Karl Marx ve Rheinische Zeitung'ta Yayınlanan Odun Hırsızlığı Makaleleri
Karl Marx 1842-43 yılları
arasında Rheinische Zeitung
gazetesi editörlüğü yaptı. Bu süreçte bu gazetede Ren Eyalet Meclisi’nde
1841’de yürütülioen “Odun Hırsızlığı Tartışmaları” ile ilgili bir dizi makale
yazdı. Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabında bu makalelerin
kendisini ekonomi politik ile ilgilenmeye yönlendirdiğini belirtir. Bu açıdan
önemlidir. İlk makale 25 Ekim 1842’de yayınlanmıştır. Bu ilk makaleyi
İngilizce’den arkadaşım Alper Yavuz’la birlikte çevirdik. Diğer makaleleri ben yine
İngilizce’den çevirdim.
ODUN
HIRSIZLIĞI YASASIYLA İLGİLİ TARTIŞMALAR
25 Ekim 1842 - Rheinische Zeitung
Karl Marx
Bugüne kadar Eyalet Meclisi’nin iki önemli
tutumunu anlatmıştık. Bunlar basın özgürlüğü konusundaki kafa karışıklığı ve bu
kafa karışıklığı nedeniyle yaptığı özgürlük dışı uygulamalar. Şimdi işin
esasına gelmiş bulunuyoruz. En yaşamsal sorunlardan biri olan geniş toprakların parsellenmesi konusuna
geçmeden önce okurlarımıza Meclis’in ruhunu türlü biçimlerde yansıtan veya
deyim yerindeyse onun doğasını gösteren bir çerçeve çizmek istiyoruz.
Şüphesiz, odun hırsızlığı yasası; avcılık, ormancılık ve tarım suçları
yasaları gibi sadece Meclis ile ilişkisi bakımından değil ayrı olarak da ele
alınmalıdır. Fakat şu aşamada bu yasanın bir taslağı elimizde yok. Elimizdeki
dokümanlar Meclis’in bazı belirsiz eklemeleri ile yasa komisyonunun verdiği bölümce
numaraları ile sınırlı. Meclis görüşmelerini içeren tutanaklar o kadar tutarsız
ve soru işaretleriyle dolu ki, mistik denemelere benziyorlar. Bu hilkat
garibelerini değerlendirdiğimiz zaman, anlıyoruz ki; Meclis bizlerden,
Eyaleti’mize saygı unsuru olarak edilgin bir sessizlik beklemektedir.
Bu görüşmelerin karakteristik özelliklerini gösteren bir konu var. Meclis,
devletin yasama organları yanında bir yardımcı yasama organı görevi görür.
Meclis’in yasama işlevini bir örnekle açıklamak çok belirleyici olabilir. Bu
aşamada, okurlarımızdan bu kısır tartışmaların çözümlenmesi için sabır ve
dayanıklılık istiyoruz. Bize göre, odun hırsızlığı yasası konusundaki
tartışmalar Meclis’in yasama işlevi tartışmalarını çok güzel örnekliyor.
Tartışmaların başında kent milletvekillerinden biri, yasanın başlığına
itiraz etti. Bu başlıkla en küçük orman düzenlemesi ihlali bile “hırsızlık”
olarak değerlendirilmektedir.
Aristokratların milletvekillerinden biri yanıt verdi:
“Bu başlık doğrudur, çünkü odun aşırmak hırsızlık sayılmadığından dolayı
çok sık tekrarlanan bir olay.”
Bir benzetme yapılırsa, yasama şöyle bir sonuca varabilir: Tokat atmak
cinayet olarak sayılmadığından, çok sık tekrarlanıyor. Demek ki bu suçu cinayet
olarak değerlendirmek gerekiyor.
Aristokratların bir başka milletvekiline göre:
“ ‘hırsızlık’ sözcüğünü telaffuz etmemek şu anda çok riskli, çünkü bu
tartışmalardan haberdar olan birisi, Meclis’in odun aşırmayı hırsızlık olarak
değerlendirmediğini düşünebilir.”
Meclis, odun aşırmanın hırsızlık olarak sayılıp sayılmaması konusunda karar
vermeli; fakat eğer bunun hırsızlık olmadığı ilan edilirse; insanlar, Meclis’in
odun aşırmayı hırsızlık olarak görmediğini öğrenirler. Bu durumda en iyisi bu
nazik, tartışmalı sorunun üzerinde durmamak. Bu bir olayı masum gösterme
sorunudur ve bundan kaçınmak gerekir. Orman sahipleri yasamanın konuşmasını
istemiyorlar, çünkü yerin kulağı var.
Aynı milletvekili daha da ileri gider ve ‘hırsızlık’ konusundaki bütün bu
tartışmaları
“tam yetkili Meclis’in doğru formülleri bulurken yaşadığı tehlikeli bir
kafa karışıklığı”
olarak nitelendirir.
Bu aydınlatıcı gösterilerin ardından, Meclis yasanın başlığını oyladı.
Bu noktada, yukarıda anlatılanlar, yasanın formülize edilmesindeki ihmalin
nasıl; bir yurttaşı bir hırsıza dönüştürdüğünü ve kendisine yönelik itirazları
dilsel titizlikle reddettiğini gösteriyor. Açıkça görüldüğü üzere kesilmiş
odunları aşırmak veya kuru odunları toplamak; canlı ağaçları kesip götürmek
gibi hırsızlık başlığı altında değerlendiriliyor ve aynı sertlikte
cezalandırılıyor.
Daha önce konuşan kent milletvekilinin şu sözleri doğrudur:
“Cezalar, uzun dönemli hapis sürelerini içeriyor. Bu sertlik masum
insanları suçun kucağına itebilir. Bu sık sık karşılaşılan bir durum, çünkü
cezaevinde bu insanlar azılı hırsızların arasında kalacaklar; dolayısıyla kuru
odunları aşırmanın sadece basit polis cezalarına neden olması gerektiğini
düşünecekler.”
Başka bir kent milletvekili, onu, şu ifadeyle çürüttü:
“kendi bölgesinin orman arazilerinde, öncelikle genç ağaçları yaralayacaklar,
sonra, o ağaçların ölümünü bekleyip onlara devrilmiş ağaç muamelesi
yapacaklar.”
İnsan haklarını, genç ağaçlara feda etmenin daha şık ve basit bir çözümü
bulunamazdı. Bir taraftan, yasanın bu bölümcesinin kabullenilmesi sonucunda,
kaçınılmaz bir şekilde önceden sabıkası olmayan birçok insan, yeşil ağaçları
keserek, alçaklığın, ahlaksızlığın ve zavallılığın kucağına düşmüş olacaklar.
Diğer taraftan, bu bölümcenin reddi beraberinde genç ağaçların zarar görmesi
olasılığı nedeniyle insanların kurban gitmesini getirecek.
Üst ceza yasası hırsızlık kapsamında sadece kerestelik odunların
aşırılmasını ve hırsızlık amaçlı ağaç kesimlerini değerlendirmektedir. Şu
şekilde (bizim Eyalet Meclisi’miz buna inanmamaktadır) bir ifade vardır:
“Gündüz vakti, yemek için birisi meyve koparır ve koparılan ağaçta ciddi
bir zarar meydana getirmezse, kişisel durumu ve koşulları dikkate alınarak,
medeni hukuk yasaları (ceza yasaları değil!) kapsamında cezalandırılmalıdır.”
16. yüzyıldan kalma üst ceza yasası, 19. yüzyılda; Ren Eyalet Meclisi’ni
aşırı insani davranmaktan alıkoyuyor.
Gelelim devrilen ağaçların toplanması ve karışık odun hırsızlığı
konusuna... İkisinin de ortak bir tanımı var. Bir başkasının odunlarını izinsiz
almak. Bu nedenle ikisi de hırsızlıktır. İleriyi gören mantığın yayımladığı
yasanın sonucu ve özü budur.
İlk olarak, bu yüzden, iki eylem arasındaki farka dikkat etmemiz gerekir.
Şunu söylemek gerekir ki; bu iki eylem özünde birbirinden farklıdır ve yasal
açıdan da bunlara farklı eylemler olarak bakmalıyız.
Büyüyen bir fidanı izinsiz olarak kesip götürmek, onun organik bütünlüğünü
bozan nitelikte bir iştir. Ağaca açıkça saldırı sayılabilecek bu eylem, aynı
zamanda ağacın sahibine de yapılmış bir saldırıdır.
Bunun ötesinde, kesilmiş odunlar üçüncü bir kişiden çalınırsa, bu odunlar
sahibinin ürettiği malzeme niteliği taşırlar. Kesilmiş odun, üzerinde
çalışılmış bir nesnedir. Mülkiyetle, aradaki doğal ilişki yapay bir ilişkiyle
yer değiştirmiştir. Bu nedenle kesilmiş odunu çalan kişi mülkiyeti çalmıştır.
Buna karşın devrilmiş ağaçlarda mülkten eksiltilen bir şey yoktur.
Devrilmiş ağaç mülk sayılamaz. Dolayısıyla buradaki eylem mülk sayılmayan bir
nesnenin alınıp götürülmesidir. Odun hırsızı mülk üzerinde kendi otoritesini ilan
eder. Devrilmiş odunları toplayan ise doğanın daha önceden ilan ettiği yargıya
uyar. Buna göre mal sahibi sadece ağaçların sahibidir fakat ağaçlar artık
dallarına sahip değillerdir.
İşin özünde odun hırsızlığı ve devrilmiş odunların toplanması bu nedenlerle
farklı şeylerdir. Söz konusu olan nesneler ve eylemler birbirinden farklıdır,
bu nedenle sonuçları da farklı olmalıdır. Birbirinden farklı içerik ve
biçimdeki eylemlere hangi nesnel standart uygulanabilir ki. Tüm bunlara rağmen
siz bu ikisini hırsızlık olarak adlandırıp, hırsızlık gibi cezalandırdığınızda
aslında siz, devrilmiş odunları toplayanı çok daha sert bir biçimde
cezalandırmış olursunuz çünkü yapılan hırsızlık değildir; fakat siz odun
hırsızına verdiğiniz cezanın aynısını ona da layık görmüş olursunuz. Demek ki
yasada, odun hırsızlığı yerine odun cinayeti denilse, cinayete denk bir ceza
gerekecekti. Yasalar doğrunun söylenmesi gereğinin dışında değildir. Tam
tersine buna iki kat zorunludurlar. Çünkü hem evrensel hem de yerel bakış
açısıyla eşyanın doğası bunu gerektirir. Dolayısıyla doğa, yasalarla
düzenlenemez; bilakis, yasalarımız doğaya uygun olmak zorundadır. Basit bir
orman düzenlemesi ihlalini hırsızlık olarak adlandırmak, yasanın yalan
söylemesidir. Bu yasal yalan yoksulları kendine kurban eder.
Montesquieu der ki: “İki türlü yozlaşma vardır. Birincisi, halkın yasalara
uymadığı durumlar, diğeri ise yasaların halkı kötü yola itmesi. Bu ikincisi
iyileştirilemez bir hastalıktır çünkü düzelmeyi sağlaması gerekenin kendisi
düzeltilmeye muhtaçtır.” (a).
Ortada bir suç bulunmadığında, bizi suçun var olduğuna hiçbir zaman
inandıramayacaksınız. Sadece suçu yasalaştırmayı başarabilirsiniz. İkisi
arasındaki sınırı kaldırdınız, ancak bunun yararınıza olduğunu sanırsanız hata
yaparsınız. İnsanlar cezayı görüyor ancak suçu göremiyor. Suç yokken cezanın
varlığını gördüğü için ceza olduğunda da suçun olmadığını düşünüyor. Hırsızlık
kategorisi, uygulanmaması gereken yerde uygulandığı için gerektiğinde
kullanılamayacaktır.
Farklı türde eylemlere ortak bir tanım getiren ve farklılıkları
değerlendirme dışı bırakan bu kaba görüş kendi yıkımına yol açmıyor mu? Her
mülke zarar verme eylemi ayırım gözetilmeden, daha doğru tanımı yapılmadan
hırsızlık olarak nitelendirilirse tüm özel mülkiyet çalıntı durumuna düşmeyecek
mi? Özel mülkiyetim aracılığıyla diğer herkesi mülkiyetimden dışlamamakta
mıyım? Bu durumda onun mülkiyet hakkına saldırmış olmuyor muyum? Aynı suçun
farklı türleri arasındaki ayırımı reddederseniz suçun adaletten farklı olduğunu
reddetmiş, her suçun adaletle ortak bir yanı olduğundan adaletin kendisini
ortadan kaldırmış olursunuz. Hem tarihsel hem de ussal açıdan ispatlanmıştır ki
ayrımsızca uygulanan şiddet cezayı tamamen başarısız kılar, çünkü adil cezayı
olanaksızlaştırır.
Biz neyi tartışıyoruz? Doğru, Meclis devrilmiş odunların toplanması, orman
düzenleme kurallarına uymama ve odun hırsızlığı arasında ayırım olduğunu
reddetmektedir. Bu eylemlerin farklılığını kabul etmemektedir. Orman
düzenlemelerini ihlaller sözkonusu olduğunda eylemin karakterinin belirlenmesini
reddederek bu eylemler arasındaki ayrımı inkar etmekte, ancak orman sahipleri
sözkonusu olduğunda bu ayırımı gözetmektedir.
Komisyon buna göre göre şu ek öneriyi sunuyor:
“Kerestelik ağaç keskin ağızlı aletlerle kesilir veya balta yerine testere
kullanılırsa ağırlaştırılmış durum olarak kabul edilir."
Meclis bu ayırımı onaylar. Kendileriyle ilgili bir sorun sözkonusu
olduğunda bir baltayla testereyi dürüst bir biçimde ayırt eden duyarlılık,
kendi dışındakilerin sorunları söz konusuysa yere düşmüş odunla canlı ağaç
odunu arasında ayırım yapmayı reddederken dürüst değildir. Ayırım,
ağırlaştırıcı durum olduğunda önemli bulunuyor, ancak hafifletici durum
olduğunda önem taşımıyor. Oysa hafifletici durum olmazsa ağırlaştırıcı durum da
olmaz.
Aynı mantık Meclis’teki tartışma boyunca tekrar tekrar kendini
göstermiştir.
65. bölümceyle ilişkili olarak bir kent milletvekili şunu önermiştir:
“Çalınan odunun değeri, verilecek cezanın ölçüsü olarak kullanılmalıdır”.
Komisyon sözcüsü bu öneriye ahlaki olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır.
Aynı milletvekili 66. bölümceyle bağlantılı olarak şunu belirtmiştir:
“Yasada cezanın arttırılması veya azaltılmasıyla uyumlu olacak şekilde ‘değer’
ile ilgili bir yargı yoktur”.
Mülk ihlallerinde cezayı belirleme konusunda ‘değer’in önemi apaçıktır.
Suç kavramı cezayı kapsıyorsa gerçek suç, cezaya ölçü konmasına gereksinim
duyar. Gerçek suçun sınırları vardır. Buna göre cezanın da gerçek olabilmesi
için sınırları olmalıdır. Adil olması için yasaların ilkesine uyumlu olacak
şekilde sınırlandırılmalıdır. Sorun, cezayı suçun gerçek sonucu durumuna
getirmektir. Suçlu bunu, eyleminin zorunlu sonucu, dolayısıyla kendi eylemi
olarak görebilmelidir. Buna göre cezasının sınırı eyleminin sınırı olmalıdır.
Yasaları ihlalin kesinleştirilmiş içeriği kesin suçun sınırıdır. Bu içeriğin
ölçüsü de dolayısıyla suçun ölçüsüdür. Mülkiyet sözkonusu olduğunda bu ölçü
mülkün değeridir. Kişilik sınırları ne olursa olsun her zaman bir bütündür.
Ancak mülkiyet her zaman için hem belirlenebilir hem belirlenmiş, hem
ölçülebilir hem ölçülmüş kesin sınırlar içinde var olur. Değer, mülkiyetin
varlığının medeni hukuk modelidir. Başta, toplumsal açıdan kavranabilir ve
etkileşim kurulabilir duruma gelişinin mantıklı ifadesidir. Eşyanın doğasından
gelen bu nesnel tanımlayıcı öğe açıktır ki benzer şekilde cezanın da nesnel ve
zorunlu tanımlayıcı öğesidir. Yasama, her ne kadar burada sadece biçimsel de
olsa, düzenleme yapabilmesi için, tanımların sınırsızlığında yok olmadan sadece
dış etkenlerle idare edilmelidir. Bu, ayırımların uğraştırıcı tanımları sorunu
değildir, farklılıkları saptamaktır. Ancak Meclis seçkin ilgisini böyle önemsiz
konulara yöneltmeye eğilimli değildir.
Meclis’in, cezayı belirlerken değeri tamamen dışladığı sonucuna mı
varıyorsunuz? Bu sağlıksız, mantıksız bir sonuç olurdu. Orman sahibinin –
bununla daha sonra ilgileneceğiz-, tek istediği hırsızın, basit genel değer
açısından zararını karşılaması değil. O, bu değere bireysel bir karakter
veriyor ve zararının özel olarak karşılanması arzusunu bu şiirsel bireyselliğe
dayandırıyor. Şimdi komisyon sözcüsünün “ahlaki” tanımından ne anladığını
kavrıyoruz. Orman sahibinin ahlaki iddiası şudur: “Yasal tanımlama bana yararlı
olduğu sürece iyidir, çünkü bana yararlı olan iyidir. Ancak sanık için; katışıksız,
teorik, yasal bir kaprise dayandırılarak uygulanması amaçlanıyorsa bu yasal
tanımlama gereksizdir, zararlıdır ve ahlaki değildir. Sanık bana zarar verdiği
için, doğal olarak ona gelecek zararı azaltan herşey benim zararımadır”. Bu,
ahlaki zekadır.
Biz, ahlaksız kişiler; yoksul, politik ve sosyal anlamda mülksüzler için
şunu talep ediyoruz: bütün bu kirli iddialar, tarihçilerin keşfettiği, gerçek
filozof taşıyla, adaletin saf altınına dönüşmelidir. Biz, yoksullar için
geleneksel adaleti talep ediyoruz. Bu, yerel karakterde değildir, tüm
ülkelerdeki yoksullar için geleneksel adalettir. Daha ileri giderek geleneksel
adaletin, doğası gereği sadece bu en alt düzeydeki, mülksüz halkın hakkı
olduğunu iddia ediyoruz.
Ayrıcalıklı sınıfların alışkanlıklarının, yasaya karşıt alışkanlıklar
olduğunu anlıyoruz. Kökenleri, insanlık tarihinin doğa tarihi parçası olduğu
dönemlere dayanır. Mısır efsanelerine göre tüm tanrılar kendilerini hayvan
şekilleri arkasına gizlerler. O dönemde insanoğlu; eşit olmayan, eşitsizlikleri
yasalarla belirlenmiş hayvan türlerinden biri olarak görünmektedir. Dünyanın
özgürlüksüz ortamı bu özgürlüksüzlüğü belirten yasalara gereksinim duydu.
İnsanın yasaları özgürlüğün varlığının bir temsiliyken bu hayvan yasaları
özgürlüksüzlüğün varlığının temsilidir. Feodalizm en geniş anlamda dini bir
hayvan krallığı, bölünmüş insanlığın dünyasıdır. Kendi ayırımını yaratan,
eşitsizliğin, eşitliğin kırınıma uğramış bir formu olmaktan başka bir şey ifade
etmediği, insani dünyanın karşıtıdır. Kaba feodalizmin egemen olduğu ülkelerde,
kast sistemi bulunan ülkelerde, kelimenin tam anlamıyla insanların ayrı
kutulara yerleştirildiği (b) ve soylu, kutsal Humanus’un büyük
gövdesinin serbestçe yer değiştirebilen üyelerinin kesilip parçalara ayrıldığı
yerlerde aynı zamanda hayvansal şölenler, ilkel şekliyle hayvansal dini de
karşımızda buluruz. Çünkü insan her zaman en yüksek varoluş olarak kendi gerçek
varoluşunu görür. Hayvanların gerçek yaşantılarında bulunan tek eşitlik aynı
türden hayvanlar arasındaki eşitliktir. Bu eşitlik o tür içindir, cinsin
eşitliği değildir. Hayvan cinsi farklı hayvan türlerinin düşmanca davranışı
sırasında belirginleşir; kendine özgü ayırt edici özellikleri diğer cinse karşı
ortaya çıkar. Av-avcı yaşam biçiminde doğa, birlikteliğin, en güçlü kaynaşmanın
denendiği bir savaş alanı, farklı hayvan türlerini birbirine bağlayan bir
araçtır.
Benzer şekilde feodalizmde bir tür diğerinin harcanması karşılığında
beslenir. Birçok koluyla dünyanın nimetlerini toplayarak daha yüksek seviyelere
gelmeye çalışır. Oysa doğal hayvan krallıklarında işçi arılar çalışmayan erkek
arıları öldürür. Dini hayvan krallıklarında ise erkek arılar, işçi arıları
çalıştırarak öldürür. Ayrıcalıklı sınıflar yasal adaletten kendi geleneksel
alışkanlıklarını talep ettiklerinde adaletin insani içeriğini değil, hayvansal
biçimini isterler. Bu artık gerçekliğini yitirmiş ve yalnızca bir hayvan
maskesi durumuna gelmiştir.
(a) Montesquieu,
De l’esprit des lois, Tome premier,
livre sixieme, chapitre XII.
(b) Hem ‘kast’ hem
‘kutu’ anlamına gelen Almanca “Kasten” ile sözcük oyunu yapıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder