3. DİNİ DUYGULARIN
TARİHÇESİ
Kılgısal yaşamla çok yakından ilgili düşüncelerde bile dini
duygularla bir uzlaşım söz konusu olduğunu gördük. Ortaçağ toplumunun her
kesiminin, dahası büyük ölçüde erken dönem burjuvazinin düşünceleri ve
duyguları günlük yaşamlarında bu denli büyük bir rol oynayan dinin çevresinde
dönmekteydi. Doğumundan ölümüne kadar inananın izleyeceği tüm yol kutsal
ayinler zinciri ile bir arada tutuluyordu ve bu tanrısal kurtuluş yollarının
yönetimi kilisenin ellerindeydi. Uzun bir zaman boyunca
insanlara bir zihinsel denge sağlayan tek şey kilisenin öğretileriydi. Kilisenin
eylemleri ve öğretileri, çeşitli toplumsal tabakalara karşı takındığı tavır, onun
neye izin verdiği veya yasakladığı; tüm bunlar insanların etkinlikte bulunduğu
tüm eylemsel ve düşünsel alanları derinden etkiliyordu. Yukarıda değindiğimiz ekonomik,
toplumsal ve siyasal alanlara ait pek çok olgu ve düşünce, dini bir açıdan
bakıldığında daha net olarak anlaşılıyor. Din, ister başka düşünceler için bir
çerçeve olarak, ister gelişimlerinde belirleyici rol oynayan bir etmen olarak
insanların yaşama tüm bakışlarını belirgin şekilde etkilemiştir.
Yükselen kentli, ekonomik ve siyasal güç için savaşımının
başlarında sıklıkla dini bir bayrak altında savaşmış ve eylemlerini dini savlarla
gerekçelendirmiş, aynı zamanda din üzerinden pay kapmayı özellikle
arzulamıştır. Ne seküler ruhban sınıfı, ne de manastırlar, kentlinin ruhsal ve
dini gereksinimlerini karşılıyordu. Manastırlar genelde kent dışındaydı. Bölgede
oturanlar her şeyden önce kendi ruhsal kurtuluşları ile ilgiliydi ve dahası
çoğunlukla da aristokrattılar. Benedikten manastırlar bu erken dönemin en tipik
manastırlarıydı. Artık dinden, didaktik teolojiden daha fazlası bekleniyordu.
Din duygusal, paylaşılabilen bir deneyim olmalıydı. Yükselen
burjuvazi, Kilise’nin, ruhban sınıfıyla sıradan insanları katı şekilde
birbirlerinden ayrı tutmasına ve böylece sıradan insanları etkin ibadetten tamamen
dışlamasına içerliyordu. Sıradan halk artık dinsel etkinliklerde bulunabilme
arzusunu dile getiriyordu. Burjuvalar ise Tanrı’yla doğrudan kişisel bir ilişki
içine girmek istiyordu.
Orta sınıfların din ve
ibadette etkin olarak yer almak için Kilise ile giriştikleri savaşımın
yoğunluğu farklı toplumsal kümeler arasında ve farklı dönemlerde değişiyordu. Zengin
burjuvaların amaçlarına ulaşma çabaları Kilise’ye doğrudan karşıtlık biçiminde
gerçekleştikçe Kilise feodal bir karakter kazandı ve burjuvaziye karşı seküler
gücüne başvurdu. Kilise daha sonra – 13. yüzyıldan başlayarak - ekonomik ve
siyasi açıdan üst orta sınıf ile dayanışmaya gidince dini alanda birbirlerine
karşı konumları da bir değişim geçirdi. Bir uzlaşma sağlamak artık her
iki yanın da çıkarınaydı. İleride göreceğimiz gibi, 13. yüzyılda
temel olarak öncelikle kasabalarda vaaz vermek ve dini yol göstermeye adanmış
olan dilenci tarikatların kuruluşuyla Kilise gerekli ödünleri verdi. Üst orta
sınıf için bu kazanımlar yeterliydi.
Kentli nüfusun daha yoksul
kesimlerinin tutumu ise farklıydı. En çok kurtarılma gereksinimi duyanlar küçük
ölçekte zanaatkar, özellikle de yün işçileriydi (1), çünkü, onların toplumsal
ve siyasi umutları yalnızca din tarafından dönüştürüldüğünde anlatım bulabiliyordu
ve sonuç olarak yalnızca Tanrı ile bir olunması durumunda gerçekleşebilirdi (2).
Bu dönemde, zengin ile yoksul arasında bir para ekonomisinin
yükselişinden kaynaklanan korkunç eşitsizliklerin birdenbire ortaya çıkması
nedeniyle yaşanan toplumsal kargaşa, kendini mezhep hareketlerinde gösterdi.
Daha yoksul tabaka Kilise’nin hiçbir şekilde zenginliğinin olmaması
gerektiğinde ısrar ediyordu. İbadette etkin bir rol oynamayı şiddetle arzuluyorlardı
ve para ekonomisinin merkezinde duran zengin Kilise ile gittikçe dünyevileşen
din adamlarına karşı güçlü bir hoşnutsuzluk besliyorlardı. Kilise’nin
buna tepkisi o denli şiddetliydi ki bu kesimler Kilise’yle tüm bağlarını kestiler.
Heyecanlı sıradan halk ve ilkel Kilise’nin otoritesinin albenisine
kapılanlardan oluşan, 11., 12. yüzyıllarda ve 13. yüzyılın ilk yarısında (3),
büyümekte olan İtalya ve güney Fransa kasabalarında ortaya çıkan Waldenses,
Cathari, Albigenses gibi mezhep hareketlerinin temeli işte buydu. Bu
mezheplerde sıradan halk şükran dualarının yönetimi ve vaazlarda bir engelle
karşılaşmadan görev alabiliyordu. Kutsal törenlerin etkinliği, rahiplerinin
saf, çileci ve çoğu kez yoksulluk içinde geçen bir yaşam sürmelerine bağlıydı.
İncil özgürce ve herhangi bir otoriteden bağımsız olarak incelenebiliyordu.
Kasabalardaki gelişmenin çatışmalı geçen bu ilk dönemlerinde,
mezhep üyeleri yalnızca yoksul sınıflardan oluşmuyordu. Kilise’nin feodal evresinde
olduğu dönemde, zengin burjuvazi bu hareketlere sempati besliyor ve
katılıyordu. Ne var ki, daha sonraları yansız bir konum aldılar, sonunda Kilise
ile kesin bir dayanışma içine girdiler ve bu mezheplere şiddetle saldırdılar.
Bu tür geçiş dönemleri, ilk kapitalist kentlerde üst orta sınıf siyasi gücü
kesin olarak ele geçirmeden önceki sürekli çalkantının tipik bir özelliğidir
(4). Bu nedenle, Floransa’da tüccarlar, ekonomik çıkarları
Curia’ya bağlı olan en zenginleri dışında, çok uzun bir süre boyunca – 13.
yüzyılın ortasına kadar – bu mezheplere üyeydiler (5) çünkü bu kümelerden kendilerine
çok yakın olan ve Floransa’da özellikle güçlü olan Cathari ve Patarini gibi
kimi mezheplerin öğretileri kapitalist ve ticari düşüncelerle uyum sağlar bir duruma
getirilebilirdi (6). Zengin sınıflar arasında bile kişisel dinsel gereksinimler
o denli büyüktü ki, böylece resmi Kilise’den ayrılmaya yönelik bir eğilim uzun zaman
sürdü. Buna karşın mezheplerin ana gücü doğal olarak yoksullardı. Özellikle
üst burjuvazinin desteği ile konumunun sağlam olduğunu hissettikten sonra
Kilise’nin bunlara tepkisi acımasız bir zulüm ve gittikçe yoğunlaşan karşı
önlemler biçimini almıştı. Böylece her tür bağımsız halk
Hıristiyanlığı, sıradan halkın ibadete etkin olarak katılımı önlendi; halk ve
rahiplik kesin olarak ayrıldı. Kilise, özellikle Floransa’da, 13. yüzyılın
ortasında, dilenci tarikatların ve üst orta sınıfın desteğini alarak Patarini’yi
bastırdı. Bunda başrol oynayan Dominiken St. Peter Martyr oldu. Bu
yeni durumu iyi anlayabilmek için, burada iki büyük dilenci tarikatının,
Fransiskenlerin ve Dominikenlerin oynadıkları rolü ve ortaya çıkışlarını ele
almalıyız.
Daha önceki mezheplerin yaygın biçimde yerleşmiş olduğu
Umbria bölgesinde doğan ve Assisi’li St. Francis’in (1182-1226) kurduğu bu
hareket, başlangıçta tıpkı diğer mezhepler gibi bir halk dini idi ve esas
olarak genel kabul gören öğretilere karşıydı. St. Francis tıpkı halktan basit
biri gibi, dini hazırlık veya kılavuzluk olmadan, dahası işin başında Papa’dan
herhangi bir izin bile almadan vaaz veriyordu (7). İtalya’nın tamamını
(Floransa’ya ilk ziyareti 1209’dadır), halka ana dillerinde vaaz vererek dolaştı
ve hemen bir dinleyici kitlesi edindi. Vaazları rahiplerinkilerle karşılaştırıldığında,
dinleyenlerde, daha önce hiç tanık olmadıkları kadar yoğun bir dini duygu
sergiliyordu. O, insanları duaya ve tövbeye çağırırken akla değil kalbe
sesleniyordu. Dinleyenlerin kulaklarında İncil canlanıyordu. O, Tanrı, İsa ve
Meryem’i dinleyenlerin düzeyine indirerek onları neredeyse insanlaştırıyordu.
İsa’nın çarmıha gerilme öyküsünü anlatırken İsa’dan “zavallı İsa” diye söz ediyor
ve dinleyicilerinin onun çektiği acıları paylaşmasını sağlıyordu. Yüksek
olasılıkla, “Lyons’un Yoksulları”nın* lideri olan Peter Waldo’dan etkilenen St.
Francis, insanların Tanrı önünde eşitliğini
savundu; zenginlerin mal varlığının böyle bir ilişkiye bir engel olduğunu ileri
sürerek yoksulları İsa ile özellikle kişisel bir ilişki içine soktu. Her
şeye karşın aynı zamanda, yoksulları zenginlere kardeş gözüyle bakmaya ve
yoksulluğa sabır ve neşeyle katlanmaya yönlendiriyordu. İşlediği
başlıca temalar yoksulluk (paupertas) ve alçakgönüllülüktü (humilitas). Önemli olan tek şey, Tanrı’yı sevmek ve İsa ile
Havarilerinin izlediği yoksulluk ve çile yolundan gitmekti. Diğer
mezheplerdekiler gibi, St. Francis de
ilkel Hıristiyanlığa döndü ve kendisi de herkesin gözü önünde İncil’deki gibi
yoksul ve alçakgönüllü bir yaşam sürdü.
Bu kısa özetten de gördüğümüz
üzere, entelektüel ve duygusal içeriği ile (8) tüm Fransisken hareketi yalnızca
orta sınıfın erken çatışmacı döneminde, bu sınıfın kendilerinden daha aşağıda
olan halk kitlelerinden daha sonraki dönemde gerçekleşen kopuşu henüz
tamamlanmamışken, olanaklıydı ve başarı kazanabilirdi (9). Fransisken hareketinde,
ancak halka ait bir dinsel harekette doğal olarak görülebilecek o cesaret ve
ivme vardı. Dolayısıyla toplumun her kesimi için büyük önemi vardı,
çünkü hiçbiri o zamana dek yeterli tinsel özen görmemişti veya kurallara uygun
vaaz dinleme olanağı bulmamıştı. İnsanlarla rahipler arasındaki sınır eskisi
kadar keskin değildi. Hareket büyük ölçüde bu dönemde burjuvazinin çoğunu da
kapsayan okuma yazma bilmeyenlere yönelikti. Yine de St. Francis’in
en çok yoksullara yardımı dokunuyordu. Bu yardım sadece dini boyutla sınırlı
olsa bile (10) onların ekonomik perişanlıkları ve siyasal haklardan yoksunlukları
belli bir derecede karşılanmış ve avutulmuş oluyordu. O sırada Albigenses’in
acımasızca bastırılmasıyla meşgul olan Curia, bu yeni harekete yeni bir yön
vererek daha diplomatik ve akılcı bir yaklaşım sergilemiş oldu. St. Francis’in
çevresinde gevşek biçimde kümeleşen, havarileri andıran bir yoksulluk içinde
yaşayan öğrenciler ve vaizler, yıllar geçtikçe kapalı bir tarikat olarak yavaş
yavaş Kilise içinde birleştiler. Bu siyaseti izleme konusunda Curia’yı harekete
geçiren, bu yeni kurulmuş dini mezhebin, yeni kentli burjuvazinin hem zengin
hem de yoksul kesimleriyle artık zorunlu görülen kalıcı bir bağlantı kurulması
ve yitirilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunulan kasabalıların tekrar geri
kazanılması konularında çok işe yarayabileceğinin kavranmasıydı. Kilisenin, yoksulluk
ilkesini tüm Kiliseye kalıcı biçimde yayma yanlısı “gerçek” sapkınları ve
tarikat üyelerini, Kilise’nin, kendisinin mülk sahibi olmamasını, yalnızca dini
konularla ilgilenmesini, Papa’nın dünyevi gücü olmamasını isteyen mezhepleri
vaazları ile ezmesine yardım edecek bir tarikata gereksinimi vardı. Curia, aynı zamanda ilkel Hıristiyanlığın yoksul
ve çileci bir yaşam idealinin, Kilise tarafından denetlenmesi ve
yönlendirilmesi koşuluyla, genel amaçlarına ulaşmada yardımcı olabileceğinin
açıkça farkındaydı.
Hıristiyan toplumunun, işlevleri birbirini tamamlayan çeşitli kümelerden
oluşan canlı bir varlık olduğu yönündeki eski kavrayış kolaylıkla “mezheplere”
dayalı bir toplumsal düzen biçiminde güncel koşullara uyarlanabilir ve
keşişleri büyük ölçüde kendisine katmayı olası kılabilirdi. Bu canlı varlığın içinde, keşişlerin görevi
çilecilikle ve Hıristiyan mükemmelliği idealini temsil ederek diğer tüm üyeler yerine
tövbe etmekti. Bu yolla Kilise üstünlüğünü korumuş oluyordu çünkü son
aşamada kurtuluş yolu, doğal olarak, manastır yaşamı veya çilecilik değil (11),
Kilise ve dini törenlerdi. Ne var ki, zengin burjuvazi keşiş topluluklarına bağışlarda
bulunarak onların başarılarının etkililiğinden kendilerine pay çıkarabiliyordu.
Böylece, sonuçta kazanan Kilise ve orta sınıf oluyordu.
Fransisken eşitlik ve yoksulluk ideallerinde yatan devrimci itkiler
etkisizleştirilmiş ve zararsız duruma getirilmişti. İlk Fransisken Tüzük'ünün
sözel olarak 1209’da onaylanması (12) ve özellikle de Papa'nın 1223’te yeni Tüzük'ü
onaylamasıyla Fransisken dilenci Mezhebi kesin olarak ve resmen kurulmuştu. Oysa
Mezhep gerçekte, temelde manastır yaşamı düşüncesine yabancı olan (13) ve daha
sonra Mezhebin merkezi idaresini başkalarına bırakıp kitlelerle doğrudan iletişim
kurarak ülkeyi baştan başa kat eden kurucusunun düşüncesini artık yansıtmıyordu.
Hareketin kadınlar arasında aynı derece kalıcı biçimde örgütlenişi ise St.
Francis'in İkinci Tarikatı olarak da adlandırılan Yoksul Clares’in kuruluşuyla
sağlanmıştı. İlk manastırları Floransa’da, kentin dışına yakın Monticelli’de, 1219
gibi erken bir tarihte kuruldu. Öte yandan, Tertiariler'in – St. Francis'in
Üçüncü Tarikatı – kuruluşu Curia açısından bir ödün anlamına gelmekteydi çünkü
burada sıradan halkla keşişler arasındaki ayrım kısmen zayıflıyordu. Halktan
kişiler, bir Fransisken keşişin gözetimi altında hep birlikte coşkulu dinsel
etkinlikler düzenliyor ve dolayısıyla yarı-manastır özelliğinde bir kurum,
Fransisken mezhebine bir çeşit ek oluşturuyorlardı. St.
Francis, Tertiari'lerin ilk tüzüğünü Floransa’da, Floransalıların isteği
üzerine yazmıştı.
St. Francis'in ölümünden sonra mezhep hızlıca ve tamamen kişilik
değiştirdi. Başlangıçta, kurucusunun vasiyeti gereği, ne keşişler
ne de Tarikatın kendisi mülk sahibi olabiliyordu; bu gezgin vaizler Mezhebini
kendine özgü kılan bu mülksüzlüktü. St. Francis, ayrıca keşişlerin gerçek
anlamda fiziksel iş yapmaları gereğinin – ilk mezheplerden devralınan bir
düşünce (14) - de altını çizmişti. Ancak gerçekten hiç mülk sahibi olmayan bir mezhep
ve İsa ile Havarilerinin yaşamını taklit ettiklerini açıkça duyuran,
geçimlerini kendi emekleriyle ve yalnızca gereksinim duyduklarında dilenerek
sağlayan, kişisel malları olmayan keşişler, toplumsal ve ideolojik açıdan
yıkıcı bir güç işlevi gördüğünden Kilise ve zengin orta sınıfın gereksinim
duyduğu işlevi yerine getirmiyor demektir. Genel olarak gözle görülür bir
alçakgönüllülük ve tövbe ideali yaratmak ve bunu sürdürmek gerçekten de
arzulanan bir şeydi ama bu yoksul
keşişleri kendi özel kahramanları olarak gören kitleleri bir devrime yönlendirecek
denli radikal bir ideal de olmamalıydı. Böylesi radikal bir tinden esinlenen
bir Mezhep gerçekten aşağı sınıflarla ortak hareket edebilirdi. Her
şeyin ötesinde, böyle bir Mezhep doğası gereği mutlak yoksulluk idealinin
kapsamını tüm Kiliseyi içine alacak biçimde genişletebilirdi. Oysa bu, parasal ekonominin ayrılmaz bir parçası olan
Kilise’nin bir anlığına bile olsa düşünemeyeceği bir şeydi. Dolayısıyla Kilise,
St. Francis’in ideallerine karşı savaşırken aslında kendi varlığı için
savaşıyordu. 1230’da IX. Gregory, Quo
elongato başlıklı fermanında St. Francis’in vasiyetini geçersiz ilan etti.
Söz konusu vasiyetinde St. Francis, açıkça bir halk mezhebi olarak nitelediği Mezhep’inin
üyelerini yoksulluk, alçakgönüllülük ve el emeği ideallerine bağlı kalmakla
yükümlü kılmış ve Tüzükte başka değişiklikler yapmalarını veya Papa’dan başka ayrıcalıklar
almalarını yasaklamıştı. Ancak o andan sonra, halktan üyeler düzenli bir biçimde
arka plana itilmeye ve yetki konumlarından dışlanmaya başlandı. Yukarıda
sözü edilen Ferman ve 1245’te yayınlanan ikinci bir fermanla tarikatın
yoksulluğu, uygulamada sona erdirildi. Bir tek bu yoksulluk görüntüsü, Kilise’nin,
kuramsal olarak Mezhep’in mülklerinin sahibi olmasıyla ve Mezhep’in kendisinin
bu mülklerin “yalnızca” kullanım hakkından yararlanmasıyla korunmuş oluyordu
(15). Bağışlar artık nesneler yerine açıkça para ile yapılıyordu. St. Francis
yalnızca en basit kiliselere ve keşişler için en alçakgönüllü barınaklara izin
vermişti (dahası, sabit barınma yerlerini bile yasaklamıştı). Oysa Kilise ve üst
orta sınıfın, kentte kitleler üzerinde vaazlarla doğrudan etkili olmak için kiliseleri
ve manastırları kullanan bir Mezhep’e gereksinimi vardı. Zengin burjuvazi bu
binalar için gerekli parayı sağladı ya da sağlanmasına yardımcı oldu ve böylece
kendi ruhlarının kurtuluşu için yararlı işler yapmış oldu.
Tüm 13. yüzyıl, resmi Kilise
ile St. Francis’in İncil’e göre yaşam ideallerine inanan – Spiritueller olarak
adlandırılan – ve Tüzüklerinin ilk dönemdeki katı kurallarına dönmeyi arzulayan
keşişler arasında savaşım ile geçti. Spiritueller, tüm rahiplerin İsa ve Havariler
gibi yoksul ve alçakgönüllü bir yaşam sürdüğünü görmek istiyorlardı. Kendi
çıkarı için mülk edinimini Kilisenin büyük günahı olarak görüyorlardı. Kendi Mezheplerinin
karakterinin giderek Kiliseye benzemesine ve genel anlamda hiyerarşiye karşı
çıkıyorlardı. Spiritueller kısa süre sonra, kendini pek de uzakta olmayan bir
Cennet Krallığı’nın habercisi olarak gören St. Francis’in düşüncelerini,
Cistercian Mezhep’inin Calabria başrahibi (16) Fioreli Joachim‘in (öl. 1202) erken
dönem önbilileriyle birleştirdiler. Joachim insanlık tarihinin yaklaşık
1260’da (17) dünyevi bir Kilise veya Kutsal Ruh krallığının (Ecclesia
Spiritualis) kurulmasıyla sona ereceğine inanıyordu. Mutlak barışın
egemen olacağı bu krallığın gelişine Kıyamette söz verilmişti. Bu krallığı
yetkin ve yoksul bir yaşam süren keşişler kuracaktı (18). Spiritueller bu
son önbiliyi, son dönemin Kutsal Ruh Kilisesi olarak gördükleri Fransisken Mezhebi
ile ilişkilendirdiler. St. Francis ve Mezhep’inin görevini yakın
gelecek için o denli önemli gördüler ki onunla İsa arasında bir paralel çizdiler
ve Mesihin Krallığının veya Üçüncü Krallığın gelişini çok yakın olarak
değerlendirdiler. Spirituellerin üyeleri esas olarak nüfusun
alt kesimlerindendi. Üst burjuvazinin bu yükseliş ve zafer döneminde kendi
umutlarının gerçekleşmesi için geleceğe baktılar ya da en azından mülksüz bir
Kilisenin savunucularının bir şekilde kendilerine daha yakın olduğunu düşündüler.
Bu kesimlerin gözünde yoksul bir keşiş doğal olarak “dindardı”. Ne var ki, kargaşa dolu 13. yüzyılda, üst
burjuvazinin kesin zaferinden önce, varlıklı orta sınıfın bir çok üyesi de - bunun içinde Tertiari üyesi olanlar da
vardı - bir şekilde gevşek bağlarla Spirituellere de bağlıydı.
13. yüzyılın sonlarında ve 14. yüzyılın başlarında çok sayıda
Spirituel hala Fransisken Mezhep’ine bağlıydı. O
dönemin Spirituellerinin en önemli iki yazarı o sıralarda
Floransa’daki büyük Fransisken manastırı S. Croce’de yaşıyordu: Pietro
Olivi (yak.1248-1298) ve Ubertino da Casale (1259-yak.1338).
Olivi, 1287’den 1289’a kadar aynı zamanda Fransisken Tarikatının üniversitesi
olarak işlev gören S. Croce’de ders veriyordu (19).
Üst orta sınıfın gücünü kesin
olarak pekiştirmesinden sonra ise, Fransiskenler arasında egemen görüş de Mezhep’in
mülk sahibi olması yönündeydi. Tüm ekonomik ve ideolojik gelişmelerle uyumlu bu
eğilimin önüne geçilemedi. Mezhep’in serveti sürekli artıyordu. Bu, çok
sayıdaki bağışlardan ve mezhebe yeni girenlerin - aralarında Floransa’nın
zengin ve çok saygın ailelerinin üyeleri de vardı – verdikleri kendi mülkleri
ve özellikle de topraklarından kaynaklanıyordu. Keşişler artık, çok karlı
biçimde sürse de dilenerek ya da kendi el emekleriyle değil,
böyle çeşitli gelir kaynakları ile geçiniyordu. Manastırların
bu zenginliği de Mezhep’e girmek için ek bir neden yaratıyordu. Monticelli’deki
Yoksul Clares manastırının yerleşikleri büyük ölçüde Floransa’nın en önemli
ailelerinden geliyordu. Tertiariler arasındaki yaklaşım
değişikliği Birinci Tarikata göre daha da çok göze batıyordu. Köken
ve zenginlik farklılıkları açıkça önemli olmaya başladı. Yaklaşık 1298’den sonra
aristokratik ailelerden gelen bir küme kadın Tertiari üyesi kendilerini daha
aşağı kökenden gelenlerden ayrı tutmaya başladılar ve yaygın olarak baronesler
olarak bilinir oldular.
Bu koşullar altında doğallıkla, 13. yüzyıl ve 14. yüzyılın başları boyunca,
daha radikal Spiritueller Fransisken Mezhep’inden koptular
ve Mezhep’in mülk sahibi olmasına karşıtlıklarının genel olarak siyasi
sonuçlarını gördüler (20). Doğal olarak bu ayrılmaların durumun genelinde
herhangi bir etkisi olmadı. Yoksulluk öğretisi üzerine her savaş resmi
Kilisenin zaferiyle sonuçlandı ve bu başarıların her birinden sonra Kilisede
egemen düşünceler mülk sahibi olma yönüne bir adım daha yaklaştı (21). Zulüm
gören Spirituellerin bağımsızlık hakkı için Papa’ya
başvurmalarından bir sonuç çıkmadı. Floransa (S.Croce) ve Siena’daki Spiritueller,
zulümden kurtulmak ve kendi Tüzükleri altında soyutlanmış manastırlarda
yaşayabilmek adına 1312-13’te çoğunluk oldukları manastırları – Floransa
yakınlarında Carmignano’da, Siena yakınlarında ise Arezzo ve Asciano’da - işgal etmeye kalktılar; ancak püskürtüldüler,
hapsedildiler ve aforoz edildiler. En sonunda, o dönemki Papalar içinde düşünce
yapısı bakımından en kapitalist Papa olan XXII. Johannes, artık mezhebin mülk
sahibi olma hakkı olmadığı veya Kilisenin bu mülklerin sahibi gibi davranarak Mezhep’e
iyilik yapması gerektiği kurgularına göstermelik olarak bile katlanmamaya karar
verdi. Tarikat artık kendi mallarını kendi yönetmek zorundaydı (1322) (22). Aynı
zamanda 1323’te yetkisini kullanarak Cum
inter nonnullos başlıklı fermanı ile İsa ve Havarilerinin mülk sahibi
olmadığını ileri sürmenin sapkınlık olduğunu duyurarak Spirituellerin
ana silahını ellerinden aldı (23).
13. yüzyılda ve 14. yüzyılın başlarında Fransisken tarikatının içinde karşıcıl
olarak örgütlenmeye çalışan Spirituellerden ayrı
olarak, 14. yüzyılın geri kalanında ve 15. yüzyılda papalık fermanının ortaya
çıkardığı konumlarının sonuçlarını kabul ederek hareketlerini Mezhep’in dışında
sürdüren ve böylece açıkça sapkın durumuna düşenlere ise Fraticelli deniyordu (24). Üst orta sınıf ve Kilise, mezheplerdeki
eğilimlerin son temsilcileri olan Fraticelli ve izleyicilerinin çoğu artık daha
yoksul sınıflardan gelen Spirituelleri en
tehlikeli düşmanlar olarak kabul ediyorlardı. Engizisyonun da yardımıyla, ateş
ve kılıçla yok edildiler. Kendi demokratik ve devrimci geçmişleri nedeniyle
akla gelebilecek kuşkuları bastırmak adına bu çatışmalarda Fransiskenler
kendilerini özellikle ön plana çıkarıyorlardı.
Spirituellerin dışlanmasından sonra, her ne kadar Tarikat arada
sırada yoksulluk ilkesinin varlığını kabul etse de, bu ilke uygulamada artık ne
manastırlar ne de birey olarak üyeler için bağlayıcı değildi (25). Öyle bir
noktaya gelinmişti ki, Conventual (Manastırcılar, Ç.N.) olarak adlandırılan
gevşek Observant'lara (Bağlılar, Ç.N.) karşıt olarak, Mezhep olsa bile
bireylerin mülk sahibi olmaması gerektiğini savunan “katı” Observant'lar artık
radikal duruma gelmişlerdi ve kendilerini St. Francis'in anlayışına uygun
şekilde Tüzüğün savunucuları olarak görüyorlardı. Ne
var ki, tüm mülkiyet sorunu artık Mezhep içindeki, hatta katı Observant'lar
içindeki önemini bile yitirmişti. Bu artık kesinlikle üst
orta sınıf havası taşıyan yeni bir dönemin işaretiydi. Observant'ların
artık ilkesel olarak üzerinde durdukları Mezhep'in disipliniydi. Daha önceki
hareketlerden anlamlı olarak farklı biçimde, katı bir çilecilik ve düşünme
yaşamının, dünyadan el ayak çekmenin, İsa’nın yoksul yaşamını taklit etmenin
gereği olduğu vurgusunu bıraktılar. Bu yeni dönemin
karakteristiği, Observant Fransiskenlere yakınlık
duyan Vallombrosalı S.Trinita başrahibi
Blessed Govanni delle Celle'nin (1310-96) yaklaşımı idi (26). O, Fraticelli’yi
kibirli diye damgalayarak ve St. Francis’in alçakgönüllülüğü ile karşıt
bularak, Fraticelli’nin yoksulluk konusundaki aşırıcı konumuna saldırdı. 14.
yüzyıl boyunca, özellikle de bu yüzyılın sonlarına doğru gelişen katı Observant
hareketi başlangıcında halktan kişilerden oluşan bir hareketti. Oysa, Taşra ve
Genel bölge şubelerinin çoğunluğu daha gevşek eğilimi izlediler (27). Bölünme
sırasında Papalık, çoğunluk oldukları için Conventual’ın
yanındaydı. Ancak daha sonra 15. yüzyılda Papalık katı Observant’ların
Bölünme’nin kötü etkilerini dindirmekte yararlı olabileceğini gördü, çünkü ahlaklı,
çileci vaizler her zaman kitlelerin gözünde popülerdi ve böyle bir amaca da
oldukça uygundular. Üst burjuvazi ise Observant’ları
desteklemekte daha da kararlıydı. Observant’ların o
çileci disiplinlerinde, yoksullukla ilgili toplumsal karışıklıklara yol
açabilecek o eski tartışmanın canlanmasını önlemenin mükemmel bir yolunu
görmüşlerdi. Böylece Observant’lar
büyük önem kazandılar. 15. yüzyılın başında baş temsilcileri, gençliğinde,
1417’de, Fiesole’de yeni kurulmuş S. Francis Observant
manastırının bekçiliğini yapmış Sienalı St. Bernardino idi. Curia onlara
ayrıcalıklar verdi, çok sayıda manastırları oldu ve İtalya için kendi bölge
papazları olmasına izin verildi (bu görevde bir süre St. Bernardino bulundu).
Fraticelli’nin ortadan kaldırılmasında kendilerini öne çıkaranlar tam olarak,
Mezhep’in göreceli olarak sol kanadı, artık kendilerini Kilise’nin siyasetinin
resmi destekleyicileri olarak gören Fransisken Observant’lardı.
Büyük dilenci Mezhepler’in ikincisi 1215’te St. Dominic’in
(yak.1170-1221) (28) kurduğu Dominikenler de Fransiskenler gibi,
mutlak yoksulluktan, bolluk ve zenginliğe doğru aynı kaçınılmaz gelişimi
geçirdiler (29). Dominiken Observantlar, 14. yüzyılda ortaya çıkan ve 15.
yüzyılda süren, Fransisken Observantlar’da olduğu gibi Papa’nın ve üst orta
sınıfın desteğini alan birçok reform geçirdi ancak gerçekte bu değişimi durdurmak
konusunda çok istekli değildi. Dominikenler, Fransiskenlerden de daha fazla,
yoksulluk sorununun çevresinden dolanarak ahlaki katı displin üzerinde duruyordu.
Uygulamada, her zaman yalnızca üst burjuvazi üyelerinin maddi yardımlarıyla
göreli olarak sıkı bir dinsel yaşam ölçütü sergileyecek birtakım evler kurma sorunu
vardı. Reform amaçlı bu çabaların en önemlisi, farklı dönemlerde Curia’nın
yeni kurduğu İtalyadaki Dominiken Observantlar
Genel Piskopos Yardımcılığı görevinde bulunmuş olan Floransalı Giovanni
Dominici’den geldi. Kurmayı önerdiği
örnek evler, tıpkı Fransiskenlerinkiler gibi esas olarak Ayrılık’ın Kilise üzerindeki
zararlı etkilerini dengelemeye yönelikti. Bu amaçlar, Siena’da St. Catherine
ile doğan purist Dominiken ideallerini sürdürdü ve Dominici’nin gençliğinde
yaşadığı Pisa’dan (Sienalı Catherine’in günah çıkarıcısı ve biyografi yazarı
Capualı Raymund burada etkindi; Dominiken Observantlar’ın ilk
manastırı S. Domenico’yu, Pisa’da Caterina Gambacoti kurmuştu) Floransa’ya
yayıldı. Dominici, Fiesole yakınlarındaki S. Domenice manastırını Floransa’nın zengin
tüccarlarının bağışlarıyla kurmuştu (30). En önemli öğrencisi, aristokrat
aileden gelen Floransalı bir noterin oğlu ve daha sonra Cosimo de’ Medici’nin
arkadaşı olan St. Antonino, Fiesole’deki Dominiken evinin başrahibiydi
(1421). Daha sonra o da Dominiken Observantlar’ın
İtalya Genel Piskopos Yardımcılığı görevinde bulundu (1437).
Dominikenlerin tinsel
yaklaşımları daha başlangıçta, Fransiskenlerin daha sonra yönlendirilecekleri
temeller üzerinde kurulmuştu: resmi Kilisenin ve onun öğretilerinin savunulması
ve sapkınlara karşı savaşım. Dolayısıyla, sapkınlarla savaşımda Engizisyoncular
genellikle Dominikenlerden geliyordu. Toskana’da – Umbria’dan sonra en çok
tehdit altında olan bölge - 1254’ten sonra Fransiskenler onların yerini aldı.
Bunun sonucunda özellikle alt sınıflar arasında popülerliğini yitirdi (31). Floransa’da
ise, Kilise’nin öğretilerinin hizmetindeki genel gözetim görevleri sayesinde
Dominikenler dini gücü ellerinde tuttular. Öğrenmeyi yagınlaştırdılar,
Kilise'nin entelektüelliğini daha ileride ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi
canlandırdılar ve daha cahil Fransiskenlere göre kentin tinsel yaşamında daha
egemen bir konum elde ettiler. Fransiskenler, kendisini bir idiota (aptal) olarak niteleyen ve
bilinçli bir biçimde basit dindarlığa, öğrenmeye göre daha çok değer veren
kurucularının bakış açısı nedeniyle entelektüel alanda dezavantajlı
durumdaydılar. İdeallerine daha yakın olan üyeler öğrenmeyi Mezhep'in ruhuna
bir ihanet olarak algılıyorlardı. Başlangıçtan beri ruhban sınıfından oluşan
bir Mezhep olan Dominikenlerle karşılaştırıldıklarında, özgün olarak din
adamlarıyla halktan üyeler arasındaki eşitlik bulunan Fransiskenler bir derece
daha “demokratik” görünüyordu (32). Oysa bu, sözde böyle olmasına karşın
gerçekte doğru değildi. Aslında Fransiskenler demokratik geçmişlerinden bir
ölçüde utanıyorlardı ve Fraticelli olarak anlaşılmaktan sürekli olarak
korkuyorlardı. Öte yandan, Dominikenler ise, geçmişleri toplumun herhangi bir
kesiminin gözünde önyargılı biçimde değerlendirilmediğinden daha becerikli ve
esnek bir siyaset güdebiliyorlardı. Sonuçta, hiç kuşkusuz, her iki tarikat da
Curia’nın aracı olarak farklı derecelerde de olsa, Curia ile dayanışma içindeki
üst orta sınıfın da aracı durumundaydılar. Yine doğal olarak, üst burjuvazinin
gözünde, yalnızca kendileriyle değil aynı zamanda küçük burjuvaziyle de yakın
ilişkiler içinde olan ve onları tinsel olarak sağlam biçimde elinde tutarak
üzerlerinde daha çok etkisi olan tarikat, en önemli ve aynı zamanda yararlıydı.
13. yüzyıl Floransasında bu konumda hiç şüphesiz Fransiskenler vardı, ama 14.
yüzyıl boyunca Dominikenler onların azılı bir rakibi oldu. Zihinsel olarak daha
uyanık olan Dominikenler üst burjuvaziyle daha yakın ve kişisel bir ilişki
içine girdiler (33). Artık iyi ailelerin üyeleri Fransisken tarikatından daha
çok Dominiken tarikatına giriyorlardı. Dominikenler aynı zamanda, üst burjuvazi
egemenliğinin inişte olduğu, küçük burjuvazinin 14. yüzyılda ve bu yüzyılın
ortalarından sonraki dönemde olduğu gibi siyasal açıdan önem kazanmaya
başladığı dönemlerde demokratik bir yaklaşım içine girecek kadar da esnektiler.
Gösterişli biçimde, sıradan insanlarla kendi dillerinde konuşmaya ve her
durumda kendilerine sıkı biçimde bağımlı olan bu kesimleri kazanmak adına
onları yakından ilgilendiren her alanda onlara yaklaşmaya uğraşıyorlardı.
Fransiskenlerin ellerinden eski popüler silahlarını aldılar ve zamanla onları
yanlış bir konuma zorladılar. Örneğin, ciompi
ayaklanmasından önceki demokratik dönemde Fransiskenlerin aksine Dominikenler, Monti üzerindeki faiz oranlarının
indirilmesi konusunda küçük burjuvazi isteklerini desteklediler ve bu devlet
kredileriyle spekülasyona yol açılmasının yasaklanması konusunda kamuoyu
yaratmaya çalıştılar (1353). 14. yüzyıl süresince, çok yönlü siyasetleri
sayesinde Dominikenlerin üstünlüğü ele geçirip Fransiskenleri yüzyılın başında
bulundukları güçlü konumdan etmeleri pek de şaşırtıcı değildir. Her ne kadar,
15. yüzyılın başlarında İtalya’yı saran Observant hareketinde tüm ülkede,
özellikle de küçük burjuvazi ve çiftçilerin olduğu bölgelerde dolaşarak vaaz
veren Fransiskenler ağır bassa da Floransa’da bunun yararını gören, üst
burjuvaziyle yakın bağları olan Dominikenlerdi. Sienalı St.
Bernardino Floransa’da vaaz verdiği süre boyunca (1424, 1425) çok beğeni
toplasa da kalıcı başarı, Dominiken Dominici ve onun, üst orta sınıfın
parasıyla kurduğu Observant manastırlarınındı. Fiesole’de kurduğu S. Domenico,
üst burjuvazinin gözdesiydi. Daha sonra Cosimo de Medici’nin verdiği parayla S.
Marco evi olarak genişletilen bu yapı, yönetimdeki Medicilerle Dominiken
Observantlar arasındaki dayanışmanın bir simgesi oldu.
Bu iki dilenci Mezhebi'nin
Floransa’nın dini ve toplumsal yaşamına etkilerini daha ayrıntılı incelemeden
önce, kısaca bibirleriyle karşılaştırmalı olarak teolojik sistemlerini ele
almalıyız (34). Böylece çeşitli toplumsal tabakalara, özellikle de üst
burjuvaziye bakışlarını daha iyi anlayabiliriz. Bilindiği gibi, çeşitli
skolastik sistemler farklı öğelerden meydana geliyordu: Aristoteles, Stoacılık
ve Yeni Platoncu mistizimden parçalar bulmak olanaklıydı, çünkü Kilisenin
Kurucuları, özellikle de Augustinus, hepsini Hıristiyan kavramlara
dönüştürmüştü. Toplumun yapısı entelektüel ve dini gereksinimler ile birlikte
değiştikçe, bu büyük dini düşünce kütlesindeki farklı öğeler, her Mezhep'in
özel geleneklerine göre farklı sistemlerde daha büyük önem kazanmıştı.
Fransiskenlerin resmi
teolojisi, kurucularının ölümünden kısa süre sonra belirginleşti. İnanç,
Augustinusçu ve Platoncu çizgide, öznel ve doğrudan Tanrı’ya ulaşılması
biçiminde, duygusal bir konu olarak görülüyordu. Bu kişisel ve
psikolojik anlayış hala Fransisken hareketinin o ateşli başlangıç dönemlerinin
izlerini taşıyordu. Her ne kadar ani bir biçimde kopmuş olsa da Fransisken
teolojisi üzerinde durarak Kilise otoritesi inancını vurguluyordu (35). Bu
doğal olarak, Fransisken Mezhebi ile Spiritueller arasındaki ayırımı
belirginleştirmek adına yapılıyordu. Devrimci kökenleri nedeniyle, bu eski
Fransisken teolojisinin, gerekli çizgiler çerçevesinde, büyümekte olan
burjuvazi için çok önemli toplumsal düşüncelerin gelişimine bir temel
oluşturması olanaksızdı. Bu teolojinin başlıca temsilcisi olan Halesli Alexander
(ö.1245, Sorbonne’da öğretmenlik yaptı), özel mülkiyete şiddetle karşıydı ve bu
konuda çok katı kısıtlamalar konulmasını istiyordu. O, ellerindeki tüm fazla serveti
sadaka olarak yoksullara dağıtmayan zenginlerin hırsız olduklarını savunuyordu.
Kısa süre sonra, Dominiken
Mezhebi Aquinalı St. Thomas'ın çalışmalarıyla kendi resmi teolojisini
geliştirdi. Fransiskenlerinkine göre daha bütünsel, daha ağırbaşlı ve daha
fırsatçıydı. Kendisini gerçek koşullara, artık konumunu sağlamlaştırmakta olan
“aydınlanmış” burjuvazinin tinsel gereksinimlerine daha çok uyarlıyordu.
Fransisken teolojisinde de olduğu gibi, temelleri Augustinusçu idi, ama
Aristoteles’ten alınan önemli düşünsel öğeler de eklenmişti. Bunların
yardımıyla Aquinalı olanaklı olduğu ölçüde rasyonel bir teoloji yarattı. İnanç
ve akıl, vahiy ve doğal bilgi birbirini tamamlayıcı kılınmıştı. İnanma yetisi
bile tanrının akıla bir armağanıydı. Bu öğretinin rasyonalizmi,
doğal olarak dindar ve ölçülüydü ama tutarlı bir biçimde uygulanarak tamamen
bütünleşmiş bir sistem oluşturulmuştu. Aquinalı'nın artık bildiğimiz toplumsal
düşünceleri bu sisteme düzgün biçimde yerleştirilmişti. Hıristiyan
toplumunu, birbirini tamamlayan ve son amaç olarak Sonsuz Kurtuluş'u belirlemiş
ayrı kümeler ve tarikatlardan (36) oluşan bir canlı olarak tanımlayarak uyumlu
bir bütünlük izlenimi yaratılmış oluyordu. Bu bütünün içindeki uyumu bozan tüm
adaletsizlikler, yani Tanrının kanunlarına karşı olanlar ortadan
kaldırılabilirdi. Aquinalı gerçekte varolan koşulları
idealize etti ve ölümsüzleştirdi, bunları akıl ve vahyin gerekli kıldığı gerçek
ideallerle özdeşleştirdi (37). Buna göre alçakgönüllülük, güven ve üst
burjuvazinin dini duygularının gerektirdiği kilise ile dünya arasındaki o
uzlaşım işte burada bulunuyordu. Aynı zamanda, diğer toplumsal sınıfların
beklentileri de, kuramsal açıdan, hüsrana uğratılmamış oluyordu.
Entelektüellik karşıtlığı ve
gönüllülük temeline dayalı duruşu izin verdiği ölçüde, resmi Fransisken
ideolojisi de artık ilke olarak Thomist sisteme ve dolayısıyla, uygulamada üst
orta sınıfa yaklaşmaya çalışıyordu. Spirituel
hareketine son verme ve Mezhep'teki ılımlı ve radikal öğeler arasında bir
uzlaşma sağlama işini üstlenmek durumunda kalan Mezhebin Yöneticisi
St. Bonaventura (yak.1221/22-74), Aristotelesçilik ile
Augustinusçu-Platoncu mistizm arasındakine benzer uzlaşımı temsil eden bir
teoloji yarattı. Bonaventura bile ikinci öğeyi çok ön plana çıkararak,
içsel bir deneyim olarak inanç ve aynı derecede vurgulanan Kilise otoritesine
inanmak arasında bir çelişki kalmasına neden oldu. Bundan dolayı aslında
Fransiskenler üst burjuvaziye Thomizmin sunduğu netliği ve tutarlılığı
sunamıyordu. Bu aynı zamanda toplumsal düşünceler alanı için de geçerliydi,
çünkü St. Bonaventura’nın ekonomik etkinlikler konusu üzerine birkaç yorumu,
her ne kadar tüccarlara karşı belki daha önceki düşmanlık derecesinde olmasa
da, bir sisteme indirgenemiyordu (38). Paris’te Fransisken öğretmen Duns Scotus’un
(1266-1308), 14. yüzyılda aşağı yukarı Fransisken mezhebinin genel öğretisi
durumuna gelen teolojisi (39) de, dogma ile bilgi arasında gittikçe artan
karşıtlık yaratması nedeniyle, kendilerine sorun çıkaran bir din istemeyen üst
burjuvazi için daha uygun değildi.
Dominikenler sistemlerinin
sağladığı yararların tümüyle farkındaydılar. 1286 gibi erken bir tarihte
Thomizmi Mezhebin resmi öğretisi olarak duyurmuşlardı (40) ve kararlılık içinde
ona bağlı kalmaya devam ettiler. Bu nedenle giderek tutucu olmak zorunda
kaldılar. Öğretilerinde gözle görünür çatlakların oluşmasına izin
veremezlerdi, çünkü gücünü – en azından görünüşteki – bütünselliğinden alan tüm
Thomist sistem paramparça olurdu. Önceki bölümde gördüğümüz
gibi, üst burjuvazi arasında Aquinalı’nın yeterince farkına varamadığı yeni
ideolojik gereksinimlerin zorunlu ortaya çıkışları, gerçekte kılgısal yaşam
konusunda önemli ödünler içeren Aquinalı’nın öğretisinde yapılacak hafif
değişikliklerle karşılanabilirdi. Teolojik-bilimsel olmasına karşın öğretiye
sadık yoğun etkinlikler ve propaganda sayesinde Dominikenler Thomizmi, toplumun
tüm kesimlerinin, gereksinimlerine bir ölçüde yanıt bulabildiği bir dini
anlatım biçimi olarak canlı tutmayı başardılar. Ünlü Dominiken okulu S.Maria
Novella bu sistemin öğretim mekeziydi (41). Öte yandan Fransiskenler ise basit
yaklaşımlarının bir sonucu olarak ve entelektüel uğraşlarla daha az
ilgilendiklerinden zorunlu olarak kendilerini geride kalmış buldular (42). Tüm
Avrupa’dan farklı olarak (43) 14. yüzyıl Floransa'sında teolojik durum ve iki
Mezhebin birbirine ve üst orta sınıfa karşı kılgısal durumu işte böyleydi.
Fransiskenler
ve Dominikenler, Floransa ve İtalya’da gelmiş geçmiş en önemli iki dilenci
Mezhep'iydi. Kendi bölgelerine tamamen egemen ve başka mezheplerinkinden çok
daha büyük olan görkemli kiliseleri ve o kiliselere bağlı manastırlar ile
Fransisken S. Croce ve Dominiken S. Maria Novella, aralarında yükselen Duomo
ile birlikte Floransa kentine kişiliğini verirler. Onların dışında iki dilenci
Mezhebi daha vardı: kilisesi ve manastırı S. Maria del Carmine olan Carmelites
ve S. Spirito adlı kilise ve manastırlarıyla Augustinusçu Keşiş veya Rahipler
(44). Dilenci Mezheplerinden daha aristokratik ve daha tutucu olan eski
Mezhepler da vardı, özellikle de Benedictenler ve çeşitli kolları:
Camaldolensianlar (S.Maria degli Angeli), Vallombrosanlar (Badia ve S. Trinita)
ve Olivetanlar (S. Miniato). Dilenci Mezheplerin yükselişine dek kilise
kültürünün temsilcileri Benedictenler’di ve ondan sonra da tüm önemlerini yitirmediler
(45). 15. yüzyılın başlarında bu Mezhepler, özellikle Başrahipleri Ambroglio Traversari
önderliğindeki Camaldolensianlar, Observant hareketinde de yer aldılar.
Benedictenlerin ilginç bir kolu, daha önce gönderme yapmış olduğumuz Humiliati
idi (46). Yünlü kumaş manifaktürü ile uğraşıyordu ve çalışmayı dini bir görev
olarak kabul ediyorlardı. Kilise ve manastırlarının adı Ognissanti idi. Köken
olarak orta sınıf iyi ailelerden gelen Servitler (“Meryem’in Hizmekarları”),
St. Augustinus’un Tüzüğüne bağlıydılar ve kendilerini ateşli bir Bakire Meryem
kültüne adamışlardı. Kilise ve manastırlarının adı ise SS. Annunziata idi.
Kilise’nin, Mezhep örgütlenmesinde her toplumsal sınıfın işlevine ne denli özen
gösterdiği, aristokratlar için tinsel şövalyelik Mezheplerinin varlığından
anlaşılabilir. Örneğin Fratres Militiae
Beatae Mariae 13. yüzyılda kurudu. Eğlenceye düşkün ve pek de dindar
olmayan yaşamlarından dolayı Cavalieri
gaudenti veya Prati gaudenti
olarak bilinirlerdi. Burjuvazinin demokratik yasalarından korkmadan şövalyeler
gibi yaşayabilirler ve aynı zamanda bekarlık yemini etmeleri gerekmemelerine
karşın yarı din adamı da sayılırlardı. Aristokratik bir Meryem ibadeti ve
sapkınlara karşı vahşi, şiddetle dolu savaşımı birleştirerek, canlarının istedikleri
gibi yaşarlardı (47).
Kilisenin
– yeni ya da bir biçimde daha tutucu bir ruha bürünmüş - bu dilenci Mezhepleri sayesinde kentin dini ve düşünsel yaşamı
üzerinde belirleyici bir etkisi vardı. Kilise, seküler din adamlarına karşı
Dilencileri destekliyordu ve halk üzerindeki etkilerini her açıdan kullanıyordu,
çünkü bu etki sayesinde 13. yüzyılda inananları geri kazanabilmiş ve
egemenliğini güvence altına alabilmişti. Tüm yaşam ve ölümleri dini duygularla dolu olan kentliler, Kilise’nin etkisini her önemli
anda Dilenci Mezhepleri aracılığıyla
hissediyordu (48).
Bu
etki temelde özellikle yerel dilde vaazlar yoluyla sağlanıyordu. Önceleri
yalnızca piskoposlar vaaz verirdi, ama artık Papalık Dilenci Mezhep'inden
olanlara istedikleri yerde piskoposun onayını almadan vaaz verme yetkisi
tanımıştı. Bu Mezheplerin ortaya çıkışıyla vaazlar çok daha sıklaştı – dahası,
ancak bundan sonra vaaz dini ayinin sürekli bir parçası durumuna geldi. Vaazlar
halk içindi – önemleri buradan geliyordu - ve Kilise’nin halka en fazla
yaklaştığı yoldu. Tüm ahlak ve dogma alanını kaplıyorlardı. İncilden bir
bölümden alıntı yapılır, açıklanır, ayrıntılı biçimde alegorize edilir ve
sonunda ahlaki dersler çıkarılırdı (49). Çok sayıda kısa öykü ve örneklerin (esempi)
eklenmesiyle bu çerçevenin herhangi bir konuyu içermesi sağlanabiliyordu. Halkın
en çok beğendiği ve gerçekten de halkın değer vermesi amaçlanarak anlatılan,
efsanelerden veya günlük yaşamdan alınan ve canlı bir biçimde aktarılan bu esempilerdi.
Doğal olarak, kilise ansiklopedilerinden alınmış bilgileri ve daha 14. yüzyılın
başlarında bile, bir dereceye kadar antik dönem bilgilerini iletmek için de
aynı yollardan yararlanılıyordu. Çünkü vaazların tek önemi dini duyguların
biçimlendirilmesi ve dini-toplumsal sorunlarla ilgilenmesi değildi; halkın
büyük çoğunluğu, özellikle de daha alt kesimler için belirleyici ve eğitici bir
önemi vardı. 13. yüzyıl vaazlarının canlılığıyla karşılaştırıldığında, 14.
yüzyılda, üst burjuvazinin üstünlüğü döneminde, belli bir katı tutum kendini duyumsatmıştı.
Vaazlar daha yüzeysel ve mekanik oldu. Daha önceleri görülen, duygulara seslenme
seyrekleşti. İsa’nın Çarmıha Gerilişi anlatılırken artık St. Francis’in
dönemindeki gibi bir duygu yoğunluğu yaşanmıyordu ama Kıyamet Günü üzerinde
uzun uzadıya duruluyor ve ceza düşüncesini olabildiğince canlı biçimde
iletebilmek amacıyla Cehennem işkenceleri çok ayrıntılı biçimde işleniyordu. Vaazların
en gözde konuları, Cennet ve Cehenem, kötü alışkanlıklar ve erdemler, kutsal ayinlerin
neden vazgeçilmez oldukları, farklı Mezheplerden azizlerin maceraları ve
mucizeleriydi. Dominikenler, Thomizmi yaygınlaştırdılar ve vaazlarında
genellikle İlahi Komedya’da bulunanlara çok benzer teolojik düşünceler
dile getirdiler (50). Thomist teolojinin böyle vaazlar yoluyla yaygınlaştırılması
pek de zor değildi, çünkü genel kavramların gerçek bir varlığı olduğunu ileri
süren Thomasçı evrenseller öğretisi, bir nesnenin simgesinin onun tözü olduğunu
varsayan tutucu kitlelerin sembolik düşüncelerinde bir karşılık buluyordu (51).
Genelde vaizler herhangi bir konuda kendilerini kısıtlamamak adına güncel siyasi
konuları ele almaktan kaçınıyorlardı (Savonarola zamanına kadar Floransa’da bu
geçerliydi, ama ayrıksılıklar vardı). Buna karşın gündelik yaşamdaki sorunlar
ele alınıyordu. 15. yüzyılın başlarından sonra; özellikle Fransisken
Observantlardan gezgin vaizlerin etkinlikleri sonucunda, İtalya’nın tümünde vaazların
sayısı, niteliği ve duygusal yoğunluğunda artışlar oldu. Yine de
Fransiskenlerin bu vaazları artık teolojik veya skolastik bilgilerin
yayılmasından çok, daha kendiliğinden ve aynı zamanda daha popüler bir açıdan gündelik
yaşamdaki ahlaki sorunlara yaklaşmaktaydılar (52).
Dilenci keşişlerin, vaazlarının yanı sıra, cemaatlerinin tinsel
gözetimi – örneğin, piskoposların görevi olan günah çıkarma ve günahları
affetme işlemlerini piskoposun onayı olmadan yapabiliyorlardı - ile özel ve
kamusal yaşama derin şekilde girmiş olmaları sayesinde büyük bir etkileri vardı.
Toplumsal tabakalarla yakın ilişki içinde örgütlenmiş olan çok sayıda halk
kardeşlikleri (Confraternita ya da Compagnie) de
Kilise’nin etkisinin yayılmasının önemli bir yoluydu. Kentin tüm kamusal dini
yaşamına özel bir kişilik kazandırıyorlardı. Yalnızca üst
burjuvazi değil (örneğin, kentin en saygın aileleri Compagnia della Madonna
d’Orsanmichele çatısı altında birleşmişti),
küçük burjuvazi bile bu kardeşliklerle örgütlenmişti. Esnaf
ve zanaatçılar buralarda, kendilerini önemli ve farklı duyumsamalarını
sağlayacak, siyasetin yerini tutan birtakım etkinliklerde bulunabiliyorlardı.
Bu kardeşliklerin her birinde ahlaki gözetmen olarak tüm üyelere egemen bir
rahip – genelde bir keşiş – vardı ve bu kişi yoluyla Kilise nüfusun her
kesimine ulaşmış oluyordu (53). Bu kardeşlikler 13. yüzyılın ortalarında ilk
kurulduklarında, başlıca kaygılardan biri sapkınlıklarla savaşımdı. Burada
başrolü, doğal olarak, Dominikenler, özellikle de St. Maria Novella’daki genel
merkezinde iyi ailelerden gelme yurttaşlardan oluşan Compagnia
Maggiore della Vergine’ı kuran St. Peter Martyr oynamıştı
(54). 14. yüzyılda, özellikle 1348’deki veba salgınından sonra özellikle daha
aşağı sınıfların örgütlendiği bu kardeşlikler, kilisenin denetimi altında
yıkımların ateşlediği güçlü dini duygular yanı sıra o dönemin kimi demokratik
eğilimleri için zararsız bir çıkış noktası sağlamıştı. St. Francis’in keşişlerle
halktan üyeler arasındaki ayırımı azaltmak amacıyla kurduğu Üçüncü Tarikat da
artık daha farklı bir karakter kazanmaya başlamıştı: Kilise’nin yoksullar
arasında etkisini yayabileceği, aynı zamanda daha varlıklı sınıflar için önemli
maddi yararlar (örneğin belediye vergilerinden bağışıklık) (55) da sağlayan
saygın ve rahat bir dinsel aydınlanma kaynağı olan bir araç durumuna geldi. Çünkü
Kilise artık halkın kendi egemenlik alanına girmesine hiç hoşgörü göstermeye istekli
değildi.
Bu nedenden dolayı, resmi teoloji aşağı sınıflara yönelik her
türlü popüler dinsel edebiyata, ancak kilise kaynaklı olanlar dışında, karşıydı.
Çünkü bu tür bir edebiyat dini konularla ilgilenirken aynı zamanda bu
kesimlerin toplumsal sorunlarına da değinebilirdi (56). Bundan dolayı örneğin,
Dominiken Fra Giordano da Rivalto (14. yüzyılın başlarında) bir vaazında
ayakkabıcıların, kürkçülerin ve dahası kadınların Kutsal Kitabı yorumlamaya
çalışmasının kutsalı çiğnemekten başka bir şey olmadığını duyurmuştu. Kilise,
halkın İncile karşı yoğun ilgisini hemen onaylamamıştı. S. Maria Novella’nın
Dominiken başrahibi Jacopo Passavanti (yaklaşık 14. yüzyılın ortaları) İncil’in
İtalyanca çevirilerinin ancak çok büyük bir özenle okunması gerektiğini
belirtmişti (57). Yönetimdeki üst orta sınıf doğal olarak, aşağı sınıfların
dinsel gereksinimlerine yönelik bu siyaseti tümüyle onaylıyordu. Çünkü bu
kesimlerin dini duygularının tümüyle edilgen, sorunsuz, her türlü dinamik
mistizme karşı ama aynı zamanda çok yoğun olması onların çıkarınaydı.
Üst burjuvazinin kendi dinsel duygularını ele almaya
başlarken, üst ve alt düzeyleri arasında ayırım yapmak gerekir. Aynı zamanda,
ölçülülüğü dinsel konulara da yansıyan daha üst tabakaların siyasi gücü
tartışmasız elinde tuttuğu dönemler (küçük burjuvazinin siyasi etkisindeki bir
artış veya üst burjuvazi içinde bir dengesizlik nedeniyle) ve daha aşağı
tabakanın din ve diğer alanlarda etkisini artırdığı, dini duyguların daha
heyecanlı ve duygusal duruma geldiği dönemler arasında ayırım yapmalıyız.
Toplumsal yapıda veya zaman boyutunda her küçük değişimde, dini duygular çok
farklı bir görünüm sunar.
İlk olarak kendine özgü
düşünce yapısı doğası gereği yalnızca o sınıfla sınırlı kalan üst burjuvazinin
daha üst kesimini ele alacağız. En tepedeki bu kesimin dini duyguları, üst orta
sınıf yönetime geldikten sonra, özellikle de 14. yüzyılın başlarında ve 15.
yüzyılda olduğu gibi tek egemen oldukları dönemlerde göreli olarak bağımsızdı,
aşırı mistizme karşıydı (58) ve içsel dini çelişki izi pek taşımıyordu (59).
Sözü geçen dönemde doruğa çıkan dini rasyonalizmleri, Villani’nin dindarlığın
insanı aptalca şeyler yapmaya götürmemesi gerektiği (60) veya Morelli’nin, daha
önce de aktardığımız, dindarlığın ödülünün iş dünyasında başarılı olmak olduğu
yönündeki görüşleriyle de kendini gösteriyor. Üst orta sınıf karmaşık
dini sorunlar istemiyordu. Dogmanın otoritesini, herhangi bir fanatizm
sergilemeden kabul etmişlerdi. Ancak bu inanç, erken Orta Çağ’daki o
dogmatik dindarlığa, Tanrıyla kişisel ve duygusal bir ilişkinin ortaya
çıkmasından önceki gelişme dönemine basit ve ilkel bir dönüş değildi. Üst
burjuvazinin rasyonalist, Thomist, Tanrıyla daha kendinden emin ve daha hesapçı
o dinsel duyguları, doğal olarak hala gerekli bir ön dönem olan bu evreden pek
çok öğe barındırıyordu. Daha kişisel bir nitelik kazanmış olan
dinsel yaklaşımları her iki öğeyi de barındırıyordu. 15.
yüzyılın başında, bu sınıfın, özellikle bilimsel bilgileri gelişen ve antik
kaynaklarla pekişen, önde gelen entelektüellerinin o ölçülü rasyonalizmi, dinin
sekülerleşmesini 14. yüzyıldakine göre çok daha ilerilere taşıyabildi. Salutati’de
dinsel duyguların seküler ve ulusal düşünceyle harmanlanması o denli ileri
gitti ki o bu ulusal düşüncede İsa’ya bile bir yer buldu; İsa’nın, Tanrı’nın
kendisini yerleştirdiği ülkeye ve insanlara sonuna dek sadık kalması gibi,
diyordu Salutati. Dolayısıyla aynısını yapmak “her iyi yurttaşın” göreviydi.
Salutati ile Poggio arasındaki tartışma, üst burjuva entelektüellerinin
birbirini izleyen bu iki nesli arasındaki görüş farklılıklarının ne denli büyük
olduğunu gösteriyor. Salutati’ye göre, Hıristiyan öğretisi ve hakikat tamamen
özdeşti; Poggio ise daha kuşkucuydu ve daha çekinceliydi. Ama o
da, dini duygu konusundaki bütün kayıtsızlığıyla bağımsız Bruni de din karşıtı
olmadı (61). Aynı zamanda 15. yüzyılın başlarında üst orta sınıfın,
yoğun ticari etkileşimin gerektirdiği, Hıristiyan olmayan İslam dünyasıyla daha
yakın ilişkileri nedeniyle hoşgörülü bir rasyonalizm yeğleniyordu.
Orta Çağ’da yaşayan herkes gibi, üst burjuvazi üyeleri de,
doğal olarak derin bir günah ve Tanrı’nın hükmü korkusu altındaydı. Bu korku,
aziz kültlerinin ortaya çıkış nedenlerinden biriydi. Yaptıkları iyi işlerin,
Azizlerin insanoğlu adına aracılık yaparak Tanrı’dan ricada bulunabilmelerini
sağladığına inanıyorlardı (62). Üst orta sınıf, ya da en azından tutucu
çoğunluğu, özellikle 14. yüzyılda, kendi rasyonalizmleri ile resmi Kilise
düşüncesinde ve genel olarak Orta Çağ bakış açısından sıkça rastlanan o
sembolik yorumlama eğilimi arasında bir çelişki olduğunu düşünmüyorlardı. Bu
sembolizme göre tüm fenomenlerin açıklaması yalnızca kurtuluş öğretileriyle
ilişkisine ve Kilise’deki somutlaşmasına göre bulunabilirdi. Çünkü
“dünyevi-yansız” rasyonalizm yaklaşımını yalnızca orta üst sınıfın kültürlü
seçkinleri benimsemişti ve vurgulamak gerekir ki onların rasyonalizmi bile
genel olarak dini niteliğini korumuştu. Üst burjuvazinin daha alt kesimlerine
yaklaştıkça, çoğunluğun, sürekliliğin egemen olduğu bu dönemde zaten yaygın
olan ama 15. yüzyılın başlarındaki ekonomik güvensizlik duygusu nedeniyle daha
da güçlenen yoğun dini duygular içinde olduğu gerçeği daha netleşiyor.
Yalnızca üst burjuvazinin değil halkın da, evrensel ve
kişisel günahkarlık içinde çok gerekli gördüğü ve keşişlerde somutlaştığına
inandığı belli bir ideal yaşam olduğu yönündeki kuramsal inanç ile ilgili daha
önce söz etmiştik. Yine de üst orta sınıf – Villani buna klasik bir
örnektir - , uygulamada tehlikeli olabileceğinden kuşkulandıkları için nefret
ettikleri Spirituellerin yoksulluk idealiyle, onayladıkları ve cömert
yardımlarıyla maddi açıdan olanaklı kıldıkları çileci manastır yaşamı ideali
arasında çok net bir ayırım yapıyorlardı. Bu nedenle, görmüş olduğumuz gibi,
Observant hareketini yeğliyorlardı. Ancak aynı nedenden dolayı, dini doğaüstü
görü ilkesine ve dini kendinden geçmeye güvenmiyorlardı (63), çünkü mistizmin
tehlikeli devrimci gizilgücünden korkuyorlardı (64). Sıradan halk gruplarına
göre daha coşkun bir dini eğilimleri olan ve tövbe uygulamaları arasında
kendini kırbaçlama da bulunan Disciplinati örgütlerinin, orta sınıf gücünün
doruğundayken ortaya çıkmamaları (65), onun yerine demokratik dönemlerde,
özellikle 1370’lerde belirmeleri dikkat çekicidir. Jacopo Passavanti, Giovanni
delle Celle ya da Giovanni Dominici gibi önde
gelen kilise üyelerinin görüleri ve rüyaları fazla önemsemeye karşı uyarılarda
bulunmaları, özellikle de hepsi Cennet kaynaklı olmadığı için aralarında nasıl
ayırım yapılacağı konusunda açıklama yapmaları kuşkusuz üst burjuvazinin
istediği bir şeydi. Ama kendi dinsel gereksinimlerine yanıt
verdiği ve yumuşak başlı bir Observant hareketinin gelişmesini desteklediği
sürece görüler ve “sağlıklı” mistizm, rasyonalist üst orta sınıf açısından (ve
doğal olarak ruhban sınıfı açısından da) kabul edilebilir bir şeydi. Papalık'ın
onay vermesi sayesinde üst burjuvazinin gözünde çok önemli olan o gerçeklik
damgasına kavuşmuş olan ve tam da fırtınalı bir dönem yaklaşırken meydana
gelmesi de çok dikkat çekici olan St. Bridget’in (1303-1373) görülerini örnek
verebiliriz: Curia için Bölünme öncesi, İtalya’ya dönüş
arifesiydi; Floransa için, demokratik bir dönem ve sık sık çıkan krizlerden
biriydi. St. Bridget İsveç kraliyet ailesinden geliyordu ve 1346’dan sonra en
üst düzey çevrelerde (Curia, kardinaller, Napoli sarayı) bulunduğu İtalya’da
yaşadı. Görülerini İsa'nın gönderdiği düşünülüyordu. Bu
görüler yalnızca çok sayıda teoloji sorusuna değil (66) aynı zamanda kilisenin
siyaseti konusunda sorulara da yetkin yanıtlar veriyordu ve Bridget de çeşitli
Papalık eylemleri konusunda güçlü onayını dile getiriyordu. XXII. Johannes’in Spirituellere karşı fermanının haklı çıktığını
söylüyordu, çünkü Bridget’e göre Meryem'in İsa için ördüğü ve askerlerin
üzerine bahse girdikleri palto İsa'nın malıydı. Dolayısıyla, Curia’nın ve üst
orta sınıfın St. Bridget’in tövbeye çağrısına ve kurduğu katı manastır yaşamına
dayalı Mezhep'e olumlu bakmasını anlamak kolaydır.
Üst burjuvazinin dini
duygularında iyi işlerin yüce bir yeri vardı. İyi işlerin tasarlanması ve
uygulanması bir yanda kendi çıkarları diğer yanda Kilise ve dilenci Mezheplerin
çıkarları arasındaki yaşamsal bağı meydana getiriyordu. Erken kapitalizm dönemi
burjuvazisi iyi işlere, dış dünya ile dini, kutsal kurallar arasında ortaya
çıkabilecek ve onlara göre zorunlu olarak çıkan tüm ahlaki çatışmalara basit
bir çözüm gözüyle bakıyordu. Sadaka günahların karşılığını öderken
iyi işler Tanrı’nın gönlünü alarak ruhun kurtuluşunu sağlardı (67). Bu
iyi işler genellikle, yerleşikleri yetkin bir yaşam sürdürerek çok fazla erdem
kazanan ve bu yararı daha sonra halka devredecekleri manastırlara armağanlar
biçimini alırdı. Zenginleri, ruhları adına en çok endişelendiren,
sürekli olarak tüm yaşamlarının çevresinde döndüğü faiz yasağını
çiğnemeleriydi. Ancak önceki bölümde de gördüğümüz gibi, din
adamlarıyla uzlaşmakta pek zorluk yaşamadılar. Uygulamada iyi işler, üst orta
sınıfın faiz almayı kendileri için olanaklı kıldıkları ve dini kanunlara karşı
gelmelerinin karşılığı olan önlemlerden biriydi. Her zaman günahlarının
karşılığını ödeme arzusunda olan tüccarlar ve bankerler, bu gereksinimi doğal
olarak daha çok, tefecilik etkinliklerinin artık kesinlikle bittiği
yaşamlarının sonuna doğru duyumsuyorlardı. Dolayısıyla zengin
burjuvazi, genellike yalnızca ölüm döşeğinde ve o zaman “tövbe ederek”
Tanrı’nın hoşuna gidecek işler yapıyorlar, az ya da çok kayda değer tutarları -
genellikle tefecilikten biriktirdikleri servetin görece küçük bir kısmını (68)
- Mezheplere, onların kilise ve manastırlarına, kardeşlik derneklerine (69) ve
yoksullara miras bırakıyorlardı. Bağışlar Kiliseye danışarak
yapılırdı ve ilgili rahip bunun üzerine ölmekte olan tefecinin günahlarını
bağışlardı (70). Kilise aynı zamanda bu mirasların ölen kişinin firmasına, tüm
ticaret şirketine zarar vermemesine dikkat ederdi. Tek tek olgular,
Aquinalı'nın, cömertliğin ticari yükümlülüklere saygı gösterecek biçimde
sınırlanması gerektiği ve dahası ailenin ekonomik varlığını da artık aile
üyelerinin konumlarına yakışır şekilde yaşamayacakları denli tehlikeye atmaması
yönündeki ilkesine göre değerlendirilirdi (71). Ancak bağışçılar, bu
bağışların toplumsal sonuçları neydi, bunlardan kimler yararlanıyordu,
yoksullar gerçekten yararlanıyorlar mıydı sorularına karşı ilgisizdi (72).
Villani veya Salutati bu tutuma iyi örnektir.
Durum ne olursa olsun, iki
büyük dilenci mezhebi Dominikenler ve Fransiskenler ile bunlara ait kiliseler
ve manastırlar, varlıklı orta sınıfın ruhlarını kurtarma arzusundan çok kar
sağladılar. Böylece tekrar başlangıç noktamıza dönmüş olduk: üst
burjuvazinin dinsel yaşamında başlıca sorun olan dilenci Mezheplerin
zenginleşmesi. Ancak, üst orta sınıfın yoksulluk sorununu rafa
kaldırmasına yarayan manastır disiplini sorunu, zorunlu olarak keşişlerin maddi
durumlarıyla ve üst burjuvazinin kapitalist ekonomisinde yerlerinin ne
olduğuyla yakından bağlantılıydı. Genelde (kuşkusuz çoğu zaman
da haklı olarak), keşişlere hesapçı iş adamları, yozlaşmış ve zevklerine düşkün
gözüyle bakılırdı (73). Dahası, üst
orta sınıf bu görüşlerinde yalnız da değildi, ama
keşişler konusundaki “hayal kırıklığını” abartmamak gerekir (74). Üst burjuvazinin bu durumu
bir kısır döngü olarak gördüğünü söylemek de doğru olmaz, çünkü yönetim görevi
ile yönetici kişi arasındaki ayırımı çok iyi yapabiliyorlardı. Özellikle de Mezhebin
yoksulluğuna karşı olduklarından, manastır çileciği idealini ilkesel olarak
sürdürmek ve bu ideale yoğun bir inancı canlı tutmak çıkarlarınaydı (75), ancak
uygulamada keşişler arasında çileciliğe pek rastlandığı da söylenemezdi.
Üst orta sınıf ve dünyevi dostlarının
çıkarlarını koruyan Kilise’nin, ekonomik ve siyasal düşünce alanında, uygulamada
daha da fazla olmak üzere birbirleriyle uzlaşmakta çok becerikli olduklarını
görüyoruz. Artık Kilise ve bu sınıfın kullandığı dini “etkinin”
boyutunu değerlendirmek için ilerleyebiliriz. Başka bir deyişle, bir
yandan Kilise tinsel yetkisini kullanarak üst orta sınıfın ekonomik alandaki
çıkarlarına ne denli katkıda bulundu? Diğer yandan da üst orta sınıf siyaset
alanında Curia’yı ne denli destekledi?
Din adamlarının üst orta
sınıfın çıkarına olacak biçimde yoksullara karşı önemli ekonomik baskı aracı
olarak işlev gördüklerini, ünlü Dominiken vaiz Giordano da Rivalto’nun
(yak.1260-1311) 1304’te verdiği bir vaazdan görebiliriz (76). Yün
loncası tüccarlarının, zaten çok cimrice ücret ödenen kadın eğiricilerin, yün
tüccarlarının istediği kaliteyi sağlayamamaları nedeniyle aforoz edilmelerini
sağlamaları ve rahiplerin de vaazlarında işçilere bu ceza ile gözdağı vermeleri
karşısında dehşete kapılmıştı (77). Bunun resmi kanıtı yün loncasının, topluluğun
1317’de onayladığı ve daha sonra her yıl tekrar
kabul ettiği tüzüğünde bulunur. Bu tüzükte Lonca liderlerinin bu amaçla Floransa
ve Fiesole piskoposlarına her yıl başvurması emredilmişti. Gerçekten de bu
piskoposlar kendi bölgelerindeki rahiplere bu yönde yönergeler gönderdiler
(1333, 1428). Önemli dinsel bayramlarda cemaat üyelerine, yünü eğirirken düzgün
şekilde çalışmaları ve kendilerine eğrilmesi için verilen ham yünü uygunsuz
kullanmamaları yönünde açıklamada bulunmaları isteniyordu: Aksi durumda ciddi
dini cezalar söz konusuydu ve bu kuralları dördüncü kez çiğneyen kişiler aforoz
edilecekler, ancak ciddi bir sınama süresinden sonra rahibe yüklü bir tutar
ödeyerek bağışlanacaklardı (78). Kilise böylece endüstriyel kurallara
uyulmasını sağlamış oluyordu ve bunu da cezalardan kar sağladığı için
yapıyordu. Bu örneği durumu aydınlattığı için vermeyi uygun gördük. Hiçbir
örnek bu uzun süre önce oluşturulmuş uygulamanın Kilise ile endüstrinin
çıkarlarının birbirilerine nasıl bağlandığını ve rahiplerin endüstriyel
ilişkilerin içine nasıl çekildiklerini daha açıkça gözler önüne seremezdi.
Kilise adına böyle bir etkinlik, onun yoksulları yalnızca Hıristiyan
iyilikseverliğinin, sadakaların ve iyi işlerin nesnesi olarak gördüğü ve daha
iyi ücretler ve hareket özgürlüğü hakkı olan işçiler olarak görmediği için olasıydı
(79).
Buna göre rasyonalist bir dindarlık içindeki üst orta sınıfın
ve bu sınıfa ait aydın entelektüellerin Curia’nın sergilediği dünyevi güç
siyasetine bakışları nasıldı?**
Papa’nın hata yapmayacağına inanmasa bile üst burjuvazi, bir kurum olarak
Kilise’nin kusursuz olduğuna inanıyordu. Genelde, Curia ile üst orta
sınıf arasındaki dayanışma, sürekli değişen koşullar doğal olarak zaman zaman
sürtüşmelere yol açsa da her ikisinin da çıkarları açısından çok memnun edici
sonuçlar veriyordu. Üst burjuvazinin Curia ile ilişkilerindeki genel ölçüt, Guelphçilerin
sözcüsü yargıç Oddone Altoviti’nin 1285’te söylediği şu tipik sözlerden anlaşılabilir:
“Comune Florentie oportet obedire
Ecclesie Romane" (Floransa halkı Roma Kilisesi’ne uymalıdır,
Ç.N.). Kendi açısından Curia ise aşağıdan gelen etkilere karşı üst orta sınıfın
en zengin kesimine desteğini çok açıkça dile getiriyordu ama aynı zamanda
aristokratları üst burjuvazinin rejimine katmayı arzuluyordu. Bu, Papa VIII.
Boniface’nin izlediği siyasetten çok açıkça anlaşılabilir. O, 1293’te
yayınlanan demokratik Ordinamenti di Giustizia’nın alt orta sınıfa fazla hoşgörülü olduğunu
düşünüyordu. 1295’te orta sınıf ve aristokratların çıkarına yönelik
düzeltmeleri onayladı (80). Ne
var ki, çıkarlarına karşı kullanıldığında üst burjuvazi Curia’nın dünyevi
gücüne karşı ciddi bir karşıcıllık gösterebiliyordu. Ancak bunu nadiren ve
yalnızca zorunlu kaldıklarında yaptılar. Villani’nin tarihçesindeki olgulardan
da görülebileceği gibi, gerektiği zaman bu karşıcıllıklarına bir gerekçe
buluyorlardı. Curia’nın dünyevi gücüne ve siyasetine karşı Floransa
nüfusunun alt tabakalarından gelen genel olarak eleştirel – “ılımlı” Spirituallerin
yaklaşımının sürekli bir tekrarı olarak niteleyebileceğimiz - bir hava egemendi, ama sonuçta üst orta sınıf
buna başarıyla karşı koydu. Üst burjuvazi gücü tartışmasız ele
geçirdiğinde durum böyleydi ve bu tutum bu tabakanın gerçek karakteristiğiydi.
Yönetimdeki kesimlerin Curia’ya karşı davranışları üst orta
sınıfın küçük burjuvaziyle yönetimi paylaşmak zorunda kaldığı dönemlerde
değişim gösterdi. Bu durum Floransa’da 1340’lardan 1380’lere kadar kesintili
olarak sürdü. Küçük burjuvazi, ülke dışında ekonomik çıkarları olmadığından,
Curia’nın etkili misillemelerine aldırış etmeden, rahiplerin veya Curia’nın dünyevi
veya ekonomik çıkarlarına zarar verebilecek önlemler almaktan çekinmiyordu (81).
Dolayısıyla, demokratik dönemlerde kimi zaman üst
burjuvazinin önemli bir kısmı ve özellikle de burjuvazinin orta kesimleri
Curia’nın dünyevi ve ekonomik eylemlerine karşı genel eleştirel havaya
kendilerini kaptırıp düşmanca önlemler almaya karar verdiler. Yalnızca par
excellence (gerçek, Ç.N.) üst orta sınıfı temsil eden Guelpha Partisi ya da
daha doğrusu onun oligarşik üst tabakası, her zaman Curia’nın yanında yer aldı.
Curia ise, ekonomik ya da siyasi gücüne karşı gelen tüm kesimleri, üst
burjuvaziyi de katarak, Papa’ya karşı tutum aldıkları zaman sapkın olarak
niteliyordu. Bu, Curia’nın ve Fransız elçilerinin
saldırgan siyasetlerinin sonucunda çıkan ve 1374’ten 1378’e kadar süren, İtalya’da
Floransa’ya düşman güçlü bir Papalık Devleti’nin kurulmasına yol açan Papa’ya
karşı savaş sırasında meydana geldi. Üst orta sınıf kendi çıkarları
doğrultusunda bölünmüştü. Bir kısmı orta ve küçük burjuvazi ile birlikte savaşa
destek verdi. Temelde, “ulusal” savaşa karşı heyecan o denli yaygındı ki Guelpha
Partisi buna karşı çıkamadı. Avignon’daki “Fransızlaştırılmış”, “kiralık asker”
ve “aç gözlü” papalığa karşı duyulan ve o ana kadar sağduyu ile dizginlenmiş
olan hoşnutsuzluk, artık öyle bir öfkeyle patlayıvermişti ki Floransa kenti
Papalık Devleti’nin halkını ayaklandırmaktan ve “özgürlük” sloganı altında tüm İtalya’da
cumhuriyetçi kentlerden oluşan bir birlik örgütlemekten hiç çekinmedi. Papa, Floransa
resmi sözcüsü olan yönetici Salutati’yi, diğer önde gelen yargıçlarla birlikte bir
süreliğine aforoz etmişti. Ama Villani’nin zamanında, haklı ya da haksız olsun,
aforoz korkulacak bir şeyken, artık seküler ve ulusal düşünce o denli
ilerlemişti ki bu siyasi aforozları halk (82) da Floransalı din adamlarının
çoğu da pek ciddiye almıyordu. Blessed Giovanni della Celle, bu savaş sırasında
kamu görevinde olan ama bu görevde kalmasının doğru olup olmadığından emin
olamayan zengin tüccar Guido Neri’ye “il
buon stato della citta (kentin saygın konumu, Ç.N.)”nın korunması
gerektiğini yazdı ve aforozun ölümcül günahlardan biri için değilse Tanrı’nın
gözünde geçerli olmayacağını belirtti. Giovanni’nin arkadaşı, Augustinusçı
Keşişlerin Pisa bölgesi yöneticisi, kültürlü ve liberal bir rahip olan ünlü
teolog Luigi Marsigli (1330-1394), Neri’ye daha da keskin bir dille yazmıştı.
Petrarch’ın Fransızlara ve Avginonlu rahiplere karşı tüm nefretini paylaşıyordu
ve Almanlar gibi ulusal kiliseye bağlılığını duyuruyordu (83). Kent aynı
zamanda rahipleri ve Kilise mülklerini savaşın masraflarını karşılamak adına
vegilendirme cesaretini de gösterdi. Bunun sonucunda kente bir ayin yasağı
kondu. Ama Floransa’nın savaştan sorumlu olan Otto Santi (sekiz aziz, Ç.N.) adı verilen yargıçları, kilise
kapılarının kırılarak açılmasını ve ayinlerin yapılmasını emrettiler. Guelpha
Partisi ve S. Maria Novella’daki Dominikenlerle (önde gelen isimlerinden kimileri
Adimari ve Strozzi gibi Floransa’nın önemli ailelerinden geliyordu) birlikte
Papa ile Floransa arasında bir barışa arabuluculuk yapmaya çalışan St. Caterine,
din adamlarının vergilendirilmesi karşısında dehşete kapılmış ve Fransiskenleri,
dini ayinler düzenlenmesi konusunda kenti desteklemekle suçlamıştı (84). Siyasi
açıdan tümüyle Guelpha Partisi’nin yanında ve dolayısıyla nüfusun diğer tüm
kesimlerinin karşısındaydı. Ciompi
isyanının hemen öncesinde Guelpha Partisi’ne karşı gösteri yapan bir kalabalık
kendisini ölümle tehdit etmişti (85). Toplumsal çatışmalar daha keskinleştikçe
ve alt kesimlerin üstünlüğü gerçekten ele geçirebileceği korkusu doğunca, üst
orta sınıf ve rahiplerin önemli bir kısmı barış yandaşı oldu. En sonunda barış,
Guelpha Partisi’ne düşman olmakla birlikte, Papalıktan mali çıkarları olan ve
yasak sırasında ekonomik olarak zarara uğrayan üst burjuvazinin bu kesiminin
arabuluculuğu sayesinde sağlandı.
Üst orta sınıf entelektüellerinin bu dönemde dini tutumu
üzerine birkaç söz söylemek gerekir. Siyasi konum nedeniyle Salutati’nin
seküler ve ulusal görüşleri geçici olarak Curia ile ters düşmüş olabilir ama
din ile böylesi bir çatışma olmamıştır. Salutati ve Marsigli’nin çevresindekilerin
dindarlığı özellikle kuşkuluydu. Marsigli, aydınlanmacılığı ile bilinen,
Salutati’yi de kapsayan en önemli Floransalı entelektüellerin, felsefe
sorunlarını tartıştığı S. Spirito manastırında akademinin başındaydı. Marsigli
Floransa'da en bilgili kişi, en önemli teolog (86) ve etkili bir popüler vaiz
olarak kabul edilirdi. Salutati de, dine en sonunda boyun eğdiren, tüm 14.
yüzyıl boyunca olağanüstü artmış klasik antik dönem bilgisini de içeren seküler
düşüncenin ölçüsünün iyi bir örneğidir. Bu, S. Spirito entelektüel çevresinin
kuruluşunu sağlayan Petrarch için de geçerlidir. Salutati hümanizm düşmanı
Dominiken Dominici’ye karşı bir tartışma sürdürürken el kitabının başlangıcında,
savlarında Hristiyan inancına karşıt olabilecek herşeyden önceden vazgeçmişti-
bu sözünden geri dönme değildi, gerçek bir inanç söylemiydi.
15. yüzyıl başında yönetimi tamamen elinde tutan üst orta
sınıfın, Curia’nın seküler siyasetine yaklaşımını artık değerlendirebiliriz. Entelektüelleri
(Bruni) aracılığıyla Bölünme’nin sona ermesi için olası herşeyi yaptılar, çünkü
bölünmüş bir Kilise, bölünmüş otoritesiyle onların ticari ilişkilerine zarar
veriyordu (87). Papalık'ın İtalya'ya dönüşü ve Fransız etkisinden uzaklaşması
Floransa için ekonomik açıdan yararlı olsa da iki karşıt Papa'nın varlığı bu
yararı ortadan kaldırıyordu. Ruhban sınıfı ve kent üniversitesinin uzman
görüşünün gücüne dayanarak üst orta sınıf, 1408'de, Floransa'nın yeni işgal
ettiği Pisa'da bir Konsey toplanmasını sağladı (88). Floransa desteğiyle
toplanan bu Konseyi Floransa üst orta sınıfı, 30 yıl önce Papa’ya karşı
açtıkları savaş sonrası bir tür zarar karşılama olarak değerlendirdi (89). Pisa
Konseyi, iki rakip Papa’yı sapkınlık nedeniyle görevden alarak ve yeni tek bir
papa seçerek Bölünme’yi sonlandırmak için uğraştı. Konsey’in seçtiği Papa V.
Alexander ve onun vahşi ardılı XXIII. John (90), Floransa üst sınıfı ile yakın
dayanışma içindeydi. XXIII. John da Bölünme’yi kesin olarak sonlandıramayınca
tek Papalık isteyen Floransalılar, Constance’de toplanan (1414-18) yeni bir
Konsey planını desteklediler. Bu Konsey’de Floransa üst burjuvazisi, ruhban
sınıfı ve entelektüelleri (Bruni ve Poggio Papa’nın sekreterleriydi) ile şansı
parlak olduğu sürece önce XXIII. John’u desteklediler ancak o görevden alınınca
desteklerini yeni papa V. Martin’e aktardılar (91). Floransa piskoposluğunu
başpiskoposluk yapan (1420) bu Papa da Floransa ve Curia arasında bir dayanışma
oluşturdu. Bu dayanışma Floransa üst orta sınıf üyelerinin, örneğin
Medici’lerin, papalık bankerleri olduğı sürece korundu. Floransa artık bir tür
ikinci Papalık kentiydi. Roma’da tehdit edici tehlike bulunduğunda Papaların
uzun süre kaldığı güçlü bir iç kaleydi. Her zaman Curia ve kent arasında önemli
bir bağ oluşturmuş Dominikenlerin S. Maria Novella’da sağladığı yere o dönemde
yerleşmeleri anlamlıdır. Roma’da huzursuzluk sürerken Floransa V. Martin’e
konukseverlik gösterdi (Bruni bu dönemde Papa ve Floransa arasında bağlantıyı
sağladı). Aynı durum 1437’de Floransa’ya gelen onun ardılı IV. Eugenis için de
geçerlidir. 1434’te IV. Eugenis, kendi bankeri Cosimo de’ Medici’nin geri
çağrılmasında aracılık etmişti. Floransa üst burjuvazisinin Basel Konseyi’ne
(1431-44) yaklaşımı çok karakteristiktir. Daha önce Konseyler, Floransa’nın
yararına olan Kilise’nin birliğini geri sağlamak için toplandığında, Floransa bu
konseylerin gücünü artırmaktan yanaydı ve dolayısıyla konsey ile ilgili kuramı
destekledi. Ancak Kilise’nin birliği geri sağlanınca ve Kuzey Devletleri
gerçekte güçlerini Papa’ya karşı kullanıp Kilise’yi demokratlaştırmaya
çalışarak konsey ile ilgili kuramı uygulamaya dönüştürünce Floransa üst orta
sınıfı şiddetle Konseylere ve “yabancı” konsey ile ilgili kurama karşı durdu,
Papa’yı Kuzey Devletleri’ne direnirken destekledi. Sıradan doktorların görev
alma hakkı olduğu Basel Konseyi, Pisa ve Constance Konseyleri’ne karşıt olarak
gerçekten demokratikti. Konsey, Papa’ya yıllık ödenen kilise vergisini
kaldırmak istiyordu. Papa’nın bankerleri olan Floransa üst burjuvazisi doğal
olarak bu öneriye kızmıştı. Curia’nın bir memuru olan Poggio, olağan
kuşkuculuğu ve kendini beğenmişliğine karşın aynı derecede kızgındı çünkü
çıkarlar gerçekten tehlikedeydi. Camaldolensian Mezhebi Lideri, Konsey’de Papa
elçisi olan Floransalı Ambrogio Traversari, İmparatora yazdığı bir mektupta bu
dönemde Floransa üst orta sınıfının demokrasi uygulaması konusundaki gerçek
görüşünü, açıkça Konseyi onaylamadığını çünkü rahiplerden değil ruhban
sınıfının alt tabakasından oluştuğunu (92) söyleyerek gösterdi. Onlarla ilgili
olarak “deli suçlular çetesi” dedi.
Tüm bu ayrıntılar bize gösteriyor ki farklı tabakaların dini
duygularının farklı biçimleri, Curia’ya yaklaşımları, kilise ile ilgili
sorunlar, ekonomik ve siyasi çıkarlar birbiriyle iç içe geçmiştir ve ancak bu
ilişki bağlamında ve verilmiş olan tarihsel koşullar çerçevesinde
anlaşılabilir. Görmüş olduğumuz gibi 15. yüzyılın başında dini aldırışsızlığın
en yüksek olduğu dönemde oligarşik üst orta sınıf ve onun en ilerici entelektüelleri,
kişisel çıkarlarının kolay anlaşılır güdüsüyle Curia’nın seküler gücünü
artırmak için olası herşeyi yaptılar. İlişkileri daha yakın olamazdı. Ancak
1370’ler gibi bir dönemde, zayıf düşmüş orta sınıf demokratik alt orta sınıfa
yaklaştığında ve daha yoğun dini duygulardan yana iken, önde gelen
entelektüelleri dini sorunlarla yakından ilgilenirken, Papa’yla savaşa
giriştiler. Tamamen karşıt bu iki konum üst burjuvazinin dine karşı tutumunu ve
kiliseyle ilgili siyasetini karakterize eder.
Küçük burjuvazi, zanaatçılar ve işçilerin dini duyguları,
gücü az ya da çok sürekli elinde tutan üst orta sınıftan çok farklı bir
türdeydi. Daha cahil, daha az kültürlü, daha az hesapçı, daha edilgendiler.
Gereksinim ve arzularını yalnızca dini biçimde gösterebildiler. Dini sorunlara
üst burjuvaziye göre daha büyük önem verdiler. Aynı zamanda mucizelere en basit
biçimde inandılar.
Görmüş olduğumuz gibi tarikat bağlantıları, Spirituallerde daha
sonraları ve artarak, Fraticelli’de en sonunda ve özellikle alt kesimlerden
kaynaklanıyordu. Buna karşın, yaklaşık 13. yüzyılın ikinci yarısında, bu
tabakalarda Kiliseye karşı açık düşmanlık giderek azaldı. Ruhban sınıfının,
özellikle de Dilenciler’in aşırı yolsuzluk ve ticaret yeteneği karşısında hayal
kırıklığına uğrasalar da, Tanrı’nın izinde içtenlikle gerçeği arayanlar genellikle,
sakin dönemde daha belirgin olmak üzere, Kilise ve dilenci rahiplerin inanç
adına kendilerine öğrettiği herşeyi sorgusuz kabul ettiler. Dolayısıyla alt
kesimler arasında Kilise’nin ekonomik etkinlikleri ve ruhban sınıfının geçici
ayrıcalıklarına karşı bir eleştirel tutum her zaman vardı. Yokluk, kıtlık,
veba, özellikle de toplumsal çatışma dönemlerinde bu tabakaların özellikle de
en yoksul kesimlerin yoğun dini duyguları coşkun bir aşamaya yükselebiliyordu.
Dini esrime, ekonomik ve siyasi istekler birbirine karışmıştı. İlk Dini
Metinler, Fioreli Joachim’le birlikte yaygınlaşan Mesih’le ilgili önbililerdeki
saf dini eşitlik, kimi zaman demokrasi ve siyaset terimlerine çevriliyordu. Bu
demokratik düşünceler ve önbilileri, Dini Metin, – özellikle baskıdan söz
edildiğinde – Tevrat ve Kıyamet (İncil’in son bölümü; Ç.N.) uzmanları da kabul
ettiler (93). Bu önbililerin belirsizliği, zor sembolizmi, – Kıyamet, farklı
yorumlara açık olduğu için en gözde kaynaktı – kolay heyecanlanan, herşeyi
olduğu gibi kabul eden, sembolik terimlerle, dış benzerlikle düşünen bu tabakalara
kendini kabul ettirdi.
Avrupa’nın daha iyi yaşam ölçütleri için savaşan tüm
ezilenleri gibi alt kesimler, özellikle ciompi, kendilerine “Tanrı’nın
halkı” diyorlardı. 1378’de ciompi’nin üç yeni loncası, boyacılar ve
gömlek yapımcıları, büyük ve küçük loncalara karşı üçüncü bir etmen olarak
resmi belgelerde bile “Popolo di Dio (Tanrı’nın halkı; Ç.N.)” ortak ismi
ile anılıyorlardı. Dolayısıyla yoksullar kendilerini Tanrı’nın özel koruması
altına yerleştirdiler. Kendilerini önemseyecek bir Tanrı istediler (94).
Ciompi içinde kesinlikle çok sayıda
Fraticelli üyesi olmasına karşın, bunların büyük çoğunluğu - temelde Floransa
halkının en yoksulları - resmi Kilise'ye 1378'deki devrimci durumda bile
düşmanca yaklaşmıyordu. Ayaklanmadan kısa süre önce, kendi rahiplerini
seçtikleri, Otto di S. Maria Novella
dedikleri S. Maria Novella Dominken manastırına yerleşmeleri anlamlıdır. Daha
da anlamlı olan, dindar keşiş manastır rahibinden, zor dönemlerinde kendilerine
öğütler vermelerini istemeleridir – yani, doğru siyasi öğütler (95).
Yoksullar arasında yalnızca entelektüel anlamda hazır
olanlar, resmi Fransiskenlerden ayrılan radikal keşişleri, Fraticelli della Povertá
(Yoksulluğun Fraticelli’si, Ç.N.) olarak bilinen Fraticelli’yi desteklediler. Papa
XXII. John’un İsa’nın yoksul olduğunu kabul etmeyen hükmünden sonra Fraticelli
tüm Papaları ve onların kutsadığı tüm rahipleri sapkın olarak değerlendirdi. Kilise’nin
mutlakiyetine karşıydılar. Onlara göre Kilise, ilk Kilise gibi mülk
edinememeliydi. Dini olmayan kuralları sürdürmeyecek bir Papa’nın gelmesini
beklediler ve kendi mezheplerini tek gerçek Kilise, kendi rahiplerini tek
gerçek rahipler olarak kabul ettiler. En güçlü oldukları yerler Marches ve
Umbria’ydı. Gezgin rahipleri tüm ülkede misyonerlik gezilerine çıkıyordu ve
yandaşlarına uygun evlerde gizli hizmetler sunuyorlardı. Merkezlerinden biri
doğal olarak, alt orta sınıfın yoksullaştığı, işçilerin hiçbir hakkının
bulunmadığı Floransa idi (96). Gerçekleşmesinden on yıl önce ciompi
ayaklanmasını bildiren önbililer bile – iyi yönde kestirimde bulunmuş olsalar
da – vardı. Açıktı ki bu kestirimde bulunan bir Fraticelli’ydi. Gerçekte
Fraticelli’nin kısa süre öncesinde yaptığı bu önbililerin ayaklanmaya çok
katkısı oldu (97). Öncesindeki demokratik dönemde Fraticelli çok az eziyet
gördü. Ancak 1382’de küçük burjuvazinin siyasetten kesin olarak
uzaklaştırılışının hemen ardından, üst orta sınıf tepkisi ortaya çıktığında bir
kent yasası ile Fraticelli görüşlerini yayan herkese ölüm cezası getirildi ve
hızlıca sapkınlara yönelik işkencelere başlandı. Bu yasa ile engizisyoncular
Fraticelli’nin en sevilen gezgin rahiplerinden biri olan, Floransa’ya,
itiraflarını duymak istediklerini gerekçe gösteren, Fransiskenlerin
yönlendirdiği kadın Tertiariler aracılığıyla gelen, Fra Michele da Calci’yi, dikbaşlı
bir sapkın olduğu savıyla yaktılar. Fraticellilerden birinin yazdığı Storia
di Fra Michele Minorita, onun ölümünü, İsa’nın çilesini ve çarmıha
gerilmeden önceki dönemini anlatan Passion veya ilkel Hristiyanlık şehitlerini
betimleyen dini öykülerin basit, doğrudan, popüler biçeminde anlatır. 1400
yılında Floransa’da Fraticelli’ler hala yakılıyordu. Kentin 1415 yılı
yasalarından birinde Fraticelli ile ilgili şöyle bir söylem bulunmaktaydı:
“dinine sadık Floransa kentine Şeytan’ın yönlendirdikleri”.
Açık sapkınlık, sapkın Fraticelli’ye bağlılık, bu dönemde alt
orta sınıf için her zaman bir örtük olasılık, bir yerde son çare olarak kaldı. Toplumun
bu kesiminde kentlerden uzakta, mülkü olmadan, otoritenin baskısından
olabildiğince kaçınarak, keşiş gibi tek başına, saf dini bir yaşam sürerek geçimini sağlayanlar vardı. Özellikle
12. ve 13. yüzyılların sık rastlanan kişilikleri olan keşişler, kutsal
yaşamlarını herkesin gözü önünde sürdürdüler, dolayısıyla manastırında
gözlerden uzakta yaşayan rahiplerden çok daha fazla popülerdiler (98). Ancak
bağımsız yaşamlar süren, herhangi bir Mezhebin katı kurallarına bağlı olmayan,
yalnızca kendi rahiplerinin disiplinini izleyen bu keşişler örgütünü, Kilise
giderek artan biçimde kısıtlıyordu (99). 14. yüzyılda Kilise’nin tanıdığı,
dinine bağlı olduğu varsayılan Fraticelli üyesi sayıca çok azdı. Küçük
burjuvazi arasında Observant hareketinin yaygınlaşması şaşırtıcı değildi çünkü
katı bir kilise çerçevesi içinden bile olsa vita contemplativa (dini
düşüncelere dalarak yaşama; Ç.N.) idealini belli bir düzeyde kapsıyordu.
Küçük burjuvazinin genel tinsel durumu, özellikle yoksulluk
veya kimi zaman heyecanlandıran pişmanlık vaazları ile edilgenlikten ani dini
coşku patlamalarına geçiş olarak kendini gösterir (100). Çünkü bu tabakada
kısmen gizli olsa da mistisizme karşı süreklilik gösteren bir eğilim vardır. Eleştirel
olmayan, pragmatik olmayan, tutucu düşünce yapısıyla, Kilise duaları ve İncil
dilinin vurguladığı çok eski sembolik ve alegorik düşünme yöntemine, ister
Spritualler ister resmi Kilise etki etsin, doğal bir yatkınlık gösterir. Kilise
bu mistisizmi, kendisine en ağır hasarı vermeden tam olarak ortadan
kaldıramayacağı için onu resmi, tutucu dini düşüncenin sembolik ve alegorik,
formalistik ve arkitektonik (kuralcı; Ç.N) çizgisine yönlendirdi. Sprituallerin
İncil yorumlarındaki tutkulu, heyecanlandıran, anlaşılması güç sembolizme
karşıt olarak Kilise’nin zorlama sembolizmi daha açık seçiklik izlenimi yarattı
ve kesinlikle daha sistematik, daha bütünsel, daha ayrıntılıydı. Bu, skolastik
sınıflandırma ve ayrımlarıyla, sayısal benzerliğe dayanan savlarıyla resmi vaazlarda, özellikle
Dominikenlerde egemen duruma geldi (101). İncil’in bu alegorik yorumu ile alt
tabakaya katı kilise teolojisi aşılanmıştı. Bu yolla mistisizm tehlikeli
olasılıklarından yoksun bırakılmış ve ona edilgen, katı, siyasi açıdan zararsız
bir karakter verilmişti.
* Peter Waldo’nun izleyicileri, Waldenses mezhebi üyeleri. Özel
mülkiyeti bırakıp çileci bir yaşam sürdüler.
** Bu ilişkinin varsayılan çok farklı biçimlerinin, Floransa
burjuvazisinin farklı kesimlerinin düşünce yapısına, dine, Kiliseye ve Papa’ya
yaklaşımlarına bir iç görü sağlayan özel tarihi konumlarına bir örnek. Dolayısıyla
bu konumları ayrıntılı incelememiz gerekir.
NOTLAR:
1- Ayrıca kentteki devrimci eğilimlerden etkilenmiş yoksul
köylüler.
2- Bkz. G. Volpe (Movimenti
Religiosi e Sette ereticalli nella Societa medievale italiana, Floransa,
1922) ve E. Troeltsch (Social Teaching of
the Christian Churches). Troeltsch, Yeni Ahit'in farklı ögelerine vurgu
yönünde süregiden değişimin, demokratik-bireysel ve sosyalist-komünist
düşünceleri Hristiyan öğretisi çerçevesinde olası duruma getirdiğini
göstermiştir.
3- En yüksek döneminde, 13. yüzyılın ortalarından 3 nesil
önceki süreçte, Avrupa'da mezheplere üyelik yaklaşık 3,5 milyon gibi çok yüksek
bir rakama ulaşmıştı. Bunun yarısından çoğu Kuzey ve Orta İtalya'dandı.
4- Bu geçiş dönemlerini ayrıntılı bir incelemesi için bkz.
Volpe, a.g.e.
5- Dağılma sürecindeki aristokrasi, o dönemde ekonomik ve
siyasi nedenlerle Kilise'ye karşı çıkıyordu. Buna bağlı olarak Floransa'da,
genel anlamda yaklaşık 13. yüzyılın ortalarında, bir kısmı tanrıtanımazların
yanında yer aldı. Ghibelline aristokrasisinin daha kültürlü kesimi II.
Frederick sonrası, büyük oranda tanrıtanımazdı ya da bu erken dönemde
tanrıtanımazları desteklediler çünkü çok inançlı olan yoksul sınıflara göre
daha az inançlıydılar.
6- Genel olarak mezhepler dünyevi sorunlara sırtlarını
dönerken ve bir kısmı, özellikle Waldenses ve onları destekleyenler ticareti
günah olarak değerlendirirken, içlerinde tüccarlar bulunan Cathari, maddi
dünyadan kaçınma düşüncesine farklı bir eğilim gösterdi: Dünyayı şeytan
yarattığı için dünyada olup bitenler ilgilenmeye değmez sorunlardır ve ticaret
ile birlikte faizciliğe de izin verilebilir. Bu yolla dini savlar, ekonomik
alanda Kilise'ye üstün gelmek için kullanıldı. Cathari'ye üye tüccarlar iş
yolculukları sırasında düşüncelerini yaydılar. Floransa'da 12. yüzyılda ve 13.
yüzyılın ilk yarısında orta sınıf, genel olarak tanrıtanımazlara herhangi bir
zulme karşıydı, çünkü onlar çalışkandı, kuralcı ve ağırbaşlı yaşam
sürüyorlardı. Bkz. Volpe ve Engel-Janosi a.g.e.; ayrıca Engel-Janosi, "Die
soziale Haltung der italienischen Heretiker" (Vierteljahrschr. für Sozial-und Wirtschaftgesch. XXV 1931).
7- W. Goetz, "Franz von Assisi und die Entwicklung der
mittelalterlichen Religiosität " (Archiv.
für Kulturgesch. XIII, 1927).
8- Bütünsel tartışma için bkz. H. Thode, Franz von Assisi und die Anfänge der Renaissance in Italien (Berlin,
1904).
9- Kimi durumlarda zengin burjuvazinin bireysel üyelerinin
zenginlik günahının karşılanması için yoksulluğu seçişi, zenginler ve yoksullar
arasında birdenbire ortaya çıkan farklılıkları içeren bu geçiş döneminin
karakteristiğidir. St. Francis'in kendisi Assisi'de zengin bir kumaşçının
oğluydu. Poor Clares kadın rahibeler tarikatının kurucusu St. Clare, aynı kentten
aristokratik bir aileden geliyordu. Lyons'un kurucusu Peter Waldo, gerçekte
zengin bir tüccardı.
10- Onu izleyenlere "St. Francis'in Poverelli"si
deniyordu. Farklı ülke ve bölgelerdeki erken dönem tarikatlar da benzer biçimde
"Lyons'un Yoksulları", "Lombardy'nin Yoksulları” adını
taşıyordu. Fransisken Mezhebi'ne, bir süre sonra yoksul ve alçakgönüllü
yaşamlarına gönderme yapan önceki adlandırmalara benzer biçimde (Üyeleri, gri
elbise ve sandalet giyen rahiplerdi; Ç.N.) "Fratres Minores" resmi
adı verildi.
11- Troeltsch, a.g.e.
12- Onay veren III. Innocent, Conti’li zengin ve aristokratik
bir aileden geliyordu. 1204’te Floransalılar onu kızdırdıklarında en uygun
elçileri olarak gördükleri banker Lamberti’yi onun gönlünü alması için
seçtiler.
13- Konu ile ilgili kaynakçalarda çok tartışma vardır ve
sonunda ayrıntılar üzerinde uzlaşıldığı kuşkuludur. Bundan farklı bir görüşü şurada
bulabilirsiniz: W. Goetz, “Die ursprünglichen Ideale des hl. Franz von Assisi”
(Hist. Vierteljahrsschr. VI).
14- Eski dönemlerdeki aristokratik Mezheplerde, özellikle
Benedictine Mezhep’inde, keşişlere ek olarak ağır el işlerini yapmakla görevli
daha alt konumda halktan kişiler vardı. Benedictine alt dalı olan Vallombrosan
Mezhep’inde keşişlerin el işi yapması, derin düşüncelere katıksız dalabilmeleri
için kesin olarak yasaklanmıştı.
15- Mezhep’in mülk edinmesinin ilkesel olarak yadsınması
ancak gerçekte sürdürülmesinin çok karmaşık ve sürekli değişen yöntemlerini
burada ayrıntılı olarak değerlendiremeyiz. Bkz. K. Balthasar, Geschichte des
Armutsstreites beim Franziskanorden (Münster, 1911).
16- Daha sonra reforme edilmiş Benedictine Mezhep’i
başrahibi.
17- Tarihle ilgili farklı bildirimler vardır.
18- Ayrıntılar için bkz. E. Benz, Ecclesia Spiritualis
(Stuttgart, 1934) ve A. Dempf Sacrum
Imperium (Münih, 1929).
19- Dante’nin bu dönemde onun derslerine katılmış olması
olasıdır. Floransalı Tertiariler Ubertino’nun gözetiminde İsa’nın Acı’sını,
onun yaralarından akan kanı içtiklerini düşünerek yoğun fiziksel paylaşımla
deneyimlediler. Floransa’nın en zengin banker ailelerinden biri olan Cerchi
üyelerinden Blessed Humiliana (1219-46) da Tertiari’ydi. Ailesi zemin katta onun
faizcilik ve bankacılık işlerini yürütürken o üst katta abartılı bir
çilecilikle kendine öldüresiye işkence ediyordu. Yoksullara vermesin diye para
almasına izin verilmiyordu. Humiliana’nın mucizeleri arasında, Kilise’yi
destekleyen Guelph’leri Ghibelline’lerin zulmünden kurtarmak da vardı. Bkz.
Davidsohn, a.g.e.
20- Spiritueller’den bir küme, Papa’nın dünyevi gücünü kırmak
için İmparator’un yanında durdu. Genel anlamda Kilise ve Ghibelline’ler gibi
üst burjuvazi Spiritueller’i sapkın olarak gördüler. Kimi zaman üst orta
sınıfın déclassé (üst sınıf, Ç.N.) üyeleri Joachim’in önbililerine
Ghibelline yorumu kattılar. Dante buna bir örnektir (onun görüşlerinin ılımlı Spirituellerinkilerle
benzerliği için bkz. F: Tocco, Quel che non ć é nella Divina Commedia,
Bologna,1899). Bir süre Rienzo da Joachimci Spiritueller’den etkilendi. Spiritueller’in
erken dönem topluluklarına (toplumsal sorunların yalnızca arka planda var
olduğu) karşı, kuzey İtalya’da Fra Dolcino’nun önderlik ettiği yoksul
ayaklanmasında olduğu gibi (yaklaşık 1305-7), toplumsal bir reform programı
daha büyük ve daha etkin rol aldığında Papa’nın duyurduğu bir din savaşıyla tüm
mezhebin kökü ateş ve kılıçla kazındı. Floransa’da da mezhep yandaşları
yakıldı.
21- Papa VIII. Boniface, İsa’nın yoksulluk tutkusu üzerine
şiir de yazmış olan Spirituel ünlü şair Jacopone da Todi’yi (1230-1306) hapse
attırmıştı. Öncülü, “dünyanın gidişi konusundaki cehaleti” nedeniyle emekliliğe
zorlanmış (1294), Spiritueller’le dostça ilişkiler kurmuş, eski bir keşiş olan
Papa V. Celestine’in ardından en sonunda Spirituelleri bastıran Papa da VIII.
Boniface idi. VIII. Boniface, Spiritueller’e St. Francis’in özgün Tüzük’ünü
kimi dini törenlerinde uygulama izni vermişti.
22- Aynı Papa’nın papalık maddi durumunu büyük vergi
reformları (bkz. Bölüm 1, Not 19) ve Floransalı bankerlerin yardımıyla yeni ve
güvenli bir dayanağa bağlaması anlamlıdır.
Floransa altın madeni para modeli ile basıtırdığı Papalık altın florini vardı. Papa’nın
kendisi Fransız bankacılığının ana merkezlerinden biri olan Cahors’dan zengin
bir burjuva aileden geliyordu.
23- Aquinalı bu görüş için önceden yolu açmıştı.
24- Spiritueller ile Fraticelli arasına kesin bir çizgi
çizmek olanaksızdır çünkü Fraticelli gerçekte Spiritueller’in devamıdır. Bkz.
F. Ehrle, “Die Spiritualen, ihr Verhältnis zum Franziskanerorden und zu den
Fraticellen” (Archiv für Literatur- und Kirchengesch. des Mittelalters
III-IV, 1887-88).
25- Ehrle, a.g.e.
26- Aslında, Vallombrosa manastırında dini derin düşünceler
içinde bir yaşam sürmek için S. Trinita’daki başrahiplik görevinden istifa
etti.
27- O. Hüttebräuker, Der Minoritenorden zur Zeit des
grossen Schismas (Berlin, 1893).
28- St. Dominic 1219’da Floransa’daydı.
29- 13. yüzyılın sonu ve 14. yüzyılın başında Dominikenlerde
de Spirituel hareket vardı.
30- Bkz. Bölüm 3.C Dini Resim.
31- 1292'de engizisyoncular, sapkınların mülklerinden el
koyarak sahiplendikleri taşınmaz mallarının üçte birinde Fransisken Mezhebi
adına yatırım yapma hakkı kazandılar. Engizisyon'un açgözlülüğü,
engizisyoncuların, gerçek inancı zırh ve kılıçla savunma gerekçesiyle
silahlarıyla gösteriş yapmak isteyenlere silah taşıma lisansı satmasında
görülebilir. Bkz. Davidsohn, a.g.e.
32- Dominikenler'in de Fransiskenlere benzer biçimde kendi
Tertiarileri vardı.
33- Bu, Villani'nin Tarihçe'sinde açıktır.
34- Dilenci Mezhepleri ortaya çıktıktan sonra, İtalya’da,
kuzey ülkeleri ve özellikle Paris Üniversitesi’ne göre daha az oranda olmasına
karşın, teolojik düşünce alanındaki gelişmenin büyük kısmını gerçekleştirdiler.
Bu teologlardan yalnızca birkaçı – ancak bunlar çok önemliydiler (Aquinalı,
Bonaventura) – İtalyandı. Belli ölçüde burjuvalaşmış olan İtalya, Kilise
öğretisinin özel gelişimine belirli bir ilgi göstermedi çünkü Curia’ya bağımlı
İtalyan burjuvazisinin, Kilise öğretisini sadık biçimde kabullenmesi doğaldı.
35- Spiritueller,
yoksullar ve eğitimsiz küçük burjuvaların entelektüel temsilcileri durumuna
geldikçe, St. Francis’ten destekleyici alıntılarla her tür teolojik bilgi ve
genel olarak akla karşı oldular (Jacopone da Todi, Ubertino da Casale). Her
durumda, aşırı “rasyonalist” Aristotelesçi teolojiye karşıydılar. Aşırı uçtaki Spiritueller
kendilerini kesinlikle cehaletten yana olarak duyurmuşlardı (ayrıca bkz. Bölüm
4, Not 6).
36- Troeltsch (a.g.e.), mezheplerin toplumsal sistemi ve
dışsal organize birliği ile skolastik düşüncenin birbirini karşılıklı olarak
koşullandırdığını doğru olarak gözlemlemiştir.
37- Troeltsch, a.g.e.
38- Bonaventura’daki bu bölümlerin yorumu ile ilgili görüşler
ayrılmaktaydı. Bkz. F. Glaser, “Die franziskanische Bewegung” (Münchener
volkswirthschaftl. Studien, 1903) ve Schreiber, a.g.e.
39- Örneğin daha sonra Sienalı St. Bernardino bir Scotist idi
ama teolojik sorunlar üzerine söyleyecek pek bir şeyi olmaması anlamlıdır.
40- Dönemin en rasyonalist Papası, üst burjuvaziye çok yakın
XXII. John’un, onun erken dönemdeki farklı hükümlerini Kilise’nin görmezden
gelmesinden sonra, Aquinalı’yı aziz olarak kutsaması yalnızca bir rastlantı
değildir.
41- Teoloji öğretmeni Fra Remigio de’ Girolami Mezhep’in bu
okulunu büyüttü ve erişilebilirliğini artırdı. Böylelikle Dante, Remigio’nun
bir öğrencisi oldu ve onun gözetiminde Thomist felsefe çalıştı.
42- Spirituellerle çekişmede ezilen S. Croce Üniversitesi, S.
Maria Novella’ya göre çok daha az önemliydi.
43- Günahlardan Arınmış Doğum tartışmasında Fransiskenler
zaman sürecinde (14-15. yüzyıllar) Dominikenlere üstün geldiler. Öğretiyi
savunan Fransiskenler popüler mistik bakış açısını temsil etti. Diğer yandan
Dominikenler rasyonalist bir konum aldılar.
44- Eğitilmiş Augustinusçu rahiplerin Aegidian Öğretisi
(Mezhep Yöneticisi Aegidius Romanus’dan sonra, 1247-1316) olarak bilinen resmi
teolojisi, Dominikenlerin Thomizmi ile ilişkiliydi, temelde eski Fransisken
okulundan ögelerle birlikte bir tür eklektik Thomizm’di.
45- Bireyselciliği feodal-aristokratik ve burjuva ögeler
içeren Petrarch, dilenciler yerine eskiye, toplumsal konumu üstte olan çileci
Mezheplere eğilim gösterdi. Bir keşişin entelektüel anlamda yetersiz ve fazla
demokratik (De Vita solitaria) bulduğu ıssızlıktaki yaşamı yerine
bireysel-hümanist anlamda yalnızlığı seçti.
46- Humiliati hareketi köken olarak yüksek olasılıkla
sapkındı.
47- Bu tinsel şövalyelik Mezheplerinin ortaya çıkarılışı Kilise’nin
kahramanlığı hristiyanlaştırma ve aristokratik yaşamı dinselleştirme
uğraşlarının yalnızca bir yoluydu. Diğer yandan feodal-askeri ahlak kurallarına
dokunmadılar.
48- Yaşamın büyük kısmı kilisede geçiyordu. Floransa’da
nikahlar vaftizci St. John şölenine denk gelmesi için genellikle Haziran sonuna
kadar erteleniyordu. Paskalya öncesi Kutsal Hafta’da Cumartesi günü 5500-6000
çocuk vaftiz edilirdi (14. yüzyıl sonu rakamları). İş notlarını da içeren tüm
mektuplar dini kurallarla doluydu. Örneğin Peruzzi’nin iş defterleri İsa,
Meryem ve tüm azizlerin isimleri ile Peruzzi’nin kutsal onur ve şeref
kazandırmayan hiçbir şey yapmaması için bir şükran duası ile başlardı. İpek
tüccarı ve tarihçi Goro Dati (1362-1435) de Ricordi yapıtında 5
çocuğunun ölü doğmasına karşılık şunu yazar: “Tanrı’nın isteği yerine gelir”.
49- L. Marenco, L’Oratoria sacra italiana nel Medioevo
(Savona, 1900) ve A. Galletti, L’Eloquenza (Milano, 1904-09).
50- Galletti, “Fra Giordano da Pisa” (Giornale Storico
della Letteratura italiana, XXXI, 1898).
51- Felsefi Realizm ve sembolik düşünce arasındaki çok önemli
ilişki ile ilgili bkz. J. Huizinga, The
Waning of the Middle Ages (İng. çev. Londra, 1929).
52- Bu Observant vaizler esas olarak dini yaşamın
yüzeyselliğine yönelmişti, Kilise ve manastır yaşamı için reform (bir bakıma
Curia'nın yararına) istiyorlardı. Sapkınlara ve aynı zamanda - en azından
görünüşte - faizciliğe saldırdılar (bkz. Bölüm 1). Bkz. H. Hefele, Der Hl. Bernhardin von Siena und die
Franziskanische Wanderpredigt in Italien während des 15. Jahrhunderts
(Freiburg, 1912). Sienalı St. Bernardino'nun vahiyle ilgili, neredeyse
Joachimist tonda verdiği vaazlar - kiliseye özgü ağır tinsellik içermelerine ve
yaşamı kesin biçimde olumlayıcı tutumlarına karşın - Floransa için pek olağan
değildi. Bu Fransisken Observantlarının temel etkinlik alanı, Floransa'dan çok
küçük burjuva Siena ve Umbria idi. Bu tür vaazların nasıl kolaylıkla siyasi
bakış açısı kazanabileceği daha sonra Floransa'da Savonarola olgusunda
görülmüştür.
53- Volpe, a.g.e.
54- Özel bir Compagnia türü, Laudesi de akşamları kiliselerde Bakire Meryem’i öven ilahiler
söylemek için Floransa’da St. Peter Martyr’in öncülüğünde kurulmuştu ve S.
Novella ile bağlantılıydı.
55- Davidsohn, a.g.e.
56- Şair Francesco Sacchetti’nin Sposizioni di Vangeli yapıtını
– kendisiyle savaşan dini düşünce yapısının önemli bir örneği - ciompi
ayaklanmasından kısa bir süre sonra, alt orta sınıf etkisinin henüz sürdüğü
dönemde yazmış olması anlamlıdır. Başlangıç noktası olarak Gospellerden ( dini günlerde İsa'yı öven, Tanrı'ya edilen dualar, Ç.N.)
bölümleri alan Sacchetti, büyük bir dini inançla günlük yaşamda
bulunçla ilgili tartışmalı olguları çözmeye çalıştı. Beklenebileceği üzere,
sembolizm burada kılgısal gerçeklik duyusuyla karışıktır. Bkz. B. Croce,
"Il Boccaccio e Sacchetti" (Critica,
XXXI 1931).
57- Yaklaşık 13. yüzyıl ortalarında İncil'in çok sayıda
İtalyanca çevirisi yapılmıştı. Bunlar çoğunlukla Toscana'da okunuyordu,
kesinlikle sapkın ve erken dilencilik hareketleriyle bağlantılıydı. İncil'in
birçok el yazmasını uzman kişiler değil orta sınıf üyeleri yazmıştı. Halk
genelde İncil'in bütününün İtalyanca çevirilerini bilmiyordu, ancak kimi
bölümlerini öğrenmişti. Villani Tarihçesi, Gospeller dışında onun bile
Tevrat'ın ancak belli bölümlerini (Pentateuch'un ilk dört kitabı, Kings,
Maccabees, 'Psalm'lar, 'Proverb'ler) bildiğini ortaya çıkarır.
58- Ancak din ve bilimin karışımı olan, klasik eğitim ve Arap
etkisindeki eğitimin etkisinde bir tür sekülarizasyonu ve dinin bilimsel
dönüşümünü temsil eden astrolojiye karşı değillerdi. Değerlendirdiğimiz dönemde
astroloji kılgısal açıdan her tür dini duygu ile uyumluydu. her kesimden ve her
meslekten herkes burç ve geleceği görmeye inanıyordu. Herkes boş inançlıydı.
Ruhban sınıfı ikinci bir meslek olarak sıklıkla büyücülük ve falcılıkla uğraştı
(Kötü ününe karşın astrolog Cecco d'Ascoli'nin 1317'de yakılması, Floransa'ya
özgü olmayan, yüksek olasılıkla kişisel nedenler sonucu gerçekleşen ayrıksı bir
olaydır. Bkz. L. Thorndike, A History of
Magic and Experimental Science, New York, 1929).
59- Ruhun ölümsüzlüğü konusunda kendi kuşkuları ile ilgili
Niccolo Acciaiuoli’nin (Floransa’da kuralları çok sert bir manastır olan
Certosa’nın kurucusu) hoşgörülü yolu için bkz. Bölüm 4, not 23.
60- 1340’ta Floransa üst orta sınıfı kıtlık ve salgınlar
yüzünden o kadar dehşet içindeydi ki Tanrı’nın iyiliğini kazanmak için sürgüne
gönderilmiş olan aristokratları anımsadılar ve el konulmuş mallarını onlara
geri verdiler. Villani bu eylemin siyasi aptallık olduğunu belirtti ve onlar,
Tanrı’nın kızgınlığını başka yollarla yatıştırmalıydılar dedi.
61- Bruni, Villani ve dahası Salutati’ye karşıt olarak
mucizelere inanmadı. Poggio dindardı ve hergün kiliseye giderdi. Mektuplarından
anlaşıldığı gibi, birbirini izleyen kuşkuculuk ve dini duygular dönemlerine
uydu. Poggio da Bruni de dindarlığının aşırı gösterişçi olduğunu düşündükleri
Observantlara dostça yaklaşmadı.
62- Kendi üyelerinin aziz düzeyine yükseltilmesi ile ilgili
olarak iki dilenci Mezhebi uygun bulunmuştu çünkü Curia üzerinde en çok etkisi
olan onlardı. Daha sonra da kendi azizlerinin saygı görmesi için yoğun
propagandalarını sürdürebilirlerdi. Zengin burjuvazi, çevresindekilerin aziz
kabul ettiği alçakgönüllü halktan biri olan Barduccio (öl. 1331)'nun tarikatı
içinde yer almadı (Bkz. Davidsohn, a.g.e). Gezgin rahiplerin vaazlarında
vurgulanan kutsal emanetler azizler kültü ile yakın ilişkiliydi.
63- Floransa üst orta sınıfının hacca ne kadar rahat ve
kaygısızca gitmiş olduğu, daha önce sözünü etmiş olduğumuz tüccar Francesco
Datini'nin Arezzo yolculuğunda (1399) görülür. O oraya ailesi, arkadaşları ve
komşuları, yol boyunca tamamlayıcı ek kattıkları muhteşem erzak yüklü atları, katırları
ile gitti.
64- Örneğin 1310'da ve yine 1399'da Signoria, Floransa'ya
yürümek isteyen Flagellantları engelledi. İlk girişimde, Villani,
Flagellantlarla ilgili olarak anlamlı biçimde "Molta gente minuta"
(Bir sürü küçük insan; Ç.N.) demişti.
65- Üst orta sınıfın gücünün sınırsız olduğu dönemde, 1419'da
çok sayıda kuşkulu örgüt ile ilgili, özellikle Disciplinati konusunda güçlü
önlemler alındı. Bkz. G. M. Monti, Le
confraternita medievali dell' Alta e Media Italia (venedik, 1926).
66- Floransa piskoposu, tüccar Datini'ye yazılmış bir
mektupta adı geçen noter Ser Lapo Mazzei'ye, Kutsal Kitap'a tüm kuşkulu
noktaları bu görülerin yerleştirdiğini söylemişti.
67- Ortaçağ teolojisinde erken Hıristiyan radikal sevgi etiği
kavramı, belirgin derecede zayıflatılmış bir zorunluluktu (bkz. Troeltsch,
a.g.e.). Burada dua ve ayin öğretisinin kuramsal kuruluşunu Augustinus ve
Aquinalı’dan ögelerle birleştirerek değerlendirmek bizi konu dışına
çıkaracaktı. 13. yüzyılda teolojinin ayinleri nasıl mekanikleştirdiği ve onlara
karakter verdiğine, duanın ve bu duaları veren rahiplerin ayinlerle nasıl sınırlandırıldığına,
iyi işler ve günah çıkarmanın, bireyin etik açıdan yeniden doğuşu yerine saygınlık
kazanmada ön plana nasıl çıktığına da değinemeyeceğiz. Bu sorunların ayrıntılı
tartışması için bkz. R. Seeberg, Die Dogmengeschichte des Mittelalters (Leipzig,
1913).
68- Kimi zaman ölen kişi, mülkünün çok az bir kısmını
kazançlarına “karşılık” olarak onun tefeciliğinden zarar görmüş bir kişiye
miras bırakır. Ancak kalıtçılarının da bu koşulu sürdürüp sürdürmedikleri belli
değildir.
69- Kardeşlik derneklerinin en çok ilgi çeken yanlarından
biri, tüm üyelerin kurtuluşunun, her bir bireyin iyi işlerinin diğerleri adına
buna katkıda bulunmasıydı.
70- Spritualler daha Fransisken Mezhebi içindeyken
Conventualleri para için günah çıkarmakla suçlamışlardı. Sacchetti, Piskopos
Antonio degli Orsi’nin – 1310’da rahiplerin faizcilik yapmasına yasak getiren
piskopos – tefecileri kilisenin toprağa vermesini, onun istediği karşılığı
ödeyene kadar yasakladığını aktarır.
71- Troeltsch, a.g.e. ve O. Schilling, Die Staats-und
Soziallehre des hl. Thomas von Aquin (Münih, 1930).
72- Gerçekte, Floransa'daki çok büyük sayıdaki yoksula, özel
yardım dernekleri ya da farklı kurumlar aracılığıyla yapılan bağışlar umutsuz
derecede yetersizdi. Kendi içinde değerlendirilmeyen hesapları, özellikle
temelde bu sorunla ilgilenen Compagnia
dell Orsanmichele'in dağıttığı yardımları eklediğimizde bile bu doğrudur.
Zengin Guelpha Partisi'nin bağışları önemsiz derecede azdı. Bkz. Davidsohn,
a.g.e.
73- Piskopos Francesco Silvestri’nin (1327) Floransa ruhban
sınıfının ahlaksızlığı ile ilgili uyarıları ürkütücü bir tablo çizer.Tüm öykü
yazarları da rahiplerin açgözlülüğü ve ahlaksızlığını hor gördüler.
74- Huizinga (a.g.e) haklı olarak rahiplerin kötü
davranışlarının, onlara duyulan derin yaygın bağlılığın yalnızca diğer yüzü
olduğunu vurgular.
75- Dikkat çeken bir keşiş ortaya çıktığı zaman üst orta
sınıf üyeleri (ve diğer birçokları) onu ve yaşamının kutsallığını överlerdi.
76- Bu Pisalı vaiz halkın gözünde bir azizdi. 13. yüzyıl
düşünce yapısını taşıyordu. Bir süre sonra, S. Maria Novella Studio’sunda
bir teoloji öğretmeni olarak – Floransa’da kaldığı süre içinde Fra Giordano da
Rivalto’nun bulunduğu konum - baskı yüzünden konuşamaz oldu. Ama o da kendini
Kilise ile o kadar bütünleşik tanımlardı ki rahipleri suçlamaya kalkmadı ama
yalnızca “tüccarların kirli işlerine” saldırdı. Bir başka vaazında, çoğunluğun
yoksul olması gerektiğini, zenginlerin de onlara yardım ederek Cennet’i
hak edebileceğini söyledi.
77- Pisa’da 13. yüzyılda bu zaten genel bir uygulamaydı.
78- Yine de bu yerli yün eğiriciler özellikle yolsuzluğun
cezbediciliğine açıktılar: bu topraklarda yaşadıkları için ücretleri çok azdı.
79- Doren, Florentiner
Wollentuch-Industrie. Üst burjuvazinin, işçilerle iş ilişkilerinde
çıkarlarını korumak için dini tartışmalar başlatması çok olağandı. Örneğin Lana
1335 tüzüğü, işçi derneklerinin, St. Paul'un kardeşlik sevgisi ve Hıristiyan
yardımseverliği ile ilgili yönergesini çiğnediğini savunmaktaydı.
80- T.I.R. Boase, Boniface
VIII (Londra, 1933).
81- Örneğin 1346'da, büyük iflaslardan sonra, farklı
tabakaların yaklaşımlarını çok açık biçimde ortaya koyan bir durum oluştu.
Kısmen alt orta sınıfın denetiminde olan toplum, yüksek rahipler sınıfının bu
iflaslar yüzünden yaşadığı finansal yitimleriyle ilgilenmedi. Guelpha
Partisi'nin desteklediği engizisyon mahkemesi üyesi kente sapkın gözüyle baktı
ve onlara yasaklar getirdi. Acciaiuoli ailesinin çıkarlarını korumak isteyen,
kendisi de iflas etmiş olan Floransalı piskopos Agnolo Acciaiuoli, yasağı kabul
etmedi ve halkı destekledi. Aile çıkarları açısından kentteki kişisel
güçlerinin kısıtlanmasını, ruhban sınıfının bağışıklığının ve onların
ayrıcalıklı saray yaşamlarının kaldırılmasını bile kabul etti. 1355’te
firmaların kapatılma süreci tamamlandığında, kilisenin yargı gücü sorununda
piskopos yine Curia’nın yanında yer aldı. Cf. A. Panella, "Politica ecclesiastica del comune Fiorentino dopo la cacciata del Duca d'Atene" (Archivio
storico italiano, LXXI, 1913).
82-
Örneğin Sacchetti (Sposizione di Vangeli). Eski bir özdeyişe göre Floransalılar
aforoz edilmeden yaşayamaz.
83-
F. Selmi, "Documenti cavati dai
Trecentisti circa al Potere temporale della Chiesa" Rivista Contemporanea,
XXX, 1862).
84- E. v. Seckendorff, Die
kirchenpolitische Tatigkeit der hi. Katherina von Siena und der Papst Gregor
XI (Berlin , 1917).
85- Bkz. Bölüm 1, not 62. Ayaklanma sırasında
Catherine henüz Floransa’daydı ama saklanıyordu. Onu gizleyen kişi yüksek
olasılıkla o dönemde ruhban sınıfından olanların çoğu gibi onun yanına geçmiş
olan Giovanni delle Celle idi.
86- Signoria, tanınmış bir aileden gelen
Marsigli’ye, Floransa piskoposu olması için 2 kez öneride bulunmuştu ama Curia,
yukarıda anahatları belirtilen siyasi görüşleri bağlamında bu seçime karşı
çıkmıştı. Marsigli, hangi Papa’nın elçilerinin geri çekilmesi ya da hangi
Papa’nın aforoz edilmesinden korkulduğunun tartışma konusu olduğu Bölünme
sırasında (üst orta sınıf yine yönetimdeydi) Floransa halkının teoloji uzmanıydı.
87- E. I. Nitts, The Days of the Councils
(Londra, 1908).
88- Floransa’ya Konsey’i düzenleme konusunda
yardım eden yüksek ruhban sınıfı üyeleri kardinallik rütbesine
yükseldiler. Floransa Üniversitesi’nde kilise hukuku dersleri veren ve
Konseylerin gücünü desteklemek için yazılar yayınlayan Francesco Zabarella,
Floransa piskoposu ve kardinali yapılmıştı. O döneme dek Floransa piskoposu
olan Alaman Adimari, Pisa başpiskoposluğu ve kardinalliğine getirilmişti. Resmi
olmayan Papa XII. Gregory’i destekleyen, Konsey’e ve Floransalıların birleşme
çabalarına karşı çıkan, dolayısıyla Floransa üst orta sınıfından (Bruni) kopan
Kardinal Dominici’nin kaderi için bkz. Bölüm 3.C, not 82.
89- Gerçekten üst burjuvazi gücü yeniden ele
geçirir geçirmez, savaşı sürdürmüş olan geride kalan yargıçları cezalandırmak
için önlemler aldılar.
90- H. Blumenthal, “Johann XXIII, seine Wahl
und seine Persönlichkeit” (Zeitschr. Für Kirchengsch., XXI, 1901).
91- Papa XXIII. John’un eski bankeri Mediciler,
onu kefalet ücreti ödeyerek hapisten kurtardılar. Kilisenin birliğindeki
çıkarları doğrultusunda üst orta sınıf, yeni Papa ve onun önceli arasında
uzlaşma sağladı (1419). XXIII. John daha sonra Medicilerin evinde öldü.
92- M. Creighton, History of the Papacy from
the Great Schism to the Sack of Rome (Londra, 1897).
93- Troeltsch, a.g.e.
94- Rodolico, a.g.e.
95- S. Maria Novella Dominikenleri’nin işçileri ne ölçüde
yanılttığını, alt tabakalara karşı savaşta S. Maria Novella’nın
yoldaş-Dominiken Sienalı St. Catherine ve Guelpha Partisi ile dayanışmasından
anlarız.
96- 1375-78 yılları arasında Papa’ya karşı savaş sırasında Engizisyonun
etkinliği son bulmuştu ve insanlar bunun coşkusuyla hapishaneyi yıkmıştı.
97- Bu dönemle ilgili Fraticelli çevresinde ortaya çıkan çok
sayıda önbili, Floransa ve diğer yerlerdeki devrimlerle ilgili kestirimler için
bkz. Rodolico, a.g.e.
98- Keşişlerin bu popularitesi Chansons de Geste’de
(Epik, Ç.N.), keşişlerin yolunu yitirenlere konukseverlik gösterdiği ve onlara
doğru yolu gösterdiği 12. ve 13. yüzyıl serüven romanlarında ortaya çıkar. Bkz.
L. Gougaud, Ermites et Reclus (St. Martin de Ligugé, 1928).
99- Dominici, keşiş yaşamının kibir ve “tehlikeli”
spekülasyonlara yönlendirdiği konusunda uyarılarda bulunmuştur.
100- Yine de hemen her olguda başarıları yalnızca geçici
oldu.
101- Ayrıntılı tartışma için bkz. Marenco, a.g.e.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder