kaçmak istemektedir. Oysa yazarımız Yakup Kadri, Seniha’nın tek amacının zengin biriyle evlenip gönenç içinde yaşamak, süslenip güzel giysiler giymek olduğunu bize gösterir. Seniha bu uğurda benliğini yitirmeyi göze almış, savaş sırasında karaborsacılık yaparak zenginleşmiş sonradan görmelerle bile birlikte olmaktan çekinmemiştir. Eleştirmen Seniha’nın çok okuyup öğrenerek kendini çürümüşlükten kurtarmak üzere Avrupa’ya gittiğini savlamaktadır. Yakup Kadri onun bu eğitiminin içinin boş olduğunu, Seniha’nın yalnızca bireysel kurtuluşu için hareket ettiğini göstermiştir. Bu “eros” değildir. Öyle ki bu boş uğraş sonunda zengin biriyle de evlenememiş, ülkeye geri dönmüş, para uğruna bedenini kullanma yoluna kadar düşmüştür. Bireysel kurtuluşunun peşinde olan Seniha, gerçek anlamda bencil, düşkün, yoz bir kadındır. Önceleri ona aşık olan Hakkı Celis bile onun bu bozulmuşluğunu görmüş ondan tiksinmiştir. Bu bozulmuş durumuyla Seniha’nın Platon’un güzeli arayan ‘eros’unu temsil ediyor olması düşünülemez. Platon da zaten Şölen dialogunda bu türden bir arzuyu “orta malı, düşkün” diye mahkum etmekte, para uğruna kendini vermenin kötü bir şey olduğunu açıkça belirtmekte ve sertçe eleştirmektedir. Şöyle der Platon: “Günün birinde onu (Güzelliği) görürsen hiçe sayarsın artık altınları, süsleri püsleri, … sevgilileri”. Bunun için de erdem şarttır. Biz bir adım daha giderek şunu söyleyeceğiz: eleştirmenimizin Seniha’nın bu düşkünlüğünü, yoz yaşam anlayışını “eros”un temsilcisi olarak yüceltmeye kalkması kesinlikle kabul edilemez. Eleştirmenin Seniha ile ilgili kafa karışıklığı, onu “Türklük/Türk milleti” ile ilişkilendirmesinden de anlaşılmaktadır. Seniha Türk milletinin yalnızca yoz bir kesimi ile ilişkilidir. Yazarın göz ardı ettiği Hakkı Celis kişiliği ise romanda Platoncu anlamda güzeli arayarak hakikate ulaşmayı arzulayandır. Yeni Türk Milleti, Hakkı Celis gibi erdemli, bilginin ve güzelliğin peşinde koşan, bireysel değil toplumsal sorunları önceleyen olgun kişilerin omuzlarında yükselecektir. Hakkı Celis romanın sonunda trajik biçimde yaşamını yitirse de ölümü bile yüksek toplumsal amaçlar uğrunadır. Eleştirmen bu konuda da yanılmış ve Hakkı Celis’i küçümsemiştir. Hakkı Celis roman boyunca kişisel bir gelişim göstermiş, ülke gerçeklerini kavrayarak varlığını doğmakta olduğunu duyumsatan yeni Türk Devleti’nin kurulmasına adamıştır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu olduğundan farklı bir yazar olarak göstermek amacıyla yazılmış bir kitapta Kiralık Konak romanının yanlış bir eleştirisiyle karşı karşıyayız. Bu deneme bize göre yalnızca Yakup Kadri’yi değiştirme, bozma, değerini düşürmeye çalışma düşüncesiyle değil, yoz bir yaşam anlayışını da yüceltme amacıyla yazılmıştır. Öyle ki, Yakup Kadri bu romanda bize çürümüş bir yaşam biçimini Seniha kişiliğinin yaşamı ile sunuyor ancak eleştirmen bunu tam ters yönde ele alarak hem bu çürümüşlüğü yanlış olarak ‘eros’ diye niteliyor hem de bu yaşam biçimini yüceltmeye kalkışıyor. Eleştirmenin bu cüretinin başarısızlığa mahkum olduğunu, Yakup Kadri’nin de Türk Edebiyatı’nın görkemli bir gerçekçi yazarı olduğunu söylemekten çekinmiyoruz.

 

 * Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kiralık Konak, İletişim Yayınları, İstanbul, 49. Baskı, 2013.


Özbekistan: Buhara, Semerkant ve Şehrisebz Üzerine Notlar

 


Pek bilinmeyen, gizemli bir kent Buhara. Bundan birkaç yıl önce okuduğum gezi yazılarında Buhara ve Semerkant’ın mimari güzelliklerini yansıtan fotoğraflara denk geldiğimde Özbekistan’ı hiç tanımadığımı fark etmiştim. Buhara İbni Sina Tıp Fakültesi’nde ders anlatmak için görevlendirildiğimde bu ülkeyi tanımak için bir fırsat doğmuştu. Üç haftalık görevlendirme süresi boyunca derslerden artakalan zamanda öncelikle Buhara, onun dışında Semerkant ve Şehrisebz’i gezebildim. İzlenimlerimi size aktarmak isterim.

Özbekistan kibar insanların ülkesi. Ülkede derin bir yoksulluk var belki ama Özbekler son derece iyimser ve mutlular, çok yardımcılar. Öğrencilerim de beni sıcakkanlılıkla karşıladılar. Bu son derece güvenli ülkede büyük bir rahatlıkla dolaşabildim ve güzelliklerini kısmen de olsa keşfedebildim.



Buhara:

Buhara mimari açıdan bir açık hava müzesi olarak kabul edilebilir. Eski kent her biri birkaç yüz yıllık binalardan oluşuyor. Kaldığım otel eski kente çok yakın olduğu için bu bölgeyi yürüyerek gezebildim. Birkaç dakika içinde eski Buhara’nın en önemli meydanı Leb-i Havuz’a ulaşılıyor. Büyükçe bir havuzu çevreleyen iki medrese ve bir hankah (Tekke-Medrese olarak anlaşılabilir) ile birlikte düşünüldüğünde burası bir yaşam alanı. Havuz başı eskiden büyük bir çayhane imiş. Hemen yanı başında bugün de çalışır durumda olan Sarafon Çarşısı var. Alışverişe gelenler havuz başında dinlenirmiş. Bugün de burada oturup benim de dostlarla yapmış olduğum gibi baharatlı çaylar içebilir, Özbekistan’ın ünlü yemeklerini yiyebilirsiniz. Her üç bina da muhteşem çini kaplamalarıyla bugün bile göz kamaştırıyor. Nadir Divan Bey Medresesi tavus kuşu figürleri içeren çinileri ile özellikle dikkat çekici. Bu meydanda her gün birçok Özbek gelin-damat anı fotoğrafları çektiriyor.


Buhara İslamiyet için çok önemli bir kent. İbadete açık olan tarihi açıdan önemli pek çok cami var. Bunların yanı sıra bir kısmı restore edilmekte olan, bir kısmı da restore edildikten sonra kafeye veya mağazaya dönüştürülmüş camiler de var. Restore ediliyor olanlar arasında Buhara’nın en eski tarihli camisi Magoki Attari Cami tuğla yüzeyini kaplayan işçiliğiyle çok görkemli. Bu yapı eski bir tapınak üzerinde 12. yüzyılda inşa edilmiş küçük bir cami. ‘Derin cami’ anlamına gelen isminin yansıttığı gibi yüzeyden 4,5 metre derine ulaşıyor. Derin kısmını 1939’da bir Sovyet arkeolog açığa çıkarmış. İbadete açık olanlar arasında en önemlilerinden Balyand Cami 16. yüzyılda inşa edilmiş. Kış ve yaz bölümlerinden oluşuyor. Yaz bölümünü oluşturan teras camiyi çevreliyor. Çok incelikli işlenmiş ahşap sütunlar Buhara’nın pek çok yapısında olduğu gibi burada da kullanılmış. Kış bölümünü oluşturan iç bölümünün tavan ve duvar süslemeleri muhteşem. Bir diğer görkemli 16. yüzyıl camii de Hoca Zeyneddin Cami’dir. Cami’nin Özbek ressam Pavel Benkov imzalı yağlı boya resimlerini Güzel Sanatlar Müzesi’nde görmüştüm. Asma bahçeleriyle çevrili kentin en eskisi olan büyük bir havuz camiye eşlik ediyor. Kompleks Hoca Zeyneddin Türbesini de kapsıyor. Kare yapıda cami iç duvar ve tavan süslemeleri çok etkileyici. Tadilat nedeniyle ne yazık ki havuzda su bulunmuyordu ve asmalar da kesilmişti ancak bahçesi ile o buluşma merkezi havasını hala koruyordu. Havuzlu bir başka cami ise 18. yüzyıl yapımı Bolo-Havuz Cami. Havuz çevresinde oturup caminin güzelliğini izlemek olası. Teras kısmını ayakta tutan ahşap sütunların süslemeleri çok güzel. Camiden ayrı olarak duran 1917 yılı yapımı küçük minaresi de çok süslü. Şu an restore ediliyor olan 15. Yüzyılda inşa edilmiş Kelan Cami, turistik merkezde yer alır. Aynı anda 10000 kişinin namaz kılabileceği biçimde inşa edilmiş. Büyük mavi kubbesi ile çok güzel bir yapı. Çok ilginç bir dini yapı da Çar Minar (Dört Minare)’dir. 1807’de bir Türk beyi Nakşibendi Şeyhi Halife Niyaz Kul yaptırmıştır. Medrese olarak inşa edilmiş ancak medrese yıkılmış olduğu için geriye bu küçük yapı kalmıştır. Dört ayrı dini (İslam, Hristiyanlık, Budizm ve Zerdüştlük) temsil ettiğine inanılan mavi kubbeli dört minaresi çok sevimli görünür.


Buhara aynı zamanda bir türbeler kenti olarak kabul edilebilir. En çok ziyaretçi kabul edenlerden biri Bahaeddin Nakşibendi türbesidir. Bugün de bu türbe önemini korumakta ve çok sayıda ziyaretçi ağırlamaktadır. Diğer kutsal sayılan türbelerle birlikte bu türbenin ziyareti için özel geziler düzenlenmektedir. Bu türbelerin ziyareti hac ibadetine eş sayılmaktadır. Bu kutsal mekanların dışında olmak üzere bilinen en eski türbe 10. yüzyıldan kalma çok iyi durumdaki İsmail Samani türbesidir. Timur kenti işgal ettiğinde daha önceki bir sel olayı nedeniyle çamur kitlesi altında olan türbe bu sayede yıkılmaktan kurtulmuş. 



Kentte 8. yüzyıldan günümüze gelene kadarki uzun sürede 100’den fazla medrese bulunduğu söyleniyor (19. yüzyılda bu sayının 103 olduğu bildirilmiş). Buhara’nın yüzyıllar boyunca bir üniversite kenti olduğunun kanıtıdır bu medreseler. Dini eğitim dışında edebiyat aritmetik, müzik, felsefe, mantık dersleri verilmiş. Bunların büyük bir kısmı zarar görmüş durumda ama pek çoğu restore ediliyor. Günümüzde yalnızca bir tanesi, 14. yüzyılda yapılmış olan Mir Arap Medresesi eğitim veriyor. Medrese içinde Mir Arap olarak adlandırılan eğiticinin türbesi ve bir cami de bulunuyor. Kapısı ve alınlığı da çok görkemli olan bu medresenin türbe ve camiyi kaplayan turkuaz kubbeler göz alıcı. Bu medrese Sovyet döneminde Orta Asya’da açık kalmasına izin verilen tek medrese aynı zamanda. En büyük medrese 140 odalı Kukeldaş’tır. Odaları mağazaya çevrilmiş bu bina Sovyet döneminde otel olarak da kullanılmış. Giyim eşyalarının satıldığı mağazalardan birinde bu dönemden kalma duvar resimleri çok ilgi çekiciydi. Sözü edilmesi gereken medreselerden biri de Uluğbey Medresesi’dir. Timur’un torunu olan 1394 yılı doğumlu Mirza Uluğbey dünyanın en önemli bilim insanları arasında sayılır. Bilim ve eğitime çok önem vermiş bir yöneticidir. Üç medrese kurmuştur. İlki Buhara’da yapımı 1420’de tamamlanan dönemin en önemli mimarlarının tasarımı olan yapıdır. Görkemli giriş kapısında yer alan iki yazıtın çevirileri şöyledir: “Bilgiyi özümsemek her Müslüman erkek ve kadının görevidir.”, “Allah’ın görkemli bereketi her zaman bilgiyle aydınlananların üzerine olsun.” Diğer medreseler Semerkant ve Gicduvan’dadır. Semerkant’taki medreseyi de görme şansım oldu. Uluğ Bey Semerkant’ta bir gözlemevi kurarak astronomik gözlemler yapmış. Dünyanın yuvarlak olduğunu Kopernik’ten önce bulduğu söylenir. Bu dönemde bilimsel ve eğitsel çalışmaları yobaz kesimi rahatsız etmiş. Öz oğlunun gericilerle yaptığı iş birliği sonucunda öldürülüyor ve gözlemevi de yerle bir ediliyor. Bugün bu gözlemevinden kalanlar yalnızca yer altında kalan bir kısımdır. Bu trajedinin ilginç yanı, o dönemde bu gözlemevinde eğitim alıyor olan Ali Kuşçu’nun bir süre İstanbul’a gelip ders vermiş olmasıdır.


 



Feyzullah Hocayev Özbekler için önemli bir kişi. Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı. Zengin bir tüccarın oğlu olarak Moskova’da iyi bir eğitim almış. Yaşadığı ev bir müzeye dönüştürülmüş. Reform yanlısı siyasi örgütlerde görev alarak siyasi yaşama başlayan Hocayev, Özbekistan’ın çağdaşlaşması çalışmaları yürütmüş. 1938 Stalin duruşmaları döneminde hainlikle suçlanarak yargılanmış ve idam edilmiş. 1965’te ise suçsuzluğu ilan edilmiş. Bu ilginç kişilik Buhara’da derin yer etmiş. Müze olarak gezilebilen evinde günlük yaşamının izleri gözlemlenebiliyor.

Buhara Emirliği Yazlık Sarayı, Buhara’nın hemen dışında. 19. yüzyıl sonunda yapımı tamamlanmış. Son Buhara Emiri Said Halim Han burada konaklamış. 1917 Sovyet devrimi sonrası sıranın kendine geleceğini anlayan emir, 1920’de Sovyet ordusu Buhara’ya girmeden ülkeden ayrılmış. Bugün burası bir müze olarak turistik ilgi odağı olmuş. Burada pek değerli eşyalar sergileniyor.

Sanatsal alanda Buhara geleneksel bir yönü canlı tutmuş görünüyor. Minyatür sanatıyla ilgilenen ve atölyesinde satış yapan pek çok Özbek ressam var. Güzel Sanatlar Müzesi’nde de kısıtlı da olsa Özbek ressamlarla ilgili bir sergiyi gezebiliyorsunuz. Pavel Benkov 1879-1949 yılları arasında yaşamış gerçekçi bir Özbek ressam. Müzede Buhara’da dönemin yaşantısını yansıtan yapıtlarını görme şansım oldu.

Buhara eski önemini yitirmiş olsa da kültürel zenginliklerini kısmen de olsa korumuş güzel bir kent. Şimdilerde turistik açıdan ilgi çekici özellikleriyle ön plana geçmeye çalışıyor.



 

Semerkant:

Semerkant çok güzel ve yeşil bir kent. Timur devletinin başkentliğini yapmış, o görkemli havasını, çok iyi korunmuş tarihi mimari yapıları ile duyumsatıyor. Tarihi kentin merkezi, Registan olarak adlandırılan geniş alan ve bu meydanda yer tutmuş 3 medresedir. Uluğbey Medresesi 1417-20 yılları arasında yapılmış. Gözlemevi kurulmadan önce burası önemli bir astronomi merkezi ve medrese olarak kullanılmış. 20. yüzyılda çinilerle kaplı görkemli kapısı ile birlikte bina restore edilmiş. Sher Dor medresesi 1619-36 yıllarında inşa edilmiş. Hayvan ve güneş desenli süslemeleri olan kapısı görkemlidir. Kapısı 20. yüzyılda restore edilmiş. 17. yüzyılda meydana Tillya Kari medresesi yapılmış. Yüksek girişli süslemeli kapısı ve kubbesi çok görkemli. 19. yüzyılda depremde yıkılan camisi yine 20. yüzyılda restore edilmiş.

Shahi Zinda bir türbeler merkezi olarak kabul edilebilir. Mavinin her tonundan çini süslemeleri göz kamaştıran bu türbeler merkezinde Timur döneminde yaşamış önemli devlet yöneticileri yanısıra Timur’un aile üyelerinin bir kısmının da mezarları bulunuyor.

Timur’un torunu Uluğbey çok önemli bir yönetici ve bilim insanı. Semerkant’taki gözlemevi ile ilgili trajediden Buhara kısmında söz etmiştim. Gözlemevi girişinde Uluğbey’in bir heykeli bulunuyor.

Semerkant mimari güzellikleri ile Buhara ve Şehrisebz gibi koruma altına alınmış bir kent. Timur’un çok sevdiği eşi için yaptırmış olduğu dönemin en büyük camisi Bibi Hanım Cami de bu kentte. Caminin mermer kaplamaları ve süslemeleri çok özel. Timur doğduğu kent Şehrisebz’de kendisi için mezar yeri hazırlamış olmasına karşın Semerkant’ta gömülmüş. Gür Emir olarak adlandırılan türbe bugün pek çok ziyaretçi kabul ediyor. Timur’un yanı sıra oğulları Miranshah, Shahruh, torunları Muhammed Sultan, Uluğbey de burada yatıyor.



Semerkant’ta görülecek yerlerden bir diğeri büyük İslam bilgini Maturidi’nin türbesi. 852-944 yılları arasında Semerkant’ta Samaniler yönetimi döneminde yaşamış Ebu Mansur Maturidi, İslam dininde kendi adıyla anılan Maturidilik mezhebinin kurucusu. Ebu Hanefi’nin yolunu izlemiş ancak dinin gereği gibi anlaşılabilmesi için Kuran ve sünnet yanı sıra aklın da gerekli olduğunu belirtmiştir. Akıl yoluyla iyiyi kötüden ayırabileceğimizi söylemiştir. Maturidi’nin akıl ve nakli dengeli bir biçimde kullanan din anlayışı Atatürk’ün laiklik yaklaşımını da etkilemiştir. Maturidi’nin Semerkant’taki türbesi yeşil bir bahçe içinde, güzel süslemeleri bulunan küçük bir yapı.

Semerkant gezimizi arkeoloji müzesi ile sonlandırdık. Müze antik kentin kalıntılarını barındıran arkeolojik bir kazı alanı içinde. Burada sergilenen duvar resimleri görmeye değer.



Şehrisebz:

Şehrisebz Timur’un doğum yeri. Özbekler için büyük önem taşıyor. Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt’ı Ankara Savaşı’nda yenmiş olması biz Türklerin anımsamaktan pek hoşlanmadığımız bir olgu. Kentteki müzede tahtta oturan Timur’un karşında savaşı yitirmiş ve esir düşmüş Beyazıt’ı gösteren bir tablo var. Aynı müzede Mustafa Kemal Atatürk’ün, Timur’un komutanların en büyüğü olduğunu, Beyazıt’ı zekasıyla yendiğini belirten bir sözü yerel motiflerle süslenmiş bir panoda sergileniyor.

Timur doğduğu kente, 1380’de inşa edilmeye başlanan, yapımı 20 yıl süren büyük bir saray yaptırmış, mezar yerini de burada ayırtmış. Bu binanın Timur dönemindeki en büyük bina olduğu belirtiliyor. Ne yazık ki yapımından 150 yıl kadar sonra Buhara emiri Abdullah Han kenti işgal ettiğinde Ak Saray olarak adlandırılan binayı yakıp yıkmış ancak kalıntıları bile günümüzde hala çok görkemli. Günümüzde sarayın önünde Timur’un heykeli de yer alıyor.

Timur’un ilk hocası Şemseddin Külyal’ın türbesi ile Timur’un babası Muhammed Taragay, iki oğlu Cihangir ve Şeyh Ömer’in türbeleri yan yanadır. Uluğbey’in yaptırdığı Dor et Tilyavat medresesi ile burası bir dini merkez durumuna getirilmiş. Yine Uluğbey’in inşa ettirdiği büyük mavi kubbesiyle ünlü Kök Gümbez Cami de bu merkezde yer alır.

Şehrisebz Timur döneminde ikinci başkent olarak kabul edilirmiş. Bugün artık küçük bir kent görünümünde olsa da Timur dönemi yapıtlarının bir kısmını barındırdığı için önemli bir gezi yeri sayılabilir.

 

Sonuç yerine:

Buhara’nın entelektüel konumu zaman içinde gerilemiş. Daha 18. Yüzyılda, medreselerde artık çağdaş bir üniversite eğitimi verilmiyor geçerliliği kalmamış tutucu bir İslam anlayışı öğretiliyormuş. Bugün Mir Arap Medresesi’nde süren de bu çağdışı eğitimdir. Bu üzücü bir durum. Benim de İbni Sina’ya adanmış bir üniversitenin Tıp Fakültesi’ne ders anlatmak için buraya gönderildiğim düşünüldüğünde, Özbekistan’da bu eğitimi verecek özelliklerde öğretim üyeleri yok muydu sorusu akla gelebilir. Ne yazık ki ülkenin bilimsel anlamda çok ileride olduğu söylenemez. Üniversite olanakları dışarıdan kazandırılmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki uzun süren Sovyet döneminde disiplinli bir eğitim anlayışı benimsetilmiştir ve bu disiplin bugün bu kurumlarda sürekliliğini korumaktadır. Modern Özbekistan da yakın zamanda kendi bilim insanlarını yetiştirecek ve kim bilir eski parlak günlerini yakalayacaktır diye ümit edebiliriz.