18 Haziran 2017 Pazar

FLORANSA RESİM SANATI VE TOPLUMSAL ARKA PLAN

3- RESİM (VE HEYKEL)

A. GENEL GÖZDEN GEÇİRME

Figüratif sanatlara - resim ve ikincil önemde de olsa heykel - gelince, biz öncelikle sanatçılara kimlerin ne tip siparişler verdiğini genel olarak değerlendireceğiz.



Avrupa ölçütlerine göre, ilk başta hemen neredeyse tamamen dini olan resim sanatının İtalya'da erken ortaya çıkması, İtalyan kentlerinin erken gelişimi nedeniyledir. İtalya geniş bir orta sınıf geliştiren ilk ülke olduğu için duvar resimlerinin büyük ölçüde ilk ortaya çıktığı yer İtalya’dır. 14. yüzyıl boyunca temel Floransa resim yapıtlarında kural olarak kiliseleri süslemek amaçlanmıştı. Eski mozaik süsleme (1) yerini görece daha ucuz ve daha "özel" fresklere bırakmıştı. Yüzyıl ilerledikçe sunak resimleri, ayrı şapellerin ana süslemesi olarak giderek artan bir önem kazandı. Bu resimleri genellikle aileleri bu şapelleri sahiplenen çok zengin yurttaşlar ısmarlıyordu. Diğer resimleri kilisenin ait olduğu dini Mezhepler sipariş veriyordu. Onlar genellikle ana sunağın resimlenmesini ısmarlıyordu. İtalya boyunca sanat yapıtları herşeyden çok kent orta sınıfı tipik ibadethaneleri olan büyük dilenci kiliselerinde   yavaşça çoğalıyordu. Floransa'da Fransisken S. Croce özellikle 14. yüzyılın başında, Fransisken Mezhebi orta sınıfın ve yeni burjuva dünya görüşünün devrimci yükselişi ile doğrudan en ilişkili olduğu için buna örnektir. Dominiken kilisesi S. Maria Novella ancak yüzyılın sonraki dönemlerinde, güçlenmiş orta sınıfın dünya görüşü daha tutucu duruma geldikten sonra eşit önem kazanmaya başladı. Bu yüzyılda freskler ve sunak resimleri kiliseler kadar kent saraylarında da bulunmaktaydı. Özel saraylardaki ev içi sunak resimleri ve taşınır sunak resimleri, yüzyılın ilk çeyreği ve yüzyıl ortasından sonra sayıca giderek arttı (2). Dine karşı daha özel ve kişisel yaklaşımın gelişmesi, feodal toplumun Romanesk kiliselerinin, zengin ailelere ait çok sayıda aile şapelleriyle Gotik kiliselere dönüşümü ile kendini göstermişti. Bu durum, evde dini törenler için yaptırılan özel ev içi sunak resimleri ile bir adım daha ilerledi. Yine de bu resimlerin niteliği her zaman çok yüksek değildi (3). Kural olarak, zengin kentlilerin sipariş verdiği en seçkin sanat yapıtları kiliselerde halka sergileniyordu. Böylelikle "demokratik" dünya görüşü bu yolla karşılandı ve onunla, aile saygınlığı ve benzer biçimde aile şirket güveni gözle görünür anlatım kazandı. Kent yönetimi doğal olarak, kamu binaları için de kimi seküler temaları içeren fresk siparişleri verdi. Ancak bu siparişler çok seyrek olarak doğrudan verilmişti. Kural olarak kent yönetim örgütleri, loncalar, çoğunlukla da büyük olanları, yönetici olarak görev yaptılar ve bu büyük planları kamusal ödeneklerle yürüttüler. Buna ek olarak yine loncalar, özellikle geniş finansal kaynaklarıyla büyük olanlar, kendi toplantı salonları, şapelleri ve küçük tapınakları için genellikle sunak resimleri olmak üzere kendileri adına sanat yapıtları ısmarladılar. Kardeşlik dernekleri de sıklıkla resimli afişler (gonfaloni) ısmarlayarak aynısını yaptılar (4). Temelde büyük ayin kitapları, özellikle kilise ve manastırların koro kitapları ve daha düşük oranda orta sınıfın zengin üyelerinin el yazması kitapları için minyatürler resimlendi. Ancak bunlar genellikle kalemle yapılan ucuz çizimlerdi. Kimi zaman halktan kişilerin sipariş ettiği bu minyatürlerin temaları sekülerdi. Yüzyıl sonunda varlıklı kentlilerin evlerini süsleyen freskler için de bu geçerlidir. Yontu veya rölyef biçiminde olsun, heykel sanatının kullanımı neredeyse tamamen, kamusal binalar veya kilise aile şapellerinde mezar süslemesine sınırlıydı (5).
Tüm bu sanat yapıtlarının tarzlarını daha sonra ayrıntılı olarak tartışacağız. Ancak burada farklı tipte siparişleri incelerken, değişmez olmayan ama çok sık görülen ve birçok özel durumda doğrulanacak önemli bir özelliği vurgulamalıyız. Bütünsel olarak, gönderme yapılmış sipariş tiplerinin çoğunluğu üst orta sınıfın beğeni ve dünya görüşüne göre belirlendi. Bu, kişisel olabileceği gibi kent adına hareket eden büyük bir loncaya verilen bir sipariş, büyük bir loncanın veya bir kardeşlik derneğinin kendi adına verdiği bir sipariş olabilirdi. Bu üst burjuva beğeni ve dünya görüşü, farklı siparişlerde, siparişin verildiği dönemdeki koşullara göre farklı anlatım buldu. Üst orta sınıf dünya görüşü, sipariş kendi sınıfının bakış açısına göre ilerici bir tekil patron verilmişse en saf biçimiyle kendini gösterebilirdi. Siparişleri kent yönetimi loncalara, yani o loncanın önde gelen üyelerinden oluşan küçük ve seçilmiş bir komitenin belirleyici rol oynadığı büyük bir loncaya devretmişse, bir ölçüde aynı durum geçerlidir. Komite ne kadar büyük olursa çok sayıda tutucu üyenin etkide bulunma olasılığı o kadar artardı. Üst burjuvazinin gelişmiş beğenisine en az uyan siparişler kardeşlik derneklerinindi. En zenginleri için bile bu geçerliydi. Bu yardımsever dini örgütlerin üyeleri arasında beğenisi tutucu ve gerici olanlar çoğunluktaydı. En yoksul kardeşlik dernekleri ve küçük loncalar doğal olarak yalnızca önemsiz, zanaatkar benzeri sanatçıların yapıtlarını sipariş verebiliyorlardı.

NOTLAR:
1- Floransa'da üretilmiş olan en son büyük mozaik - St. Miniato koro yerindeki, Bakire Meryem ve St. Miniato arasında İsa'yı betimleyen (1297) - dilenci Mezhepler'e değil aristokratik Benediktenler'e ait, kent duvarları dışında bulunan, tutucu Calimala'nın yönetimindeki bir kiliseye yerleştirilmişti.
2- Bu ev içi sunak resimleri bir önceki yüzyılın sonunda seyrek olarak görülmeye başlamıştı.
3- Dominiken Giovanni Dominici pedagojik kurallarla ilgili bir kitabında (Regola
del Governo di Curafamiliare, 1400), sürgündeki Antonio degli Alberti’nin pişmanlık gösteren karısına yönelik, çocukların gözetilmesi için eve birkaç küçük sunak resminin yerleştirilmesi ve her bayram gününde tam olarak kiliselerde yapıldığı gibi evin süslenmesi gerektiğini yazmıştı. Buna göre kimi zaman zenginlerin evinde bile değerli resimlerden çok, onlardan daha az önemli, adak için yapılmış resimlerin özel kullanımda olması olasıdır. Dahası, Dominici çocukların kiliselerde altın ve değerli taşlarla süslü parlak resimlere alıştırılmaması, eski is karası olanların yeğlenmesini önerdi. Bu görüş, ikinci tipin ibadete daha uygun olduğunu düşünen tutucu çevrelerde yaygındı. 
4- Çok sayıda sokak flaması asılması için temel dürtüyü sağlayan St. Peter Martyr’in vaazlarıymış gibi görünüyor. Bunlar özellikle 1348 veba salgını sonunda sıklaştı.

5- 14, yüzyılda zengin burjuvalarınkiler gibi aristokratların mezarları da genellikle sadeydi. Sözü edilen kiliselerin yapımı için büyük miktarda para ödeyen en zengin yurttaşlardan yalnızca birkaçı (örneğin Bardi, Baroncelli and Acciaiuoli) ve kilise ileri gelenlerinden çok azının etkileyici mezarları vardı. Ancak onlar bile genellikle alçakgönüllüydü, gerçekten çok görkemli değildi. Egemen ruh, ün için temel gereksinim olan  geçmişten kalan görkem ve gösterişi kabul etmemek yönündeydi. Yüzyılın sonuna doğru, kent yönetimi büyük ölçekli kimi mezarlar yapılmasını tasarladı ancak bu planlar gerçekleştirilmedi. Buna göre 1394’te Signoria, o dönemde henüz yaşıyor olan, Floransa için birçok başarılı askeri harekatta savaşmış, 1382’de üst orta sınıfın küçük loncalara karşı zafer kazanmasını sağlamış İngiliz condottiere, Sir John Hawkwood’a gösterişli bir mezar için oylama yaptı. 1396’da en önemli Floransalı yazarlar, özellikle Dante ve Petrarch ve aynı zamanda üst burjuva düşünce dünyası açısından çok önemli olan büyük hukukçu Accursio onuruna katedralde görkemli mezarlar yapılması için bir plan hazırlandı. Önde gelen kişiler genellikle, anılarını gelecek kuşaklara yalnızca “Boti” olarak adlandırılan, doğala olabildiğince sadık kalınmış biçimde balmumu ile kopyalanmış, Bakire Meryem’e adanmış resimler, Servite Mezhebinin, SS. Annunziata kilisesinde (daha önce Orsanmichele’de) sergilenen doğal ölçekte görsellerle bırakabiliyorlardı. Bu yapıtlar ile cadılık ve büyü görselleri arasındaki bağ için bkz. J. Schlosser, "Geschichte der Portratbilderei in Wachs" (Jahrb. der Kunsthist. Summing, Viyana, XXIX, 1911).

4 Haziran 2017 Pazar

FLORANSA RESİM SANATI VE TOPLUMSAL ARKA PLAN

2. MİMARİ



Resim tarihine bir giriş olarak, Floransa mimarisinin 13. ve 14. yüzyılda en önemli projelerine ve koruyucuların toplumsal konumlarına hızlıca göz atacağız. Bu binalar Floransa’nın 14. ve 15. yüzyıldaki başlıca fresk ve sanat yapıtlarını korur.
Floransa 14. yüzyıl mimarisinin en güzel ürünleri dini ve seküler, kamusal binalardı. Bu binaların dikilmesi toplumun gücünü göstermeye ve aynı zamanda kentin tüm tabakaları arasında demokrasinin görünürlüğünü sağlamaya yardımcı oluyordu. Siparişleri kentin kendisi ya da iki büyük dilenci Mezhepten biri belirliyordu. Yüklenimin nominal dağıtımı kent yönetiminde de kalsa, ya da çok daha sık gerçekleştiği üzere, büyük loncalardan biri denetimle görevlendirilmiş olsa bile, uygulamada kent kurulu büyük loncalarla özdeşti.
Başrahip ve kent yönetimindeki diğer görevlilerin çalışma bürolarını bulunduran (1) Palazzo del Podesta (Podesta Sarayı) (Başyargıç sarayı, Bargello, yapımına 1255’te başlandı, 1346’da tamamlandı) ve Palazzo della Signoria (daha sonra Palazzo Vecchio olarak bilindi, 1299-1314 yılları arasında yapıldı, planlarını çizen Arnolfo di Cambio- ölümü 1302) ilk kategoriye örnektir. Bu binalar, orta sınıf devrimciyken veya yönetimi en sonunda ele geçirdikten kısa bir süre sonra inşa edildiler. Bargello, 1250’de burjuvazinin aristokrasiye karşı kazandığı zaferi sembolize eder (2). Palazzo della Signoria da 1293’te, burjuvazinin yönetimi kesin olarak ele geçirmesi sonucunda yapılmıştır (3). Bütün bunlara karşın bu binaların, kısmen basit savunma ve güvenlik gereksinimleri nedeniyle olsa da, feodal aristokrasinin güçlendirilmiş şatoları tarzında inşa edilmeleri, orta sınıf beğenisinin yavaş gelişiminin göstergesidir. Buna göre Palazzo della Signoria, kule ve mazgallı siperleri ile, Toskana'nın en ünlü feodal lordlarından Poppi Kontu'nun şatosunun taklididir (4). Küçük loncaların kent ilişkilerinde etkisi olduğu daha sonraki dönemlerde Loggia dei Lanzi (1376-92) yapıldı. Bu bina açık bir Gotik salondur. Yüksek olasılıkla kendi tarzında en eski kamusal salondur. Önünde toplanan halka Signoria'nın seslenmesine olanak sağlayan demokratik amaçlarla tasarlanmıştır. Burası ayrıca seçkin konukların kabulü, önde gelen yurttaşlara şövalyelik ünvanı verilmesi gibi kamusal törenlere de hizmet etmiştir. Temel yeniliği, dışardaki halkın, Cumhuriyet'in duvarlar ardında düzenlediği törensel etkinliklere tanıklık etmesine olanak sağlayan açıklığıdır (5).
Floransa’nın 3 büyük kilisesinin - Katedral, S. Croce ve S. Maria Novella -  tümünü, yönetim gücünü ele geçirmiş orta sınıf, 13. yüzyıl ortaları veya sonunda inşa etmeye başladı. Kentin en büyük girişimi Floransa Katedrali S. Maria del Fiore (başlayan Arnolfo, 1294) ve S. Croce ile Palazzo della Signoria’ya başlanması, Ordinamenti di Giustizia’nın yayınlanmasının ardından orta sınıfın kentine duyduğu yeni hayranlık ve gururun göstergesiydi (6). Katedral’in yapımını ilk başta Arnolfo’nun yaşamı süresince kent yönetiminin kendisi, 1303-1331 yılları arasında (inşaat süreci durakladığında) ipek loncası, 1331’den sonra loncaların en önemli ve zengin olanı Lana denetledi. Kilise’nin kısmen bu dönemden gelen Vaftizhane bölümünün dekorasyonunu, özellikle mermer kaplamasını, 12. yüzyılın ortalarından bu yana Calimala loncası denetliyordu (7). Katedral yapımını finanse etmek için kent yönetimi iki yıl boyunca nüfus ve veraset vergisi koydu (8). Farklı hesaplardaki paralar, belediye yardımları, gönüllü bağışlar (kendini kent ile birlikte tanımlayan) Lana’nın uygun bulduğu biçimde harcandı. Her durumda lonca veya onun tamamıyle ayrıcalıklı görece az sayıda üyesi, bu amaç için özel olarak seçilmiş bir kurul aracılığıyla söz konusu işi yönetip denetlediler ama küçük yardımlar dışında kendileri binayı finanse etmediler. Yalnızca alt orta sınıfın etkisini duyumsattığı ve Lana’nın gücünün zayıfladığı yıllar boyunca, yani 1368 ile 1382 yılları arasında, Duomo’nun inşaatında çok az ilerleme oldu (9). 1382’de Albizzi partisi yeniden gücü eline geçirdikten sonra yapım işi çok büyük bir enerjiyle ilerledi. Duomo, üst orta sınıfın kent üzerindeki gücünün sembolü durumuna geldi. Arnolfo’nun planladığı, dilenci Mezheplerin iki büyük kilisesi, Katedral’den önce inşa edilen Dominiken S. Maria Novella (başlangıç 1246) (10) ve Katedral ile çağdaş olan Fransisken S. Croce (başlangıç 1294), Floransa’da Duomo’dan sonra gelen her açıdan en önemli binalardı. Bu binaların yapımı finansal açıdan doğal olarak ancak halkın bağışları, dilenci keşişlerin tüm nüfustan topladığı paralar ve kent yönetiminin ödentileriyle  olanaklıydı (11). Daha önce görmüş olduğumuz gibi, zenginliğini faizciliğe borçlu en zengin yurttaşlar özellikle dilenci Mezheplerin kiliselerine büyük bağışlarda bulundular. Diğer bir deyişle burjuvazinin tinsel kurtuluşuna katkı için yardımseverliğe gösterdikleri önem bu anıtsal binaların yapımını olanaklı kıldı. S. Croce özellikle zengin banker ailelerin – Bardi, Peruzzi, Alberti ve Baroncelli - desteğini aldı (12). Diğer yandan 1310’da Ubertino da Casale, binadaki aşırı lüksü Deccal'ın işareti olarak tanımlayarak Fransisken Spiritualler'in yeni S. Croce'nin görkemi ve onun için toplanan büyük miktarda para karşısında duyumsadıkları baskın gelen acılığa anlamlı bir anlatım sunmuştur (13).
Bu kiliselerin tarzı ile ilgili - burada yalnızca her üçü için ortak olan özellikleri düşünmeliyiz - çekinceli olarak Gotik, veya dahası geç-Gotik denebilir. Her durumda, boşluğa yapılan vurgu, yataya olan eğilim, duvarların kesintisiz açılımı nedeniyle bu Gotik tarz, tasarım bakımından Fransa ve Almanya'dakine göre daha rasyonel, daha belirgin, daha açıktır. Aynı derecede orta sınıf olan ama daha az gelişmiş ve daha az üst burjuva olan ülkelere tipik olan bu dinamik tinsellik, Tanrı’yla bağ kurmaya çalışan bu dikeylik, Floransa'da büyük oranda eksiktir (14). Fransa’dan köken alan Gotik mimari tarzı Floransa’da karakter bakımından dönüşmüş, daha rasyonalist, daha ilerici bir eğilim göstermiştir. Zemin planları bir bakışta anlaşılabilirdir. Bu, Floransa’nın en eski Gotik kilisesi S. Maria Novella (15) ve onu izleyen diğerleri, daha önce görmüş olduğumuz gibi orta sınıfın yönetimi kesin olarak ele geçirmesinden sonra her ikisini de Arnolfo’nun inşa ettiği Duomo ve S. Croce için bile doğrudur. Burada Gotik ögeler daha arka plana itilmiştir. Onların yerine, kendi anıtsal alan düzenlemesini gerçekleştirmek ve istenen uyumu sağlamak için, İtalya'nın daha önceki Romanesk mimarisinden klasik tarza ait ögeler ve dahası gerçek antik döneme ait ögeler öne çıkarılmıştır (16). Gotik ögelerin karşı çıkılamaz varlığına karşın en son sözü edilmiş olan bu iki kilisenin tarzı için "klasik" denmesi daha uygun olabilir. Gotik ile karşılaştırıldığında bu daha üst-burjuva, daha rasyonel anlamda düşünülür ve gerçekten kısmen Gotik dışı, ya da daha çok Gotik ötesidir (17).
Bu tipik kent kiliselerinde halka vaaz verilmesi yaşamsal önemdeydi. Topluluğun her üyesi kürsüde vaiz ve mihraptaki rahibi görebilmeli ve duyabilmeliydi. Dolayısıyla genişlik ve salon benzeri karakterleri ile bu anıtsal Floransa kiliseleri, tüm topluluğa genel bir "demokratik" görünüm verir. Özellikle S. Croce, çok geniş kemer aralıklarıyla görünüm olarak tek bir salona çok benzer. Katedral’de, Francesco Talenti tek sütunlar arası uzaklığı artırınca (1357), öne doğru büyük bir basamakla iç alanın birleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu iç mekanların etkisini, görece olsa da önceden düşünülmüş basitlik ve açıklık belirler. Bu basitlik, özgün “Fransisken sadeliğinin” çoğunu korumaz. Daha çok yeni “klasik” tarzın sakin, hesaplanmış dinginliğine uygundur (18). Koro için ayrılan yerin, çok sayıda tek tek şapellerle bölünmüş çok uzun doğu duvarı olması, dilenci Mezhep kiliseleri için tipiktir. Bu, genel düzenlemenin “demokratik” karakteri ile çelişkili değildir ancak gerçekte onunla yakından bağıntılıdır. Özellikle, aynı anda oligarşik ve demokratik olan erken kapitalizm dönemi için açıklayıcıdır. Bu koro yeri-şapel düzenlemesinin iki amacı vardır. Öncelikle, daha önceleri halktan yalıtılmış olan mihrabın yüksek konumu artık “demokratikleşmiştir”, çünkü birçok ikincil mihrap eklenmiş, böylece kitle sayıca çok artmış, her keşiş kitlelere hergün seslenebilmiştir. İkinci olarak artık, zengin ailelerin donattığı ve sahiplendiği birçok bireysel şapel yapılıyordu. Bu düzenlemeye en iyi örnek olarak, her bir yanda 5 tane olmak üzere aile şapel dizisi ile, Fransisken kilisesi S. Croce – bu Mezhebin üst orta sınıf ile en yakın dayanışma içinde olduğu dönemde inşa edildi (19) -  verilebilir. Bunların resim süslemeleri, Floransa sanatının bütünsel gelişiminde büyük önem taşır.
14. yüzyıl Floransa mimarisinin biçeme ilişkin gelişimini tanımlamak buradaki görevimiz değildir. Biz yalnızca, Arnolfo’nun “klasik” biçeminin üst burjuva düşünce tarzından kaynaklandığını söyleyeceğiz. Bu biçem, belli bir alt orta sınıf etkisinin kendini duyumsattığı daha sonraki bir dönemde temelde istenilen çizgide gelişmemiş, ancak genel bir sanatsal miras olarak kalıcı olmuştur. Arnolfo’nun biçemini gerçekten sürdüren yalnızca bir sanatçıdan söz edilebilir: Campanile projesi (1334) (Katedral’e ait Çan Kulesi; ç.n.) ile Giotto. Meslek yaşamı, Arnolfo'nun ardılı olarak Katedral inşa görevine öylesine denk gelmiştir ki, bu, onun öncellerinin üst orta sınıf üstünlüğünün kabul edildiği dönemle çakışması gibidir. Kendisi daha sonra üst burjuva resim sanatının ana temsilcisi durumuna gelecektir.
1336'da Signoria, ipek loncasını Orsanmichele'i, Orto'daki eski St. Michele kilisesinin yanında duran Corn Hall'u (20) (tahıl pazarının bulunduğu yer) yeniden inşa etmekle görevlendirdi. Bu binada halkın sevdiği ve saygı gösterdiği bir Meryem heykeli bulunmaktaydı ve bina bir tür yarı kilise karakteri taşıyordu. Tasarımı erken orta sınıf düşünce tarzına özgü, aynı zamanda dini ve rasyonalist karakterdeydi: altta Oratory (küçük bir Tapınak; ç.n.) (Meryem heykeli bulunduran açık bir sundurma); üstte kent tahıl ambarı ve görevi kutsal tabloya hizmet etmek olan dernek, Compagnia dei Laudesi di San Michele, için çalışma odaları. Bu bina kısa zamanda Floransa loncalarının gücünün temsilcisi durumuna geldi. Dış sütunlar 1339’da, üzerlerinde kendileriyle ilgili koruyucu azizin heykelini sergileyebilecekleri 12 büyük lonca ve Guelfa Partisi’ne verilmişti. 1366-80 demokratik döneminde, yukarda sözünü ettiğimiz Derneğin binanın denetimini ele geçirmesinden (1352'de) ve Meryem için yeni bir görkemli tapınağın yapılmasınan sonra Oratory, nef ve koridorları aynı yükseklikte olan çift nefli “salon-kilise”ye dönüştürüldü. Buna göre, tüm topluluğun demokratik açıdan dengelenmesinin büyük kiliselere göre daha tutarlı biçimde sağlandığı, "halkın beğenisine uygun" bu yapı tipine - daha küçük burjuva olan Umbria'da ve Almanya'da daha yaygın - üst orta sınıf Floransa'da yalnızca ayrıksı olarak rastlanır. Bu küçük lonca kilisesinde de yukarda bir zemin varlığı nedeniyle yalnızca teknik zorunluluklara bağımlı kalınmıştır (21). Orsanmichele dışında, yüzyıl ortasında demokratik dönemde inşa edilmiş olan S. Remigio da salon-kilise formuna en yakındır.
Tüm loncalar kendi lonca-salonlarını inşa etmiştir (22). Kardeşlik dernekleri de binalar - kilise değil ama şapeller - inşa etmiştir. Buna göre örneğin, yardım işleri yürüten ve yetim çocuklarla ilgilenen Compagnia di S. Maria della Misericordia, 1352-58'de, daha sonra Bigallo olarak tanınan bir Oratory inşa etti. Çok zengin yurttaşlar kimi zaman bireysel olarak manastırlar yaptırmışlardır. Napoli'de büyük zenginlik edinen, orada önemli konuma ulaşan, Kral'ın Yüce Divan Başkanlığı'na yükselttiği Floransalı banker ve siyasetçi Niccolo Acciaiuoli örneğin, 1341'de Certosa'yı (Carthusian Manastırı) yaptırdı (23). Bu varlıklı kentliler, daha seküler yönde giderek artan orta sınıf kültürünün bir göstergesi olarak, daha sıklıkla hastane yaptırmışlardı. Folco Portinari (Dante'nin Beatrice'sinin babası, Cerchi bankacılık kurumunun ortağı, yüksek düzeyde faizcilikle uğraşırdı) (24), Ospedale S. Maria Nuova'yı (1287), banker Lemmo Balducci, Ospedale S. Matteo'yu (1356) yaptırdı. Kentliler bu tür vakıflara harcamalar konusunda sıklıkla yardımda bulunmuşlardı.
Zenginlerin özel konutları 14. yüzyılda bile şatolara benziyordu ancak bunlar bir önceki yüzyıla göre daha az çekici olmaya ve giderek azalmaya başlamıştı (25). Bu bir ölçüde tutucu ve feodal özellik taşıyan beğeninin göstergesiydi ama aynı zamanda, üst orta sınıfın eski aristokratik sarayları ticari evlere dönüştürmesiyle kendini gösteren orta sınıf püritenliği ve yalınlığını taşıyordu (26). Ortalama orta-sınıf evi genellikle aynı basit plana göreydi. Bu evler küçük bir boşluğa olabildiğince çok insanı sığdırmaya olanak tanıyan bir dizinin parçasıydılar. Bina önyüzü yalnızca yuvarlak kemerli pencerelerden ve yuvarlak kemerli giriş kapısından oluşan basit bir çizgi ile kesiliyordu. Genellikle ikiden daha fazla kat vardı, zemin kattaki odalardan birçoğu ticari amaçlarla sokağa açılıyordu. Avrupa'da Floransa dışında hiçbir yerde,   dahası Toskana'da başka hiçbir kentte, yüksek olasılıkla antik Roma kentlerinden köken alan bu "büyük kent" ev planı olmadığını belirtmeye değer (27). Yine, Avrupa'nın bu en önemli orta sınıf kenti, en azından en önemli noktalarda taşla döşeli sokakları ile ilkti (28). Zengin orta sınıf özellikle 1330'lardan sonra, aristokratlardan alınan mülkler nedeniyle edindikleri yeni yaşam tarzı bağlamında Floransa çevresinde çok sayıda villa inşa ettirmiştir (29).


NOTLAR:
1- Kent yetkililerinin belli kutlamaları - örneğin görev devralma - kent yönetimi ve kilise arasındaki yakın ilişkinin belirtisi olarak sıklıkla kiliselerde gerçekleşirdi.
2- 1255 gibi erken bir tarihte yeni orta sınıf yönetimi, antik Roma'dan örnek alarak saraya siyasi ideolojisini gösteren yazıtlar yerleştirdi: Floransa, Roma modelinden sonra tüm dünyayı yönetimi altında birleştirecektir.
3- Bu binaların yapımına koşut olarak yerleşik feodal aristokrasiye karşı, mimariyi etkileyen birçok savunma önlemi alındı: buna göre, Ghibelline sarayları yıkıldı ve aristokratların saraylarında kulelerin yüksekliğine sınır getirildi (1250). Orta sınıfın kesin zaferinden sonra, 1285'te yeni bir kent duvarına başlandı ve duvar, aristokratların saraylarını bulunduran kent merkezinin ötelerine kadar, yeni orta sınıf bölgelerini kapsayacak biçimde genişletildi. Bkz. C. Frey, Die Loggia dei Lanzi (Berlin, 1885).
4- Aristokrasinin İtalyan Gotik şato ve sarayları Kuzeydekiler gibi yalnızca askeri amaçlarla kullanılmıyordu. Bunların tasarımı daha düzenli ve simetrikti. Arnolfo, Palazzo della Signoria'yı, modeli kadar simetrik inşa edemediği için hayal kırıklığı yaşamıştı (Anlaşıldığı kadarıyla vermiş olduğu bir söz onu, daha önce Ghibellin Ubertini ailesinin, orta sınıfın 1248’de yıkmış olduğu sarayının bulunduğu alana inşa etmesini engellemiştir). Atina Dükü daha sonra kent mimarı Andrea Pisano’ya, kendi güvenliği için Palazzo della Signoria’yı güçlendirme görevi verdi. Dük’ün 1343’te düşüşünden sonra Andrea yüksek olasılıkla bu yüzden resmi görevini yitirmiştir.
5- Siyasi düşüncelerin kentin inşaat etkinliklerinin boyutları, 1356'da gerçekleşen Loggia planının ilk taslağı üzerine görüşmelerde görülür. Kimileri bunun çok dayatmacı olduğunu düşündü, büyük bir kamusal salonun özgür bir kentten çok bir tiranlığa uygun olduğu değerlendirmesinde bulundu. Dolayısıyla bu belirgin biçimde modern binanın monarşik ideoloji mi yoksa cumhuriyetçi ideolojiyle mi daha yakın bağıntılı olduğu, bunun sonucunda da bu iki devlet biçiminin hangisinin daha modern olduğu sorunları ortaya çıktı.
1391'de, üst orta sınıf ve Guelfa Partisi bir kez daha denetimi ellerinde bulundurdukları sırada, üst burjuva Commune'un siyasi yönelimini açıkça gösterecek biçimde, loggiaya birçok arma eklendi: diğerleri arasında Kilise, Anjoulu Charles ve Robert (Papalıkla dayanışan, Floransa'nın ilk dönem yöneticileri), Fransa ve Guelfa Partisi armaları. Birçok Floransa binası, özellikle kişisel konutlar, üst orta sınıfın Guelfa, Papalık, Anjou sarayı ve Fransa'ya siyasi yakınlığını vurgulayan benzer armalarla süslenmişti. Bu yolla, kişi birine herşeyden öte, korku ve saygı uyandıran Guelfa Partisi'ne bağlılığını gösterebiliyordu. Dahası, Ressamlar Loncası'nın tüzüğü ile Commune ve Guelfa Partisi'nin düşmanlarının arma ve işaretlerinin süsleme ve resimleri kesinlikle yasaklanmıştı.
6- 1294'te kent yönetimi, eski S. Reparata katedralinin restore edilmemesini, onun yerine "Tanrı ve kutsal Bakire Meryem onur ve şerefi, Floransa halkı ve bu güzel kent onuruna" yeni bir katedral yapılmasını karara bağladı. Bu sözcükler, katedral için bağışlanan para ile ilgili daha sonraki belgelerde tekrarlandı. Giotto'nun Campanile planı, 1332 yılına ait belgede  benzer burjuva kendine güven ile onaylanmıştır. Duomo'nun yeni ismi, S. Maria del Fiore'nin, özellikle kentin ismi ile ilişkilendirildiğini belirtmeye değer. Kentin bu Tanrısallıkla antik döneme gönderme yapan bağlantısı o döneme özgüdür.
7- Benzer biçimde, 11. yüzyıldan kalan, ilk olarak Black Benedictine mezhebi, 1373'ten sonra Olivetanlara ait olan, bilindik Benedikten kilisesi S. Miniato'nun iç süslemeleri, eski ve saygın Calimala loncası ile yakından bağıntılıdır.
8- Buna ek olarak, 1331'den sonra - yani Lana denetimi ele geçirdikten sonra - Katedral inşası için para toplamak amacıyla bölge hazinesinin tüm resmi ödemelerinde 5/6 oranında artış yapıldı. Ayrıca, tüm çiftçilik ve gümrük vergilerinde 2/3 oranında bir artış daha kondu. Tüm atölyelerde ve her tüccarın dükkanında "Danaro di Dio" için bir kutu vardı (Davidsohn, a.g.e).
9- 1366'da bundan çok az önce, Floransa tarihinde bir ölçüde demokratik bir dönemde lonca, toplumdan, kamuya açık iki modelden birini oylama ile seçmesini istedi. İki gün içinde 420 kişi oy verdi.
10- Yeni anıtsal kilisenin bir önceki daha küçük olanın yerini almasına gereksinim duyulması, yüksek olasılıkla halkın Şehit. St. Peter'e duyduğu büyük saygınlık nedeniyleydi.
11- S. Maria Novella'nın harcamaları için kent yönetimi 3 yıl içinde örneğin, 2 kez 1200 florin, 1 yıl sonra 500 florin daha yardımda bulundu. Fransisken Engizisyonu'nun sapkınlara yönelik cezalarının bir kısmı bu iki kilisenin inşaat harcamalarına harcanmıştır.
12- Her şeye karşın, demokrasiye gösterilen saygı, inşaat harcamalarına yardım etmiş olan Quaratesi ailesinin armasının S. Croce’nin önyüzüne konmasına izin verilmesine yetmemişti.
13- O özellikle, Fra Illuminato Caponsacchi’yi suçladı. Fra Illuminato Caponsacchi, S. Croce manastırının diğer koruyucusu Fra Giovenale degli Agli ile birlikte – her ikisi de dikkate değer biçimde Floransalı aristokratik ailelerden geliyordu –  inşaatın başlatıcısıydı. Dönemin en sevilen Floransalı vaizi Augustunian Hermit Fra Simone Fidati’nin, 1333’te Arno nehrinin taşmasını bu çok gösterişli kiliselerin inşaatı nedeniyle bir ceza olarak değerlendirmesi, alt sınıflar arasında onlara karşı ne kadar yaygın bir karşıtlık olduğunu gösterir (Davidsohn, a.g.e.).
14- Aynı nedenle, kuzey ülkelerinde Fransız Gotik tarzda, daha küçük-burjuva Gotik tarza ve dolayısıyla daha spirituel eğilimli Alman kentlerine göre yatay eksen daha çok vurgulanır. Fransa’da, yataylık ve genişlik ilkesini en belirgin biçimde gösteren ve dolayısıyla Floransa kiliseleri tarzına en yakın olan, ekonomik açıdan en önemli güney Fransa kentlerinin Gotik tarzıdır.
15- S. Maria Novella örneğinden sonra, dilenci Mezheplerin 13. yüzyılın 50 ve 60’larında ortaya çıkan çok sayıda kilisesi – bu yıllardaki büyük inşaat etkinliği, orta sınıfın zaferi ile bağıntılıdır – Gotik tarzda idi. Dini Mezheplerin bir manastıra ait olmayan (S. Bartolommeo dei Pittori) bir binalarının Romanesk tarzda inşa edilmesinin gerektiği bu dönemde Gotik mimariye eğilim göstermeleri karakteristikti.
16- S. Maria Novella inşaat yetkililerinin manastır kökenli olmalarına ve Gotik tarzı sevmelerine karşın, Duomo ve S. Croce için belirleyici etkide bulunan Arnolfo, halktan bir kişiydi. Arnolfo’nun, S. Maria Novella’dan yaklaşık 40 yıl sonra inşa edilmiş anıtsal, Gotik olmayan, “klasik” binası S. Croce, temelde Fransisken mimarisinin geç evresini temsil eder. O aynı yerdeki 3. Fransisken kilisesi olduğu için daha önceki iki kilise sırasıyla yıkılmıştı. Arnolfo’nunkinden önceki kilise çok daha basitti ve Toskana ile Umbria’daki dilenci Mezheplere özgü erken tipe daha yakındı. Daha sonraki bu kiliseler, Fransa’dan Sistersiyen tarikatının ortaya çıkardığı Gotik mimari biçimleri ile kendi tek nefli, tonozu olmayan salonlu (“hangar kilise”) sade, çileci geleneği birleştirmiştir. Bu erken dönem Fransisken kiliseleri (Assisi’deki gösterişli S. Francesco binası ayrıksıdır), basit ve sanata karşıt olan, St. Francis’in duygu durumunu yansıtan, Narbonne Genel Toplantısı (1260) bina düzenlemelerine uygundu. Buna karşın bu erken tip Fransisken mimarisinden kısa zaman içinde vazgeçildi ve dini Mezheplerin kiliselerinde onun yerini, bilinçli bir biçimde sanatsal duruma gelen Fransız Gotik’in bir evrim ve dönüşümü  aldı. Bkz. H. Schrade, “Franz von Assisi und Giotto” (Archiv für Kulturgesch., XVII, 1927) ve W. Paatz, Werden und Wesen der Trecento-Architektur in Toskana (Burg, 1937).
17- Hep var olan ancak her zaman tek tek kiliselerde farklı oranlarda bulunan Gotik ve antik ögelerin bileşimi için bkz. Paatz, a.g.e. Toskana mimamrisinde en fazla Arnolfian karşıtı ve "klasik" karşıtı tarz, Giovanni Pisano'nunkiydi (özellikle erken dönem yapıtları, Massa Maritima Katedrali koro alanı dikkate alınarak). Pisano genellikle daha küçük burjuva olan Siena ve çevresinde çalıştı. Yapıtlarında antik ögeler bulunmasına karşın Gotik ögeler güçlü dinamik karakter taşır.
18- Arnolfo'nun S. Croce'deki kirişli tavanından da bu algı elde edilir. Dahası, o resimlenmiştir, dolayısıyla yalın ve süssüz değildir. Yine Arnolfo'nun daha önceki dönemde inşa ettiği "aristokratik" Badia Benedikten kilisesi kirişli tavanı daha da zariftir.  Bkz. Paatz, a.g.e.
19- Daha sonra 1361'de kent yönetimi, Calimala'ya, S. Croce manastırındaki inşaat etkinliklerini denetlemesini önerdi.
20- Diğer kaynaklarla birlikte pazar ödentileri de binanın yapım harcamaltının karşılanmasında kullanıldı. Daha fazla ayrıntı için bkz. P. Franceschini, L'Oratorio di San Michele in Orto in Firenze (Floransa, 1892).
21- H. Bechtel, Wirtschaftsstil des deutschen Spätmittelalters (Münih, 1930).
22- Örneğin, 1308'de Lana, kendi ofis kullanımı için Ghibelline Compiobbesi ailesine ait, 1284'te yanmış olan bir evi yeniden inşa ettirdi.
23- Niccolo Acciaiuoli, kardeşine yazdığı bir mektupta (1356), Certosa'nın yapımı ile ilgili şu bilgileri verir: "Tanrı'nın bana bağışladığı herşey soyumdan gelenlere kalacak ve ben kim olduklarını bilmeyeceğim. Yalnızca bu manastır ve onun süslemeleri bana ait ve her zaman bana ait kalacak, ismimi ülkemde koruyacak. Bay Başyargıcın dediği gibi ruh ölümsüzse, ruhum nereye gönderilmişse, bu binada bulunmaktan memnuniyet duyacak". (G. Gaye, Carteggio, inedito d'Artisti dei secoli XIV, XV, XVI, Floransa, 1839). Bu alıntı, Acciaiuoli'nin kendisinin de yaşamak ve gömülmek istediği, dini düşüncelere adanmış bu Carthusian manastırını, nasıl değerlendirdiğini gösterir. Bu aynı zamanda dinin ne kadar özel bir durum konumuna geldiğinin de göstergesidir. Ayrıca tüm dini duygularına karşın, ruhun ölümsüzlüğü bağlamında İbni Rüşdçülüğe yakın bir kuşkuculuğu da belirtmesi nedeniyle ilginçtir.   
24- Davidsohn, a.g.e.
25- Az sayıda büyük ailenin, toplantıları için loggia inşa etme izni vardı, çünkü evlerinin içinde uygun alan yoktu.
26- A. Schiaparelli, La casa fiorentina (Floransa, 1908).
27- W. Paatz, "Ein antikischer Stadthaus-Typus im mittelalterlichen Italien" (Kunstgesch. Jahrb. der Bibliothek Hertziana, III, 1939).
28-  14. yüzyılda evler daha düzenli bir biçim kazandı, sokakların düzeyi buna göre ayarlandı ve yollar döşendi.
29- Yine de Villani'nin döneminde bu kişiler hala aptal ve savurgan kabul ediliyordu.

9 Mayıs 2017 Salı

FLORANSA RESİM SANATI VE TOPLUMSAL ARKA PLAN

II. 14. YÜZYILDA SANAT


I. TEMEL ALINAN BAKIŞ AÇISI




















Buraya kadar tartışmış olduğumuz farklı konulardaki düşüncelerin tümü, ayrı sınıfların genel bakış açısını oluşturuyor. Artık yaşama yönelik bu tutumların, farklı tabakaların görsel sanatlara yaklaşımını nasıl etkilediğini görmeliyiz.
14. yüzyılda, tüm diğer sanat biçimlerinde olduğu gibi, İtalya'da ve diğer yerlerde görsel sanatları etkileyen çok belirleyici yeni bir etken, tüm halk sınıflarının, özellikle de yönetimdeki üst orta sınıfın giderek bağımsızlaşan dünya görüşüdür. Görsel sanat yapıtları artık erken Orta Çağ'daki gibi ezoterik, manastır yaşamına ait, halk kümelerinin çoğunluğu için anlaşılmaz, onların beğenisini göz ardı eden özellikte değildi. Bu yapıtlar halk içindi ancak ondan da ötesi ve özellikle - 14. yüzyılda neredeyse tamamen - bu yapıtları halktan kişiler üretiyordu. Onlar giderek artan biçimde kendi dünya görüşlerini yansıttılar. Bu yeni dünya görüşü ve onu izleyen yeni sanat, yeni orta sınıfın par excellence (en ileri düzeyde; ç.n.) bulunduğu ülke olan İtalya'da zorunlu olarak en güçlü biçimde ortaya çıktı. Çok ileri Toskana kent devletleri ile Orta İtalya bu bağlamda gelecekteki gelişim açısından büyük önemdeydi (1). Umbria gibi daha küçük kent devletleri erken dönemlerde çok küçük rol oynadılar. Bu Toskana kentleri arasında önde gelenleri Floransa ve Siena idi. Bu kentlerin ikisinin de kendi toplumsal yapısıyla uyumlu bir dünya görüşü vardı ve bunu sanatlarında güçlü biçimde yansıtıyorlardı. Floransa'da kendine özgü güçlü oligarşik bir üst burjuvazi vardı. Siena ise daha çok bir küçük burjuva demokrasisiydi. Dolayısıyla hiçbir yerde Floransadaki kadar belirgin biçimde üst orta sınıfa özgü bir sanat yoktu.
Floransa'da ihracat yapan tüccarlar ve finansçılar yönetimdeydi. Bunlar kendinden memnun, finansal kaynakları sayesinde aristokrasiyi yenmiş, ekonomik ve siyasi açıdan o dönemde Avrupa'da benzersiz biçimde küçük burjuvazi ile işçilere göre üstün bir konuma ulaşmış, sınırsız büyüme yeteneği olan burjuvalardı. Bu güçlerini çıkarları için gerekli gördükleri her şey için, hiçbir duygusallık göstermeden uygulamaya hazırdılar. Kilise ile dayanışmaları, önemli dilenci Tarikatları ile yakın ve amaca uygun ilişkileri bu yolda onlara yardımcı oldu. Tüm dünyayı sarmış ticareti ve uzak görüşlü öngörüleri ile, 14. yüzyıl Floransa üst burjuvazisinin dünya görüşünde zorunlu olarak bir tür rasyonalizm, tüm ağırlığı maddi ilişkilere veren bir tutku ve yetenek egemendi. Bu etken, o dönemde Hıristiyan dünyasının bir başka yerinde olduğundan daha belirgindi (2). Bu, kapitalizmin özünü, para ekonomisini doğal olarak izleyen bir düşünce yöntemini,  - özetlenecek olursa - rakamlarla açıklanan, zekanın denetlediği bir dünyanın düşünce yöntemini işaret eder (3). Ancak görmüş olduğumuz gibi, Floransa üst burjuvazisinin (4) serbest ekonomik gelişimini zorlaştıran birçok etken vardı. Bu etkenler bu erken dönem kapitalist sınıfın düşünce tarzına göre saf spekülasyon ve akıl dışı göründüğünden hesaba katılmalıydılar. Erken dönem kapitalist girişimcinin çok belirgin bir bütünselliği vardı. Onun Tanrı inancı yanında dünyanın rasyonel düşünce ile denetlenebileceğine yönelik sağlam bir inanışı ile sermayeyi artırabileceğine yönelik kendi gücüne büyük bir güveni vardı. Bunun yanında, macera sevgisi ve sarayla ilgili özellikler gibi pek çoğu feodal aristokratik öğelerden oluşan irrasyonaliteleri de çok gösterdi çünkü o kendini hala birçok bakımlardan aristokrasiye bağlı duyumsuyordu*. Bu "irrasyonel" etken çok karmaşıktır. Bu etken, 13. yüzyıl boyunca Floransa üst orta sınıfının erken devrimci döneminde çok belirgin biçimde, kimi yönlerden gücünü yitirmiş ve rasyonel etkenle sürekli olarak birleşmiş olsa da 14. yüzyılda diğer dönemlere göre daha açık biçimde duyumsanmıştır. İrrasyonel etken kendini farklı biçimlerde göstermiştir: kimi zaman gözü kara bir maceracılık, kimi zaman duygusallığın ön plana geçmesi, kimi zaman derebeylik yaşamına özlem ile. Ortaya çıktığı farklı ortamlara göre ayrı isimler almıştır. Kendi içinde farklılıkları çoktur. Bir tür ortak paydaya ancak kaba bir genelleştirme ile varılabilir. Değerlendirmekte olduğumuz bu dönem boyunca, bu iki dünya görüşünün ögeleri, rasyonel ve irrasyonel, sürekli bir çatışma ve uyum süreci içindeydi. Onları ayıran keskin bir çizgi çizilemezdi çünkü onlar farklı uzlaşmalara varmak için içiçe geçmişti. Örneğin bir parça maceracılık büyük tüccarların en hesapçısı için bile kaçınılmazdı. Üst burjuvazi içinde rasyonel etken en sonunda daha güçlü çıktı (5). Bu etken, gelişim sürecinde, ögeleri herşeye karşın varlığını sürdüren ve yoğunluğu değişse de açıkça görülen irrasyonel etkeni soğurdu.
Dini duygular alanında, söylemeye gerek yok, bu güçlü sınıf üyeleri de kendilerini Tanrı’ya yakın duyumsamak istediler. Curia’nın büyük dış desteğini alarak dilenci Mezhepler ve yardım işlerinden kılgısal anlamda yararlanma olanağını etkili biçimde elde ettiler. Tanrı ile ilişkilerinde kişisel esrime ögesini gerektirecek duygusal bir inancı artık sürdürmediler. Sakin, kendine güvenli bir uzak duruşu yeterli gördüler. Bir yandan da araç olarak gördükleri azizler kültüne izin verdiler. Kilise bu ılımlılığı, bu dini ayrılmayı, dogmatik inancı vurgulayarak bir bakıma destekledi ve dilenci Mezheplerin Kilise ve üst burjuvaziye yararlı yollara saptırılmasına yardım etti.
Kilise’nin üst orta sınıfla ekonomik, toplumsal ve siyasi konularda birçok uzlaşmaya gittiğini daha önce değerlendirmiştik. Aynı zamanda onun kendi ideallerini ilkesel olarak, genellikle çekinceler koyarak savunduğunu da görmüştük. Bu iki küme arasındaki yakın ilişki bağlamında kiliseye özgü–dini ideallerin saf biçimde sürdürülmesi büyük önem taşıdığı için, yalnızca ideolojik açıdan bile olsa, günlük yaşamın sürekli ortaya çıkardığı kılgısal güçlükler üzerinde egemen olmak zorundaydılar. Üst orta sınıf bir yandan, isteklerini acımasızca elde ettiği kılgısal günlük yaşama, diğer yandan ise dini ideale – ikisi farklı düşünce düzlemlerinde de olsa - inandı (6). Üst burjuvazi, Curia ile dayanışmalarından ve dilenci Mezheplerin etkinliklerinden elde ettikleri belirgin yararların ayırdına varmada çok gerçekçi olsa da kendi, yani Kilise dini idealleri her şeye karşın varlığını sürdürmekteydi. Curia ile dayanışma doğal biçimde, bir kurum olarak Kilise'nin dokunulmazlığı idealinin vurgulanmasına neden oldu. Dahası, orta sınıfın, dilenci Mezheplerin ayrıcalıklı konumuna uyum göstermesi, bu günahkar dünyada dilenci Mezheplerin çileci dindar yaşamlarının halkın kurtuluşu için zorunlu olduğu katı inancından kaynaklandı. Üst orta sınıf, bu yaşam idealini, kendi ruhlarını kurtarmak için manastırlara yüklü miktarda bağışlar yaparak olası kılmaya çalıştı. Keşişlerin Tanrı’ya saygısızlık eylemleri veya çileci yaşama uymamaları üst orta sınıfın inancını sarsamadı. Benzer biçimde, yardım işlerinde Kilise ve üst orta sınıf kılgısal işbirliğinin arkaplanında bu gönençli toplumsal sınıfın kurtuluşu elde etme – başka bir deyişle yardımseverlik ideali -  yatıyordu. Ancak genel dünya görüşleri ve ilgi alanları ile uyumlu olacak biçimde üst burjuvazinin bu dini idealleri, abartılmış duygusallığın izlerini taşımıyordu, alçakgönüllü ve ılımlıydı. Onlar bir çilecinin idealini benimsediler ama bu tam mülksüzlük, manastır yaşamı değildi. Dilenci Mezhepler bu manastır idealini kabul ederse üst burjuvazi onları desteklemeye hazırdı, o zaman kendi kendilerini desteklemiş olacaklardı.
Kilise ve dilenci Mezhepler üst orta sınıfla (orta sınıfın tümüyle) yakın ilişkilerini, kendi özel yaşamlarına, düşünce tarzlarına, büyük ölçüde kültürlerine temel etkide bulunacak biçimde sonuna kadar kullandılar. 14. yüzyılda bu, kilise kültürü için bir zorunluluk oldu. En sonunda herşey, ılımlı ve rasyonel tarzda bile olsa dine bağımlıydı. Kilise'nin dünya yorumu, tüm olguların yaklaşmakta olan Tanrı Krallığı sembolik diliyle ilişkisi ve tekil olayları nedensel ilişkilerle açıklayan kendi düşünce biçimleri arasında karşıtlık görme konusunda bilinç eksikliği, bu kesimin üyeleri arasındaki farklı düşünce düzlemlerini kapsayan karmaşık düşünce yapısının karakteristiğiydi. Vurgunun nereye yapılacağı sorunu vardı: Kilise mi büyük oranda seküler oldu ve yeni burjuva-kapitalist düşünce tarzına uyum sağladı, yoksa yeni burjuva halk mı kilise kültürünü edinerek ve oradan kendine pay çıkararak dindarlaştı. Her iki önerme eşit derecede doğru olabilirdi.
Floransa üst orta sınıfının bu genel dünya görüşü sanatlarını nasıl etkiledi? Düşünce yapıları dini merkez aldığı için sanatları da zorunlu olarak herşeyden önce diniydi. Ancak doğal olarak bu dini sanat, tüm Avrupa'da ve özellikle İtalya'da kent yaşamı gerçekten ortaya çıkmaya başlamadan önce, yalıtılmış manastırlarda üretilirken edinmiş olduğu katıksız sembolik, dogmatik ve didaktik karakteri artık taşıyamazdı. Kent burjuvazisi üstün duruma geldiğinde, sanatın amacı Kutsal'ın insancıllaştırılmasına yönelme eğiliminde oldu. Yönetim koltuğuna artık sağlamca yerleşmiş, dünya görüşü az ya da çok rasyonalist olan 14. yüzyıl Floransa üst orta sınıfı, herşeye karşın, temel olarak Tanrı'yı duygusal açıdan insana yakınlaştırmayı amaçlayan orta sınıf sanatının erken devrimci dönemini aşmıştı. Bu sınıfın yine de dini bir sanata gereksinim duyması doğaldı ancak bu - gerçekte yeni olan budur - duygusal açıdan rahatsız edecek kadar dini olmayan, huzurlu bir sanat olmalıydı. Onlar bu yolla tapınma ve saygı nesnelerini temsil etmeyi arzuladılar. Benzer biçimde, günlük yaşamlarının dengeli, dini bir ortama yüceltilmesini gerekçelendirecek kendi dini ideallerinin - örneğin, dindar keşiş (genellikle aziz kılığında), yardımseverlik (genellikle bağışlar biçiminde) - resmedilmesini istediler. Böylesi temsiller, bu ideallerin diğer toplumsal sınıfları da ikna etme ve bağlamasına yardımcı oldu. Tüm dini duygularına karşın, böylesi ölçülü ve gerçekliğe bu kadar yakın bir sınıfın ancak doğaya büyük ölçüde bağlılık göstermiş dini bir sanatla doygunluğa ulaşabileceği açıktır. Onların sanatsal gereksinimlerinin formel yanı ile ilgili söylenmesi gerekenler burada belirtilmiş oldu.
Kilise'nin temel görüşleri bunlarla kabaca örtüştüğü için, birçok diğer alanda olduğu gibi bu sanatsal isteklere de uyum sağlaması zor olmadı. Kentli orta sınıfın yükselişi ile birlikte Kilise’nin dünyevi yaşamı giderek artan biçimde dikkate aldığı ve bununla bağlantılı olarak sanata yaklaşımını değiştirdiği genel olarak Avrupa için doğrudur. Tutucu ortak olarak Kilise, Tanrı’yı insancıllaştıran ve onu yakınlaştıran bir sanatın kurulmasında rol almak için, sembol ve alegoriyi yeğlese de, bu biçimde davrandı. Burada yine de Kilise ve üst burjuvazi, sembolik sanatı üst burjuvazinin kılgısal gereksinimlerini karşılamak için uyarlayarak uzlaşıya gitti. Kilise artık öteki dünyaya etkili bir hazırlık olması bakımından, övgüye değer eylemlerin yansıtılması ile bu dünyaya giderek artan bir önem gösteriyordu. Buna göre Kilise, dünyevi nesneleri Tanrı’nın yaratımları olarak kapsamına almak için sanata izin verme konusunda giderek daha hazır duruma geliyordu (7) ve insan bedeninin resmedilmesi konusundaki yasakları bile azalttı (8). Bu farklı ayrıcalıklar hiçbir yerde, Avrupa’da en ilerici ve Papa’yla en yakın dostluk içinde olan Floransa üst orta sınıf sanatında olduğu gibi böylesine güçlü bir biçimde kabul edilip kullanılmamıştı.
Üst orta sınıf ile alt burjuvazi ilişkisi, karşılıklı bağımlılıktan gelişen ve karşılıklı gönüllü ayrıcalıklar ile sanat alanında kendini gösteren üst orta sınıf ile Kilise ilişkisinden çok farklıydı. En kaba yollarla gücü elinde tutmak isteyen üst burjuvazi açısından, alt sınıflara sanatsal ayrıcalıklar – bir zamanlar duygusal ve sembolik anlamda kısıtlanmış dini duygularına ve onların kültürel yoksunluklarına tanınan ayrıcalıklar - ancak çok ikna edici nedenlerle tanınabilirdi. Kimi zaman tutuculuk ve kendi tabakalarına özgü kendi kültürlerindeki belli yoksunluklar nedeniyle buna zorlandılar. Bu, bireylerden daha çok ortak kuruluşlar, örneğin loncalar ya da dernekler nedeniyle ortaya çıktı. Genel ideolojik değişiklikler zorunlu olarak yavaş olduğu için – kültürel tutucu ögeler kural olarak çoğunluğu oluşturuyordu. Üst burjuvazi ayrıca, siyasi denge küçük burjuvaziden yana bozulduğunda sanatsal açıdan uyum sağlamaya eğilimliydi. Böyle dönemlerde, kültürel açıdan alt orta sınıfa daha yakın olan kendi alt tabakaları genellikle etkisini duyumsatmıştır. Dolayısıyla bu durumlarda, örneğin büyük bankaların çöküşü ile ciompi ayaklanması arası dönemde ve ayaklanmanın hemen ardından, kendi güvensizlikleri üst burjuvaziyi boyun eğmeye itmiş, ya da zorlamıştır. Diğer yandan, artık zararsız olan aristokrasiye karşı giderek artan toplumsal ve ideolojik ilgilerine sanatsal anlatım vermek alışkanlıkları olmuştu. Oysa aristokrasi bu dönemde kültürel açıdan geri kalmış olduğundan böylesi bir yakınlaşmanın etkileri, alt orta sınıfa yaklaşımlarının etkilerinden her zaman ayırdedilemez.  
Bu, dini sanat için olduğu kadar, artık yavaşça bağımsız bir yaşama kavuşan seküler sanat için de geçerliydi. Burjuvazinin 14. yüzyılda kilise kültürü için etkin görev alması, üst tabakalarının kültürel gereksinimlerinin giderek sekülerleşmesini hiçbir biçimde engellemedi. Bu sekülerleşme, eski kilise ve din çevrelerinde olabildiğince yer aldı. Gerçekten de seküler kültür belli bir bağımsızlık kazandıktan uzun süre sonra, seküler kültür ile dini kültür arasında belirgin bir karşıtlık ayırdedilemiyordu. Burada yine bir vurgu sorunu vardır: sekülerleşmenin derecesi mi yoksa dine boyun eğişinin derecesi mi baskındır? Üst orta sınıfın saf dünyevi ortamlara (ekonomi, siyaset) somut arzu ve ilgisi, bir "seküler" sanat yoluyla dini ortama bağlanabilir: Tanrı'nın isteği doğrultusunda eşit derecede ve Tanrı'nın onayı ile idealler biçiminde temsil edilebilirler. Gerçekten yaygınlaşmış bir seküler sanat gibi bir olgu ancak çok ileri üst burjuvazisi ile Floransa gibi büyük ve ekonomik anlamda gelişmiş bir kentte ortaya çıkabilirdi. Bu, Siena için küçük, örneğin Perugia için daha da düşük bir olasılıktı. Üst burjuvazinin dünyevi kültürel ve dolayısıyla sanatsal gereksinimlerinin özellikle öne çıktığı dönemlerde, 14. yüzyılın sonunda, gelişimlerinin hızı ve kendi burjuva yollarını tutarlı biçimde izleme olasılıkları, daha önce görmüş olduğumuz gibi, eski kahramanlık ideallerine belirgin yönelim nedeniyle belli ölçüde engellenmişti. Diğer yandan, yeni burjuvazinin kendine güvenini ve ulusal duygularını güçlendiren klasik kültüre hayranlık 14. yüzyılda üst burjuvazinin seçkin entelektüellerine sınırlı kaldı ve o dönemde bile onların bilinçlerine görsel sanatlarda belirgin anlatım bulmaya yeterli düzeyde işlememişti.
Siyasi güç bakımından, loncaların kuruluşu ve örgütlenme hakkı ile ilgili olarak, üst orta sınıfın altında kalan toplumsal tabakaların, Avrupa’nın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar ezildiğini görmüştük. Dolayısıyla onların duygu ve düşünceleri ile ilgili çok az kanıt bulmamız şaşırtıcı değildir. Toplumsal ölçekte onların içinde en üst kesim olan küçük burjuvazi bile, ilkesel olarak konumunu ilerletmeyi düşünse de tutucuydu, bağımsız değildi, devrimci olmaktan çok gericiydi. Küçük burjuvaya göre küçük mağazası onun dünyasıydı. Ticari etkinliği, üyesi olduğu loncanın tüzüğü ile katı biçimde sınırlandırılmıştı. Büyük karlar elde etme olanağı yoktu (9). Yönelimi herşeyin ötesinde diniydi. Tüm alt kesimlerin toplumsal ve siyasi istekleri Tanrı’ya kavuşma özlemleri ile yakından bağlantılıydı. Üst burjuvazinin kendi siyasi istekleri doğrultusunda ve böylesi ayrıcalıklardan kaçınılamadığında Kilise ile onların heyecanlı dini duyguları için nasıl ayrıcalıklar yarattığından daha önce söz etmiştik. Alt toplumsal kesimler düşünsel gereksinimlerini veya sanatlarını dini çerçeve dışında tasarlayamadılar. Onların çok coşkulu dini duyguları ve aynı zamanda daha büyük kültür yoksunlukları ve cahillikleri doğal olarak rasyonalist ve mantıksal bir sanat ile bağdaşamazdı. Kilise ve dilenci Mezhepler, dogmaya sıkı bağlılığın, onların mistik Tanrı özlemlerine keskin bir karakter verdiğini, dahası onunla birleştiğini gördüler. Dolayısıyla, bu tabakalara karşılık gelen dini sanat, onların duygusallığa eğilimlerine karşın, yüksek derecede didaktik, katı biçimde rahiplere özgü bir karakter gösterdi. Bu tutucu, kültürsüz kesimler, günlük yaşam ve dini düşüncelerinde, şeylerin dış görünümünü gerçeklikleriyle açıklayan eski, sembolik, temele ait olmayan düşünce süreçleri ile yönetilmeye, üst burjuvaziye göre daha yatkındı. Bu dıştan gelen belirteçlere dayanarak onlar sembol ve sembolleştirilen arasındaki ilişkiyi keşfettiler ve onlardan özdeşlikler yarattılar (10). Buna göre, kişilerin oldukları gibi değil başka birşeyin sembolü olarak temsil edildiği geçmişin sembolik ve didaktik sanatı, o dönemde üst orta sınıfın en ilerici ve rasyonalist kesimi için artık uygun değilken bu kesimler arasında varlığını hala bir dereceye kadar sürdürebildi (11). Önceleri alt sınıflar, her ayrıntıyı yakalamadan görünüşlerin genel kavranışından yüksek olasılıkla memnun olmasına karşın Kilise sembolik ve alegorik sanatı artık kitleler için her açıdan çok daha anlaşılır duruma getirmiş, onu her ayrıntısıyla onlar için yakınlaştırmıştı.
Floransa alt kesimlerinden hiçbiri, küçük burjuvalar bile, bağımsız büyük sanat siparişleri verecek ekonomik ve siyasi gücü elde edemedi. Yani sanat yapıtları için müşteri konumuna gelemediler. Onların sanatsal gereksinimleri genellikle yalnızca diğerlerinin sanat yapıtı için verdiği siparişlerden onlara tanıdığı ayrıcalıklar biçiminde kendini göstermişti**. Bunlar sıklıkla dini ortamda daha derin ayrıcalıkların yansımasıydı. Kimi zaman, daha önce görmüş olduğumuz gibi, üst orta sınıfın güvensizlik duygusu nedeniyle ortaya çıkan zorunluluktan doğmuştu. Kimi zaman, Kilise’nin ve özellikle dilenci Tarikatlar’ın tanıdığı ayrıcalıklardan daha çok, hoşgörü ve uyarı niteliğinde önlemlerdi. Dilenci Tarikatlar, alt kesimlerin Curia’ya eleştirel yaklaşımlarından korkuyordu. Bundan dolayı, siparişleri doğrudan veya dolaylı etkileyebildiklerinde, katı biçimde kiliseye ait belirlemelerde bulundular. Aynı zamanda, bu insanların sanatsal dilindeki büyük ilkellik ile doğallık yoksunluğu sıklıkla dikkate alındı. Kısaca, üst orta sınıf ve Kilise’nin bu farklı uyum ve hoşgörüdeki güdüsü çoğu zaman içiçe geçmiş ve Floransa toplumunun ideolojik karmaşıklığından kaynaklanmıştı. Örneğin üst burjuvazi bu tabakaların sembolik sanata eğilimine uyum sağladığında, kısmen Kilise’nin dünya görüşü bağlamında, kısmen de kendi kültürel tutuculuğunun türümü olarak uyum sağlamış oluyordu.  


* Bu niteliklerin toplamına “bireycilik” demek bize fazla katkı sunmaz. Her olguda özel “bireycilik” türünü tanımlamak zorunludur çünkü kelime, yalnızca genel kavram olarak değersizdir. J. Burckhardt (The Civilisation of the Renaissance in Italy, İng. çev. Londra, 1929) “bireycilik”te, kişiliğin gelişiminde Rönesans kültürünün kuruluşunu görmüştür. Onun görüşüne göre Rönesans dönemindeki siyasi koşullar – tiranların ve condottierilerin yükselişi – bireycilik yararınaydı ve kişiliklerin gelişimi diğer kişilerde bireysel olanın tanınmasını sağladı. Ancak bana göre sözünü ettiğimiz tipte sınırsız bireycilik daha çok, mezhepçi toplumsal sistemden köken alan, Orta Çağ’ın şövalyeliğine özgü, kendi mezhebininki dışında baskıyı kabul etmeyen, süregiden bir feodal bireycilik biçimiydi. Condottierede erken kapitalist girişimci ve maceracı tipten de bir parça vardı. Burjuva bireyciliğinin yollarını döşeyen, toplumsal engelleri zenginliği ile ve yeni ve kendini benimsetmiş bir sınıf yaratarak ya da eski bir sınıfa kendini kabul ettirerek yıkan devrimci tüccardır. Onun, denetlenemeyen aristokratik bireyciliğe (bu erken dönemde nadiren saf biçimde bulunsa da) en güçlü olarak değerlendirilebilecek karşıtlık ile çözmek zorunda olduğu ekonomik hesap budur. Burckhardt’ın Rönesans’ta kahramanlıkla ilgili bireycilik kuramının çürütmeleri vardır ama bunlar özellikle Troeltsch (Renaissance und Reformation) ile Burdach (a.g.e) düşünce tarihi bakış açısındandır. Burckhardt’ın bakış açısıyla Rönesans’ta bireycilik ile Orta Çağ feodal şövalyeleri bireyciliği arasındaki ilişki için bkz. Huizinga, a.g.e.
“Bir bütün olarak” Rönesans’ın geç Orta Çağ’a ait mi yoksa modern çağların başlangıcı olarak mı değerlendirileceği sorunu, kesinlik içermediğinden bu, Rönesans bireyciliği tartışması kadar gereksizdir. Troeltsch’un doğru söylediği gibi, baskın gördüğümüz etkene göre herhangi bir görüşü benimseyebiliriz. Orta Çağ kuramı ile J. Neumann ve Huizinga, modern kuram ile Thode, haklı olabilirler. Ancak biz genel sınıflamalar ile ilgilenmiyoruz. Bizim sorunumuz daha çok her dönemin, dahası her onyılın özel, belirgin özelliklerini ortaya çıkarmaktır. Burckhardt’ın tüm Rönesans tezinin temel zayıflığı, kesinlikle tarihsel gelişim sürecini çok fazla gözardı etmesidir.
** Küçük burjuvazinin sanat alanında oynadığı rol temelde edilgen olduğundan, sanat için genellikle geniş anlamda “küçük burjuva” ve “halkın zevkine uygun” terimlerini kullandım. Amacım gerçek küçük burjuvazi ile üst burjuvazinin tutucu kesimi ve tüm orta burjuvazinin genel beğeni çizgisini göstermekti.

  

Notlar:
1- Kuzey İtalya, yani Venedik, Milano ve Cenova, daha az gelişmiş endüstrileri ile burada tartışmadığımız, daha az önemde etki taşıyorlardı.
2- Bu nedenle Floransalı finansçı ve üreticiler tüm dünyada uzman diye adlandırılıyor ve sıklıkla diğer ülkelerin tüm finans siyasetini belirliyorlardı.
3- Ayrıntılı tartışma için bkz. W. Sombart, The Quintessence of Capitalism (İng. çev., 1915) ve Martin, Sociology of Renaissance.
4- Örneğin yün endüstrisinde aşırı derecede karmaşık üretim süreci, finans işlemlerinin feodal ve yarı-feodal saraylara bağımlılığı, akıl dışı büyük riskler ve neredeyse akıl dışı büyük karlar, Kilise’nin onların ekonomik etkinliğine getirdiği sınırlar.
5- Orta sınıfı, Floransa’daki ekonomik ve ideolojik gelişimi yakalayamamış olan kuzey ülkelerinde, özellikle Fransa ve Almanya’da, durum çok farklıydı. Dolayısıyla bu ülkelerdeki burjuvazi, dünya görüşü bakımından daha az tutarlı rasyonalistti ve irrasyonalist ögeler sanatlarında daha önemli rol oynamıştı.
6- Bu iki düzlem arasında uyuşmazlık bulunmadığı – bir yanda ticari sezgi, dahası düzenbazlık, diğer yanda dini ve ahlaki ideallere vurgu – Floransalı tüccar Paolo di Ser Pace’nin 14. yüzyılın ortalarında yazdığı Book of Good Examples and Good Manners’de gösterilmiştir. Bkz. G. Biagi, “The Mind and Manners of a Florentine Merchant of the Fourteenth Century” yapıtında, Men and Manners of Old Florence bölümü içinde (İng. çev., Londra, 1909). Floransalı tüccarın kimi zaman günlük etkinliklerine karşıt olarak dini bilinç duymadığını savlamıyorum (ör. Faizcilikten elde edilen karların ölüm yatağında “onarımı”). Ama bunlar zihnin olabildiğince uzak köşesine gönderiliyordu. Bunlar ancak 16. ve 17. yüzyılda, İngiliz-İskoç püriten tüccar dünya görüşü bağlamında ortadan kalktı. Onlarda iş başarısı ve kurtuluş savı arasındaki yakın ilişki, iç güvenlik sezgisine malolmuştu. Bkz. M. Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (İng. çev. Londra, 1930) ve R. H. Tawney, Religion and the Rise of Capitalism (Londra, 1926).
7- M. Dvorak, “Idealismus und Naturalismus in der gotischen Skulptur und Malerei”, Kunstgeschichte als Geistesgeschichte cildi içinde (Münih, 1927).
8- Kilise’nin estetik görüşleri konusunda ayrıntılı inceleme için bkz. Sanatta Çağdaş Görüşler bölümü.
9- G. Luzzatti, “Piccoli e grandi mercanti nelle citta italiane del Rinascimento” (Volume commemorativo in onore di Giuseppe Prato, Torino, 1930).
10- Bu dönemde sembolik düşünce konusunda ayrıntılı inceleme için bkz. Huizinga, a.g.e.
11- Alt kesimler arasında dini sembolizme eğilim gösterilmişti: örneğin, 1378’de küçük ustalar ve işçilerin yeni kurduğu loncalar için tasarlanmış armalarda. Varolan küçük loncaların armalarında genellikle ticari ünvanlarıyla ilgili bir alet temsil ediliyorken, terziler artık cennetten bir zeytin dalıyla gelmiş Tanrı ve kılıç ile haç tutan melek ciompi armasını seçiyorlardı.

2 Nisan 2017 Pazar

FLORANSA RESİM SANATI VE TOPLUMSAL ARKA PLAN

4. FELSEFE, ÖĞRENİM VE YAZIN



Görsel sanatlarla ilgili çözümlememize başlamadan önce, birbirine koşut ilgi alanları açısından o dönemde felsefe, öğrenim, bilim ve yazın üzerine birkaç not düşebiliriz.
Felsefeyle yalnızca dönemin genel teolojik ve bilimsel kültürünün bir parçası olması açısından ilgileneceğiz. Skolastisizmin doğuşu, gelişimi ve daha sonraki biçimlerini ele almayacağız. En önemli başarılarından birini - Curia ve Floransa orta sınıfının benimsediği ortak felsefe olan 13. yüzyıl Thomist sistemi - daha önce tartıştık. Teolojideki kuşkucu ve rasyonel evrimin – felsefenin teolojik çerçeve içinde evrimi – Avrupa’nın en ilerici kenti Floransa’da, dahası İtalya’da bile değil de daha arka plandaki kuzey ülkelerinde gerçekleşmesi ilginçtir. Artık yavaşça biçimlenen o ulusal Devletler’de burjuvazi ve prenslerin kılgısal ve ideolojik çıkarları kendini yeni ekonomik ve siyasi kuramlarla yeni bir felsefede gösterdi. Bu yeni akım, genel ilkelere karşıt olarak bireysel olguların önemini öne çıkardı. Bu ülkelerde, başlangıçtaki görece demokratik ve ilerici eğilimlerinden bir kısım öğeleri koruyabilen, özellikle Fransisken olan ruhban sınıfının yaratılması, 13. yüzyılın ikinci yarısında Duns Scotus felsefesini, ona bağlı olarak, onu izleyen yüzyılın ilk yarısında ise ondan çok daha radikal olan Occam Nominalizmi’ni ortaya çıkardı (1). Bu bölgelerde orta sınıf kendi yeni seküler felsefesini üretmek için henüz çok zayıftı. Temel amaçları burada da başka yerlerde olduğu gibi benzer eğilimdeki siyasi düşünce ile birlik içinde, çok güçlü merkezi Papalık’ı geri plana itmek olsa da felsefeleri, yalnızca teoloji kapsamında, Kilise’nin genel kültürü içinde anlatım bulabiliyordu (2).
İtalya’da, özellikle Floransa’da durum tamamen farklıydı. Orada, Papa ve orta sınıfın en ileri kesiminin birbirlerine bağımlılıkları bağlamında, ikinci küme, Kilise’nin seçtiği felsefeyi, başlangıçta ilerici ancak artık tutucu rasyonalist olan, en sadık izleyicileri Dominikenler’in savunduğu Thomizm’i benimsedi. Üst burjuvazi bu felsefeyi 14. yüzyıl boyunca açıkça ve en güçlü oldukları dönem olan 15. yüzyılın başında az ya da çok gizlice kabul etti (3). Kilise ve dilenci Mezheplerin tam bir uyum içinde çalıştığı Floransa’da Fransiskenler, ilerici eğilimler göstermediler, Curia’nin buyruğuna karşı gelmemeye dikkat ettiler. En fazla, Duns Scotus’un ılımlı öğretilerine bağlandılar. Dışardan gelen Nominalizm, Aquinalının Realizmine keskin karşıtlık içinde ilerici bir düşünce sistemi olacak önemde değildi. Skolastik bir biçem olarak daha sonra kabul edilmişti, ardından da tutucu olarak değerlendirildi (4). Sistematik bir öğreti olarak İbni Rüşdcülüğün de Floransa’da çok yandaşı yoktu. Kısmen Nominalizme benzeyen bu sistem ondan daha moderndi. Kilise bu sistemi mahkum etmişti ve Aquinalı özellikle ona saldırıyordu. Bunlara karşın İtalya’nın belli kesimlerinde, özellikle Padova’da, 14. ve 15. yüzyıllarda İbni Rüşdcülüğü benimseyen halk kitleleri vardı. Filozof İbni Rüşd (12. yüzyıl) doğrultusunda Aristoteles yorumunu yalnızca küçük bir sol entelektüel seçkin kesim, özellikle hekimler ve doğa bilimciler benimsedi. Saf rasyonalist ve amprisist olduklarını savladılar (5) ve onun, kitleleri dışlayan öğretilerinin aşırı kuramsal karakterini kabul eden bir tür gizli topluluk oluşturdular. Yandaşlarının bir kısmı gerçekten özgür düşünce yolundan gitmiş olabilir. Bu küme içindeki düşünce izleri o kadar çeşitlilik gösteriyordu ki Floransa üst orta sınıfından aklı başında, yan tutmayan birçok birey belli belirsiz İbni Rüşdcü veya Epikürcü olarak adlandırılabilirdi. Örneğin, bu sınıfla dayanışan Papa VIII. Boniface için böyle olmuştur. Ancak işler bundan ileri gitmemiştir. Floransa üst orta sınıfının gözünde radikal Nominalizm veya radikal İbni Rüşdcülük için Kilise'yle tartışmaya değmezdi (6).
Floransa burjuvazisi arasında kendine özgü entelektüel hareket ancak uzun bir hazırlık döneminin ardından, 14. yüzyılın ikinci yarısında doğdu ve 15. yüzyıl başında, Nominalizmin kuzey ülkelerinde doruk noktasını aştığı dönemde tam olgunluğuna ulaştı. Ancak geç başlamış olsa da erişimi Nominalizmi aştı. Thomizmi inançla ve yan tutmadan kabul etmesine karşın Floransa orta sınıfı, gerçek yurttaşlar, halk, antik dönemin seküler felsefesini bağımsızca öğrenme yolunu bulmuş ve böylelikle teolojiden giderek özgürleşen, artan biçimde rasyonalist olan ve yavaş yavaş seküler bilimin doğasını alan bir felsefe yaratabilmiştir. Bu felsefeye, ilerici bile olsa o dönemin hiçbir teolojik sistemi eş değildi. Nominalizm Thomizm'e başka yerlerde olduğu gibi Floransa'da da açıkça saldırmasaydı – çünkü bu Floransa üst burjuvazisinin çıkarlarına aykırı olabilirdi - Thomizm uzun vadede kendi içinden çok daha etkili biçimde zayıflayacaktı. Onun temel klasik ögesi, bu ögenin tam anlamıyla yeni, daha seküler ve bilimsel doğrultuda dönüştürülmesiyle ortadan kaldırılmıştı ve o, artık Thomizmle her zamankinden daha uyumsuz duruma gelmişti. Dolayısıyla burada, gelecek açısından orta sınıf kültürü için kuzeydekinden daha önemli birşey yaratılmıştı. Klasik seküler felsefenin Floransa’da gördüğü o döneme özgü kent halkı kültüründen kaynaklanan büyük saygı ve onunla bağlantılı bilimsel bilgi, bu konuda biraz daha ilerlersek ancak tam olarak anlaşılabilir. Antik kültürün, felsefe ve Floransa orta sınıfının tüm bilimsel kültürüne – birçok ideolojik alandaki izlerini daha önce görmüştük - etkisinde önemli rolüne göz atmamız gerekir, çünkü o görsel sanatları da derinden etkileyen bir bilgi kaynağıydı.
Kültürlü seçkin yeni orta sınıf, özellikle de onun üst tabakası, giderek sekülerleşen kendi kültürel ilgi alanları ve bilimin klasik bilgisinden destek aldılar. Dolayısıyla artık, erken Ortaçağ’daki gibi saf kilise düşünce sistemi içine antik dönem bilgi parçaları yerleştirmek ya da antik dönem bilgisini kullanmak sorunu yoktur. Burjuva dünya görüşü ilk dönemlerinde bile antik dönemden, kilise ve feodal dünya görüşlerine göre doğal olarak daha fazla, görece daha saf ve kendine daha uygun ögeleri istedi. Çünkü bu önemli dönemde gelişmiş bir orta sınıf ve görece seküler bir orta sınıf kültürü vardı. Antik döneme borçluluk düzeylerindeki bu farklılık 14. ve 15. yüzyıllardaki "Rönesans" ile daha önceki "Rönesans" dönemleri arasındaki tüm farkı yaratır. Bu gelişimin yüksek olgunluğu ve örtük biçimde belirttiği vatansever güdüler nedeniyle, antikite İtalya dışındaki başka hiçbir orta sınıfa böylesine önemli veya konuyla böylesine ilgili bilgi kaynağı sunamazdı. Açıktır ki yükselişte olan vatansever İtalyan burjuvazisi için İtalya'da klasik bilginin, "ataların" bilgisi adına her düşünce alanında başka herhangi bir ülkeye göre daha çok anı bulundurması çok önemlidir. Yeni burjuva bilgi birikimine kanıt göstermek için antikitenin "eski" bilgisi bir otorite olarak gösterilebilirdi.
Yine de antik dönemin gerçekten tarihsel kavranışı çok nadirdi çünkü onlar antikiteye ancak o kendilerini etkilediğinde gönderme yapıyordu. Klasik kültür, siyasi önem ile birlik içindedir ancak her nesil ve toplumsal kesim onu başka birşeye dönüştürür. Antik dünyanın karmaşık ve sıklıkla tutarsız düşüncelerinden herkes kendine en uygun olanı seçti ve kendi entelektüel dünyasına yerleştirdi. Bize bugün olağanüstü ve örgensellik karşıtı görünebilir, her klasik uyanışa ve dahası antik dönemi taklit eden modalara kendi karakterini kazandıran tam olarak bu dönüşüm ve farklı ögelerin karışımıdır. Tüm bunlar yeni orta sınıf ulusalcılığının çıkarları uğruna siyasi açıdan sömürülen antikite düşüncesi ile eski dünyanın bilimsel (felsefe, tarih, doğa bilimleri), yazınsal ve sanatsal değerleri için geçerlidir. Hepsinden ötesi, erken burjuva dönemi süresince, özellikle 14. yüzyılda ve daha az oranda 15. yüzyıl başında, antik veya antik dönemi taklit eden düşünceler - kimi zaman varsayımsal olsa da - genellikle son çare olarak din boyunduruğuna girmişlerdi. Özellikle klasik şiir uzun süreli varlığını bu dine boyun eğişe borçluydu. Tanrı sözcüğünden ayrıldığı yerde o alegorik olarak yorumlanıyordu. Yine de klasik kültürün bu dini ve diğer dönüşümleri, Avrupa’nın diğer bölgeleri ile karşılaştırdığımızda onun bu dönemde İtalya’daki olağandışı önemini azaltmaz. Dolayısıyla özellikle 14. yüzyıl boyunca, kilise dünya görüşü entelektüel çevrelerde bile henüz otoriterken, antikite ögelerini, burjuva ulusal duyarlıklarını ve dini duyguları güçlendirmek üzere özellikle ve isteğe bağlı olarak sıklıkla birleşmiş biçimde buluruz. Dante, Rienzo ve Petrarch her biri kendi yolundan giden karakteristik örneklerdir (7).
Felsefi alanda bu dönüşüm ve birleşim süreci her antik okul için geçerliydi. Temelde skolastik olan uyum arayışı, klasik felsefenin Hıristiyan dini duyguları ile uzlaşım içine girmesi zorunluluğunu getirdi (Salutati). Bu tutum, Aristoteles için olduğu gibi, Floransa ilerici çevrelerinde çok popüler olan, antik Roma aristokrat-burjuva entelektüel üst tabakasının Stoacı felsefesi ve doğal olarak Boethius’un Hıristiyan-klasik eklektisizmi için de geçerliydi (8). Bu yeni seküler halk felsefesinin erken dönemdeki karakteristiği, Salutati’nin, bu son eğilimi Thomist sistem ile birleştirme veya en azından uzlaştırma çabasıydı. O ve Petrarch, geç Stoacıların dünyayı hor görmesi ile Hıristiyan çileciliği arasında yakın ilişki bulmuştu (9). Ancak Petrarch skolastisizme tam olarak karşıydı. O, yerine göre dini duygular ile kusursuz bir uyum içinde olan antik felsefeyi yeğledi. Bir Augustinus hayranı olarak, onun gözünde skolastisizm ile (her durumda yüksek olasılıkla ona göre fazla analitik olan) Aristoteles'e göre daha az uzlaşmış görünen ve daha spirituel olan Platon'u seçti (10, 11). Petrarch ayrıca mutlakiyetçi imparatorlar dönemindeki, dini, edilgen, Platon’a yakın renkler taşıyan geç dönem Stoacılık’a (Seneca) da çok şey borçludur. Oysa ciddi Roma gravitas (ağırbaşlılık; ç.n.)’ının temsilcisi olan Bruni’nin felsefesinde, gençliğinde Platon’dan etkilenmiş olsa da, spiritüel veya mistik hiçbir şey yoktu. Aristoteles’in açık seçikliği ve dizgeselciliğinden etkilenen o, düşüncelerini yabancı Hıristiyan dini düşüncesi ile Aquinalı’ya göre daha az birleştirdi ve onları çok daha seküler ve rasyonalist tarzda yorumladı. Bu, o dönemde, Floransa üst orta sınıfının en büyük gücü elinde tuttuğu 15. yüzyıl başı için karakteristikti (12). Dolayısıyla, klasik Aristoteles’i düzelttikten sonra Bruni, onu antik dönemin diğer felsefe okullarıyla uyumlu duruma getirmeye çalıştı: Stoacılık ve Epikürcülük ile (13) (Isagicon moralis disciplinae, 1421-24). Skolastisizm hizmetinde bir uyum oluşturmak zorunlu bir girişim değildi. Bu daha çok antik felsefenin eklektik bir uyumuydu. Bruni, özellikle, az ya da çok Stoacı bir yaşam felsefesi ortaya attı. Ancak Roma Stoacılığına bu her zamankinden çok bağlılık artık daha seküler ve duygusuz biçimde (Roma cumhuriyeti dönemi erken evrede varsayılan biçim ve bununla ilişkili Floransa üst burjuvazisinin siyasi çıkarımlarını daha önce görmüştük) ortaya çıkıyordu. Çünkü bu felsefe, insanın kendi iç gücüne dayanarak çileciliğe karşı soğukkanlılık ve güvenliği sağladı, arzunun önemini vurgulayarak onu dünyada ilerleyebilmesi, türdeşlerine yararlı bir yaşam sürmesi konusunda cesaretlendirdi (14). Bruni gerçekte bağımsız ya da sıkı örülmüş bir düşünce yöntemi geliştirmiş olmasa da antik felsefe sayesinde düşünceyi Kilise otoritesinden özgürleştirdi ve antikiteden yeni düşünce biçimleri getirdi. Petrarch’ın zaten saldırmış bulunduğu skolastik mantıkın yerini artık retorik almıştı (15).
Değişen tutum ya da burjuva entelektüellerin kendi felsefeleri ve klasik felsefeye yaklaşımlarındaki büyük tutarlılık, 15. yüzyıl başlarında onların kendi kültürleri ve klasik kültüre bütünsel yaklaşımlarının karakteristiğidir. Dolayısıyla 13. yüzyılla birlikte başlayan klasik kültürün kazanımıyla ilgili birkaç temel olguyu not etmeye değer çünkü bu konuyla ilgili tüm tutum ve süreç Floransa orta sınıfının genel kültürel yaklaşımına ışık tutar.
13. yüzyılın ikinci yarısı gibi erken bir dönemde ve 14. yüzyılın ilk yarısında, antik dönem yazarlardan çok sayıda çeviri yapılmıştı. Bu yapıtları özellikle rahipler (Fra Guido da Pisa, Bartolommeo da S. Concordio), dini ve ahlaki amaçlar için çevirmişlerdi. Seçilen antik dönem yazarlarının çoğu özellikle tinsel anlamda Hıristiyanlığa yakın olarak değerlendiriliyordu: Cicero, Vergilius, Seneca, Boethius. Bunların yanısıra Livy ve Sallust da çevrildi. “Kaba” İtalyan diline çevrilen bu yapıtlar aracılığıyla klasik bilginin (felsefe, tarih, yazın) kimi bölümleri, çok skolastik bir biçime dönüşmüş olsa da, toplum geneli için erişilebilir oldu. Bu çevirilerin en önemlisi, Domeniken Bartolommeo da S. Concordio’nun (1262–1347) derlediği klasik felsefecilerin (16) maksimlerinin bir toplamı olan Ammaestramenti degli Antchi, Floransa üst orta sınıf üyelerinin büyük uyarıları ile gerçekleştirilmiştir.
Bu çeviriler her şeye karşın temel olarak yine de kilise kaynak yapıtlarıydı. Antik dönem yalnızca bir ilgi alanıydı. Petrarch’ın antikiteye adanmış coşkulu, sistematik ve bilimsel uğraşı çok farklıydı ve bu gelişimde en önemli dönemi belirliyordu. Petrarch antikiteyi bütünsel olarak gördü ve bilinçli bir biçimde klasik kültürle bağlantısını kurdu. Bu belirleyici yeni bakış açısı ile klasik bilgiyi bir araya getirip yaymayı amaçladı. Onun antikiteyi yayma konusundaki tutkusu ve antik dönemin siyasi, felsefi ve yazınsal değerlerine dönüş isteği, o dönemdeki İtalya’yı ulusal geçmişi ile birleştirme çabasını temsil eder. Bu çaba doğal olarak burjuvazinin entelektüel dünyasının çok canlı ve güncel ilgi odağıydı (17). Klasik kültürün, özellikle Roma ve onun önemli kişiliklerinin bu yeniden yapılandırılması doğal olarak bilimsel çalışma ve araştırmaları uyarmıştır. Petrarch bu alanda da Latince metinleri, özellikle Cicero’nun yapıtlarını toplayan, dilbilimsel yönden düzelten ilk kişiydi. Yine de Petrarch ve onun coşkulu izleyicisi Boccaccio, antik dönem ile ilgili uğraşlarında o dönemde daha geniş çevrelerle ilişki kurmadılar. Bu hümanistlerin tüm önemli yapıtları 14. yüzyılda yalnızca görece küçük entelektüel bir çevrede anlaşılan Roma antik dönem dili olan Latince yazılmıştı. Bunlara örnek olarak Petrarch’ın Epistles, De Viris illustribus (ünlü Romalıların biyografileri) ve De Rebus memorandis (ağırlıklı olarak antik dönemden ünlü kişilerin toplu sözleri) adlı yapıtları verilebilir. Pertrarch’ın Latince kullanırken kılgısal amacı doğal olarak Roma ruhunu yeniden canlandırmak, aynı zamanda bilinçli olarak üst burjuvazi kültürlü çevreleri ve ruhban sınıfına sınırlandırmaktı. Skolastiklere göre daha net, kulağa daha hoş gelen bir Latince ile yazmaya çalıştı. Petrarch, bir yere kadar Boccaccio ve daha sonra hümanist çevrelerden çok sayıda önde gelen, İtalyanca yazmayı kabalık olarak değerlendirdiler.
Boccaccio’nun klasik uğraşları Petrarch’ınkiler kadar etkili değildi. O daha çok ayrıntı ve notlar toplamaya çalıştı. Kendini artık yazına adamadığı yaşamının son dönemine doğru, 25 yıl üzerinde çalıştığı klasik söylen De Genealogiis deorum gentilium gibi bilimsel derlemeler yazdı. Kendi türünde o güne kadarki en tutkulu girişim olan ve gelecek birçok nesil için önemi hiç abartılmış olmayacak bu kitap, mitolojideki tüm tanrıların üzerinde dikkatlice çalışılmış soyağacını içeriyordu. Ortaçağ ve geç dönem geleneğini izleyen Boccaccio aynı zamanda söylenlere alegorik açıklamalar getiriyordu. Homeros’tan kısmen yararlandı ancak yapıtı temel olarak Romalı yazarlara (özellikle geç dönem Roma) ve bu öyküleri özetlemiş olan ortaçağ dönemi yazarlara dayanıyordu (18). Benzer özellikte diğer iki klasik yazın derlemesi onun De Claris mulieribus ve De Casibus virorum illustrium yapıtlarıdır. Petrarch’ta da sıklıkla olduğu gibi burada da izlek, mutluluğun değişkenliğidir. Boccaccio’nun bu yapıtları bilim insanları ve şairler için temel gereç ve 15. yüzyıl sanatçıları için tükenmez bir konu malzemesi sağlamıştır. Petrarch’ın sözü edilen yapıtları gibi bu yapıtlar da, antik dönem tarihine artan ilgi nedeniyle kısa zaman içinde bir zorunluluğa dönüşen İtalyanca’ya çevrilerek daha geniş orta sınıf çevrelerine yayılmıştır. Özgün Latince yapıtların basımından kısa süre sonra Petrarch ve Boccaccio’nun bu çevirilerini, çok sayıda klasik yazarın yapıtları yanı sıra (19), uzman hümanistler ve diğer meslekleri yürüten yazarlar (örneğin noterler) kabullendiler. Yaklaşımları da bir kümeye sıkı biçimde sınırlandırılmış değildi. Görece kısa bir zaman sonra Petrarch’ın klasikler üzerine yapıtları yalnızca bu İtalyanca çevirilerde yaşadı çünkü özgün yapıtların modası kısa süre içinde geçmişti, Latince okuyan ve artık daha modern yapıtları yeğleyen entelektüel çevreler için çok ortaçağa özgü ahlak dersi verir nitelikte olmuştu. Antikite tüm toplumsal kesimlere girmiş olsa da bu her yerde farklı yolla, farklı biçimde olmuştu.
Antikitenin daha kusursuz bir resmini elde etmek için hümanistler, entelektüeller, 14. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Latince metinleri ve daha sonra da bir dereceye kadar Yunanca metinleri aramayı sürdürdüler (20). En yoğun olarak Poggio 15. yüzyılın başında bu arama çabasını gösterdi (21).  Yunanlıların bilgisi artık hümanistler arasında güncel duruma gelmişti. Onların Yunan felsefesi ile şiirini özgün dilinden öğrenmeleri büyük sonuçlar doğurdu. Gerçek bir felsefe kültürü taşıyan, İtalya'ya yerleşen ilk Bizanslı Manuel Chrysoloras, etkili bir aracı olarak görev yaptı ve tüm İtalyan entelektüellerini 1397-1401 yılları arasında onun eğitim verdiği Floransa Üniversitesine topladı (22).  Floransa artık bir çeviri merkezi durumuna gelmişti. Bruni Aristoteles’i (Etik, Politika) Latince’ye çevirdiğinde bu çeviri, Aquinalı dönemindeki çevirilere göre daha açık, daha kusursuz, daha zarif ve daha etkili idi. Onun Aristoteles (ve Platon) (23) çevirileri kültürlü insanlar arasında büyük beğeni kazandı ve o kişileri Yunan filozoflarının kiliseye özgü-skolastik çevirilerinden kısmen de olsa kurtardı. Üst orta sınıfa etkili bir ideoloji sağlanmıştı. Dolayısıyla bu sınıfın ilerici çevrelerinde klasik felsefe ve klasik kültür ile ilişki, genelde giderek artan biçimde daha yakın, daha rasyonalist, yaşamı daha olumlayıcı, daha seküler olmuştur.
Bu bağlamda, 14. yüzyıl sonu Salutati nesli ile 15. yüzyıl başı daha radikal Bruni ve Poggio neslini büyük bir basamak ayırır (24). Entelektüeller arasında artık çok daha keskin tinsel bir ayırım ortaya çıkmıştı. Klasiki de kapsayan seküler bilgiyi teolojiye hazırlık olarak kabul eden  Salutati’nin döneminde bir rahibin, Luigi Marsigli’nin (gerçekten Kilise’den çok toplumun yanındaydı ve klasik felsefede özellikle çok bilgiliydi), Floransa’nın en ilerici ve rasyonalist çevresinin üyesi olması olasıydı. Ancak Salutati’nin yaşamının sonuna doğru, hümanist hareketin sekülerleşmesi sonucunda Kilise, özellikle dilenci Mezhepler, bir dereceye kadar klasik bilgi ve hümanizme düşmandı (25). Buna karşın genel olarak hümanistler, üst orta sınıf gibi, daha önce görmüş olduğumuz üzere, Kilise ile çok iyi ilişkiler içindeydiler (26). Salutati antikiteye yaklaşımında; sağında yer alan, eğitimde klasik etkinin gençlik için bir tehlike olduğunu düşünen (Lucula Noctis, 1405) Dominiken Dominici ile solunda yer alan, kendilerini Salutati’ye göre antik kültürle çok daha yoğun ilişki içinde gören, kesinlikle din karşıtı olmamalarına karşın antikiteye karşı çok daha olumlu bir yaklaşımı benimseyen Bruni, Niccoli ve Poggio’nun arasında bulunur (27). Niccolo Niccoli (1364-1437), varlıklı bir tüccarın oğlu ve Cosimo de’ Medici’nin bilim danışmanıydı. O, klasik metinler konusunda en kusursuz uzmandı. Kilise metinleri konusunda çok bilgiliydi ve klasik metinlerle ilgili Floransa’nın, daha doğrusu o dönemde eğitimli dünyanın en büyük kütüphanesi onundu (28).
Bruni ve Niccoli’nin çevresinde Petrarch’ın klasik düşünce dünyası o döneme kadarki en üst görünümüne ulaştı. Bu çevrede düşünce bile, kendi ölçütleri içinde yeni bilimsel bir dizgeselleştirme ve düzeni gerektiren bir biçim almaya başladı (29). Antikiteye ait bilginin değeri (Bruni özelinde, felsefe ve Roma tarihi) ve bunun iyi bir Latin üslubuyla gösterimi, felsefenin veya herhangi bir ciddi araştırmanın aracı olarak kaba dilin küçümsenmesi en çok burada kendini gösterdi. Petrarch’ın önceden dillendirmiş olduğu skolastisizme karşıtlık, Floransa’da artık açıkça belirtiliyordu. Popüler, İtalyanca yazılmış, eski moda, skolastik – bu terimlerin tümü bu çevrede aynı anlama geliyordu. Hümanistlerden oluşan bu yeni neslin radikal ve seküler tini en açık biçimde kendini Bruni’nin Dialogi ad Petrum Paulum Histrum (1401) yapıtında gösterdi. Bu yapıtta, gerçekte olduğu gibi Salutati tutucuların, Niccoli modern bakış açısının sözcüsüydü. Niccoli burada açıkça, o dönem için henüz eksik olsa da giderek artan antik dönem bilgisinin yardımıyla, öğrenimin tüm yapısının baştan kurulması gerektiğini söyler. Niccoli her durumda, her bir olguya ayrı ayrı kendi ahlaki yöntemini uygulayan skolastizmi, umutsuz bir kaos olarak değerlendirir. Biz onda, Petrarch’ta olduğu gibi, Dante’ye karşı skolastisizmi ve “eğitimsizliği” – modernlerin gözünden klasik bilgi eksikliği - bakımından bir küçümseme buluruz (30). Aynı suçlama, onların artık yeterince açık bulunmayan ve Cicerocu olarak değerlendiren Latin tarzına saldırı ile birlikte, 14. yüzyıl erken dönem hümanistleri Petrarch ve Boccacio’ya bile yöneltilmiştir.
Ancak klasik bilgiye yönelik araştırmalar Bruni ve Niccoli’nin yüksek kültürlü dar çevresi veya tam o yıllarda en önemli İtalyan hümanistlerin Yunan ve Latin yazınını öğretme konusunda birbiriyle çekiştiği üniversiteye sınırlı kalmadı. Bruni-Niccoli çevresi yalnızca rasyonalist ve entelektüel tepe noktası, üst orta sınıfın en radikal seküler ve klasik bilgi açısından en kültürlü kesimini oluşturuyordu. 14. yüzyıl sonunda kendini öğrenime adamış kişilerin düzensiz aralıklarla gerçekleşen toplantıları ile karşılaştırıldığında (o dönemde önemli tek topluluk, S. Spirito’nun Augustinusçu Keşişleri manastırında biraraya gelen, Niccoli’nin de katıldığı Marsigli ve Salutati çevresiydi) o dönemde üst burjuvazi içinden, klasik yazarların ciddiyetle tartışıldığı ve çevrildiği çok sayıda küme ortaya çıkmıştı (31). Döneminin yüksek olasılıkla en önemli Yunanca ve Latince uzmanı ünlü hümanist Francesco Filelfo, üniversite yanı sıra seçkin bir özel öğrenci kümesi için de eğitim verdi. Yalnızca 15. yüzyılın başlarında sıkı bir küme oluşturan Bruni-Niccoli çevresinden, çok sayıda yan küme ortaya çıktı. Örneğin Papa’nın Floransa’da olduğu dönemlerde Curia çevresi (Bruni, Poggio) antik dönem felsefesi tartıştılar. Camaldolensian başrahibi Ambrosio Traversari’nin ruhban sınıfı üyelerinden oluşan küme, S. Maria degli Angeli manastırında toplanıyordu (1430; Niccoli bu kümeye üyeydi). Bu küme temel olarak Yunan kilise yazarlarını çevirdi. Aralarında küçük farklılıklara karşın bu hümanist çevreler az ya da çok birbirine bağlıydı. Bruni ve Niccoli, ya da Manetti (kendi evinde bir başka küme toplanıyordu) gibi daha dindar görüşlü hümanistler, matematikçi Toscanelli gibi saf biliminsanları, Cosimo de’ Medici gibi zengin orta sınıf üyeleri, aynı dönemde birçok farklı kümeye üyeydiler. Zengin bir aileden gelen Roberto de’ Rossi, Chrysoloras’ın öğrencisiydi. Kendi evinde Floransalı zengin aile çocukları için bir tür özgür üniversite açmıştı. Cosimo de’ Medici gençliğinde, Albizzi ailesinden biriyle burada eğitim gördü. Bu çevrede, Yunanca ve Latince ile birlikte bu dillerdeki yazın ve ayrıca Aristoteles felsefesi de öğretildi. “Tre corone fiorentine” (Floransa’nın üç kralı; ç.n.) efsanesi canlı tutuluyordu ve Salutati ile Marsigli’nin tutucu geleneği bir biçimde sürdürülüyordu. Kendi işinde çok çalışkan tüccarların aynı zamanda klasik bilgiyi edindiğini ve yazınsal etkinliklerde görev aldığını görürüz. Örneğin iş nedeniyle 1414 ile 1422 yılları arasında Girit ve Yunan adalarında yaşamış olan tüccar Cristoforo de’ Buondelmenti, antik dönem yazarları ile ilgili bilgisini kullanarak bu klasik dönem toprakları konusunda Latince kitaplar yazmıştır. O, hümanistlerle bağlantısını vurgulamak için bu yapıtlarından birini Niccoli’ye adamıştır. Üst burjuvazinin böyle görece büyük bir kısmının, başka hiçbir ülkede antik dönem bilgisine ve bilime bu kadar büyük bir önem göstermediği kesindir (32).
Üst orta sınıfa hümanistlerden tutucu kitleye doğru ilerlediğimiz zaman, ilgi daha skolastik bir karakter kazanır, öğretim de klasik kültüre dönüşür. Buna göre örneğin, S. Spirito manastırında (1421-30) eğitimli Augustinisçu keşişler teoloji dersleri verdiler ve Fathers of the Church (Kilise Babaları; antik dönem Hıristiyan teologları; ç.n.) skolastik diyalektik kurallarına uygun tartışmalar yürüttüler ve aynı zamanda Aristoteles okudular. Örneğin Dominici’nin, İncil’in yorumu üzerine söylevler verdiği üniversitede, daha çok Aristotelesçi skolastik öğretiliyordu (33). Giovanni Morelli’nin aile tarihçesi, çekinceler koyarak yalnızca klasik görüşleri kabul eden ortalama üst burjuva dünya görüşünün karakteristiğidir. Morelli’nin kendisi hümanist kültür konusunda çok az bilgili olsa da oğluna her gün 1 saat Aristoteles, Virgilius, Seneca ve Boethius (Hıristiyan dini ile en uyumlu ve Latin okullarında da okutulmuş antik dönem yazarları) ile Dante ve İncil okumasını öğütlemişti (34). Bir kez daha, antik felsefe ve eğitim söyleninin bu üst düzeyde bile toplumun ilgili belli kesimine göre karakter bakımından değişiklik gösterdiğini görüyoruz.
Bakış açıları popüler ve skolastik olan tutucu entelektüeller, eğitimli radikal entelektüelleri küçümsediler. Şair Cino Rinuccini (1350 -1407’den sonra, tüccar ve Lana üyesi) örneğin, onların klasiklere öykünmeleri ile alay etti, onların “dinsizliğini” uygun bulmadı, Platon’u Aristoteles’in üzerine çıkarmalarına (Petrarch ve genç Brun’da gözlemlenebilen bir eğilim) karşı çıktı ve eski skolastik Trivium (dilbilgisi, mantık ve retorik; ç.n.) ve Quadrivium (aritmetik, geometri, müzik ve astronomi; ç.n.)’u destekledi. Tutucu Rinuccini’nin görüşüne göre Salutati ve Bruni’nin iki hümanist kuşağı arasındaki çatlak açıkça görülebilirdi. O yalnızca Bruni ve Niccoli’ye karşı çıktı, Salutati ve Marsigli’ye değil. Tutucu entelektüel çevrenin tümü, burjuvazinin büyük yığınları gibi hala Dante ve skolastisizmin dünyasında yaşıyordu (35). Aralarında Rinucci benzeri birçok başka yazar ve örneğin çok dindar Sacchetti’nin dostları da vardı.
14. yüzyıl boyunca, Villani gibi ortalama bir üst orta sınıf üyesi, evrensel skolastik bilgisi ile kendini belli ederdi. Öğrenim almakla ilgilenen halktan kişiler için yalnızca ansiklopediler, kilise tinsel bilgisinin özetleri, derlemeler (çoğunlukla İncil, Aristoteles, Kilise Babaları, Ptoleme, Pliny, vs) - alegorik kavramlar ve dışsal analojiler yardımı ile evrenin birleşik yorumları, gerçeklik ve efsanelerin karışımı vardı. İyi bilindiği gibi, önemli skolastik, resmi kilise ansiklopedileri 13. yüzyılda çoğunlukla Fransa’da, Latince yazılmıştı. Bu yapıtları yazanlar genellikle Dominikenlerdi. Dominikenler bu yüzyılda “rasyonalist” birleşme ve Kilise öğreniminin dizgeselleştirilmesi yönünde büyük çaba gösterdi. İtalya’da, özellikle Floransa’da, genellikle halktan yazarlar, yukarda sözünü ettiğimiz yapıtları az ya da çok genişletilmiş biçimiyle İtalyacada yaygınlaştırdılar. Bu yapıtların ilk ikisi Floransalı noter ve kent yöneticisi Brunetto Latini’nin Fransızca yazdığı ve kısa süre sonra İtalyancaya çevrilen Libri del Tesoro ve aynı yazarın şiir biçiminde İtalyanca yazdığı Tesoretto idi. Onları 14. yüzyılda Dante’nin Convivio (1293-1308 yılları arası) adlı yapıtı ve şiir biçiminde yazılmış çok sayıda bilimsel yapıt izledi. Dante’nin Thomizme tam anlamıyla bağlı yapıtı Divina Commedia bile Floransa için çok tipik olan ansiklopedik didaktik şiirlerden biri olarak 14. yüzyılda aynı önemi taşıyordu. Ortalama kültürü olan bir Floransa yurttaşının gözünden bile o, kilise temelli öğrenimin anlaşılabilir bir özetiydi. Doğru, Kilise ilk başta bilginin bu bayağılaştırılmasına, özellikle Commedia olgusunda, bir dereceye kadar karşıydı. Kilise kutsal gerçeğin İtalyancada yaygınlaştırılmasını onaylamadı çünkü ona göre bu seküler görünüyordu ve her durumda kendi bilgi tekeline el uzatmaktı (36). O yine de, hiçbir şeyin durduramadığı bu radikal sekülerleşme çağında çağdaş bilimsel eğilimlerin onun en büyük düşmanı olduğunun ve onlara karşı savaşımında tutucu büyük kitlelerin yardımına gereksinimi olduğunun giderek daha çok farkına varmıştı. Kitlelerin genel yönetiminde, üst burjuvazinin daha alt kesimleri ile özellikle orta ve küçük burjuvazi için yönerge kaynakları olarak ortaçağ öğretimi ve özellikle Divina Commedia’nın İtalyanca olarak böylesine yaygınlaştırılması, yararlı bir tutucu etki oluşturabilirdi (37). Bu bağlamda belirtmek gerekir ki çok sayıda yurttaşın, non grammatici (bilim insanı olmayan; ç.n.)’lerin de Dante hakkında öğrenim almak istemesi nedeniyle, 1373’te Signoria (9 üyeli Floransa hükümeti; ç.n.), Boccaccio’yu kendisinin anadilde ilk kamuoyu yorumcu/çevirmeni olarak görevlendirdi. Küçük burjuvazinin etkin olduğu bir dönemde alınan bu karar bir dereceye kadar demokratik ve halkçı olarak değerlendirilmiş olabilir. Divina Commedia’nın – kilisede gerçekleştirilen – kamusal yorumları, şiirde kilise sembolizmi ve alegorisinin ayrıntılarını (onların düşünce süreçleri ab ovo (başlangıcından itibaren; ç.n.) aynı sembolik karakteri taşıyordu) kitlelerin anlamasına hizmet etti. Bu seminerlerde bir şiirin tek bir bölümünün farklı anlamları, İncil bölümlerinin alegorik anlamlarının vaazlarda açımlanmasına benzer biçimde açıklanıyordu (ya da Boccacio’nun kendisinin antik mitoloji ile ilgili yaptığı gibi): son döneminde Dante yorumcusu olarak Boccaccio, Petrarch ile belirgin karşıtlık içinde olacak biçimde, skolastisizme doğru çağdaş teolojiye eğilim gösterdi. Entelektüel anlamda – ölümünden önceki dönemde bile artık güncel kabul edilmeyen- Salutati’ye dayanan bu Dante yorumlarının giderek artan biçimde daha tutucu olma eğilimi göstermesi anlamlıdır (38) (Ör. Giovanni da Prato, 1417).
15. yüzyılın başında üst orta sınıf ideolojisi en olgun dönemindeyken, antikite ve Arap filozoflar yanı sıra çağdaş araştırmalar yardımıyla, doğa bilimleri ve ilişkili disiplinler, kiliseye bağlı ansiklopedik çerçeveden su yüzüne çıkmaya başladı (39). Dahası, dış dünyaya egemen olma açısından burjuvazi için değerinin artması nedeniyle bunlar daha büyük önem ve saygınlık kazandılar. Salutati’nin eski ve Poggio’nun yeni bakış açıları arasındaki fark bu bağlamda öğreticidir. Salutati, doğa bilimleri araştırmalarını umutsuz bir enerji yitimi olarak değerlendirir. Ona göre, doğrudan Tanrı’dan kaynak alan hukuk incelemeleri tıp araştırmalarından daha önemlidir (1399, De Nobilitate legum et medicinae) (40). Ampirisist Poggio bu yargıyı tersyüz eder.
Uygulamada teknik gereksinimlerin uyarıcı etkileri altında 15. yüzyılın başındaki bu önemli onyıllarda matematik, optik ve mekanik, bağımsızlık kazanmaya başladı. Floransa’da özellikle matematik çalışmaları büyük bir gayretle yürütüldü. Matematik, temelde, üst burjuvazi gücünün doruğundayken, 14. yüzyılın başı ve 15. yüzyılda yükseldi. Floransa okullarında matematik öğretimi en üstün durumdaydı (41). Teknisyenler ve teknikle ilgilenen ilerici sanatçıların (ikisi arasındaki yakın bağlantı dikkate değerdir) deneylerinden sistematik bilim ortaya çıktı (42). Brunelleschi gibi bir mimar, teknisyenden çok “sanatçıydı”. Katedralin kubbesini (Santa Maria del Fiore (Duomo); ç.n.) inşa etmek yanısıra, örneğin Arno nehrini düzene sokmak veya savaş koşullarının yeni teknik yöntemlerinin gerektirdiği güçlendirmeleri uygulamak gibi önemli teknik sorunları çözmek zorunda kaldı. Matematik ilkelerini uygulayarak Brunelleschi, resimde perspektifin yasalarını buldu. O, merkezi perspektif yasalarına göre ufuk noktası çevresini resimleyen ilk kişidir*. Aritmetik ve geometrik çalışmalarında Brunelleschi’ye yardım eden, o dönemde Floransa’nın en önemli kuramsal matematikçisi olan Pozzo Toscanelli idi. Dolayısıyla teknisyen ve sanatçı ilk kez kuram ve uygulamayı, özgürlüğüne kavuşmuş doğa bilimlerinden doğrudan kılgısal sonuçlar çıkarabilmek için birleştirmişti. Matematikle ilgilenen tek sanatçı Brunelleschi değildi. En ilerici ressamlar ve heykeltraşlar perspektif yasalarını uygulamak ve açığa çıkarmak konusunda onu izledi. Bu yeni yöntemin resim ve rölyefte ne kadar devrimci sonuçlar getirdiğini daha sonra göreceğiz. O dönemin en önemli ve ilerici sanatçılarının atölye çalışmalarının, ampirik yöntemlere dayanan ve genel bakış açısından açıkça burjuva olan bilimin yükselişinde belirleyici rol oynadığını gözlemlemek burada yeterli olacaktır.
Dante, Petrarch ve Boccacio’ya sık göndermeler, bizi bilimden yazına getirir. Onların yapıtlarının yazınsal biçemini görsel sanat yapıtlarına uygulamaya çalışacağımız aynı yönteme göre – dünyaya özel bir bakış açısı sonrası ortaya çıktıklarını göstererek - çözümlemek burada bizim görevimiz değildir (43). Eğer yazınsal yapıtlardan birkaç ayrıksı örnekten söz edersek, bu, temelde bunların çoğunun görsel sanatlar için doğrudan kaynak hizmeti görmesi nedeniyledir.
Örneğin Fransiskenler’in spiritüel şiiri Laude ile onunla ilişkili, 13. yüzyılda özel olarak Umbria’da ortaya çıkmış, İsa’nın Çilesi’ni konu edinmiş Compagnie, en devrimci döneminde olan orta sınıfın demokratik-mistik görüşlerinden çıkmıştır. 13. yüzyıl sonunda kent şövalyeleri ve üst burjuvazinin lirik aşk şiiri dolce stil nuovo da Fransisken mistisizmi taşıyordu ancak daha arı ve zarif biçimde. Bunlar bir yandan da erken dönem troubadour şiirinin burjuva dönüşümünü temsil ediyordu. Dini sembolizm seküler şiirde, dini temel uzun zaman korunarak gösterişli, daha sonra giderek artan biçimde mitolojik alegoriye yönelik yüceltildi (44).  Bu dini karakter, alegorik didaktik şiirlerde, 1300’lerde Floransa üst orta sınıfının gücünün doruğunda olduğu dönemde yazılmış “rasyonalist” olanlarda bile özellikle güçlü bir biçimde belirgindir. Örneğin noter Francesco da Barberino’nun (1264-1348) Documenti d’Amore’sini veya tarihçi ve ipek tüccarı Dino Compagni’nin (ö. 1324) yazdığı düşünülen, insan aklına-diğer bir deyişle Tanrı’dan türeyen insan zekası skolastik kavrayışına bir övgü olan, Intelligenza karakteristik başlıklı şiirini belirtebiliriz. 14. yüzyılın ikinci yarısında Floransa’da yazılmış öykülerin genel bakış açısı kısaca bildirilebilir. Boccaccio’nun Decameron’u (1348-53), yeniliğe duyarlı üst burjuvaziyi hafifçe aristokratlaştırırken dünyevi bir bakış açısını yansıtır ve insan zekası ile onun başarısını dikkate değer biçimde yüceltir (45). Sacchetti’nin ciompi ayaklanması sonrası (1388 ile 1395 yılları arasında) yazmış olduğu basit, dokuncasız öyküler küçük burjuva eğilimli demokratik orta sınıf tutumunu gösterir ve tutucu kültürün ürünüdür (46). En son olarak, Giovanni da Prato’nun (d. tahmini 1367, ö. 1442-1446 arası) Paradiso degli Alberti yapıtı (1389) da, tutucu ama bir kez daha aristokratik eğilim savları gösteren bir düşünce biçimi sergiler. Fransa’dan ithal edilen ve Floransa’da çevrilen yiğitlik şiirleri, bu dönemde ve özellikle 1400’lerde aristokratlar arasında ve onları taklit eden burjuva kesimleri yanısıra okumayı bilmeyen küçük burjuvalar (ortaçağ halk şairleri) arasında da çok gözdeydi (47). Alt sınıfları Signoria lehine tutum alacak biçimde etkilemek ve örneğin savaşlarını övmek, Devletin görevlendirdiği halk şairlerinin ve kent çığırtkanlarının işiydi. Buna göre, Antonio Pucci (1310-88), Floransalıların ulusal gururunu uyandırmak amacıyla geçmiş savaşlarını betimledi (48) ve Villani’nin tarihçesini şiir biçimine getirdi (Centiloquio): genel olarak tutucu burjuvazinin estetikten yoksun görüşlerini popüler biçime getirerek yaydı.
Bu olağan örneklerden belki daha önemli olan – sanatta koşutlukları bakış açısına göre -  değerlendirmekte olduğumuz dönemin sonuna doğru üst orta sınıfın ilerici entelektüel çevrelerinde şiir ile ilgili değerlendirme konusunda kesin bir değişiklik olduğu gerçeğidir. Bu değişiklik, daha seküler bir bakışın görünümüydü ve yazın ile sanat konusunda gelecekteki tutum açısından temel önem taşımaktaydı. Bunun, Petrarch’ın dönemi kadar erken bir zamanda başlamış olduğu ve Bruni ile Niccoli çevresinde çok daha radikal bir karakter kazandığı söylenebilir (49). Bir şiir artık yalnızca içeriğine – yani, “içerik” o döneme dek her zaman dini içerik anlamına geldiğinden teolojik ve ahlaki bakış açısına - göre değerlendirilmeyecekti. İçerik daha dünyevi olunca şiir artık estetik, ya da daha doğru bir deyişle retorik ölçütlere göre değerlendirilecekti (50). Retorik, antik dönem kahramanlarının övülmesi için zorunlu ve uygun araç olarak kabul ediliyordu. Bruni, şiir sanatının klasik kaynağının kendi içinde olmasını, onu savunmak için yeterli bir neden olarak gördü ve Horatius’un Ars Poetica yapıtının öğretici ve eğlenceli olduğunu savladı (De Studiis et Litteris, tahmini 1405). Radikal hümanistler artık biçim ve biçem, temelde Latince bağlamında olmasına karşın dilin basitlik ve açıklığı üzerinde duruyordu. İçeriği teolojik olan şiir, kendi soyut gerçeklerini şiirsel biçimde sunabilmek için zorunlu olarak alegori kullanıyordu. Şiiri, özellikle klasik şiiri o zamana dek savunan, alegorinin bu gizli teolojik anlamıydı (51). Petrarch ve Boccacio o dönemde uyguluyor olsa da erken quattrocento (15. yüzyıl İtalyan rönesansı; ç.n.) hümanistleri tam tersine alegoriye artık zorunlu bir sanatsal araç olarak bakmıyorlardı. Onlar, yeni temalar ile onların yeni kavranışı ardından, alegoriyi yalnızca yararlı bir yorumlama yöntemi olarak gördüler (52). Teolojik ve alegorik Divina Commedia, modern ve tutucular arasındaki tartışmada ölçüt durumuna geldi ve çatışma giderek şiddetlendi. Petrarch’ın İtalyanca yazılmış Commedia’ya karşı nefreti çok büyüktü. Boccacio’ya bu bağlamda şunu yazdı: “Kaba olanlar boyacıları, meyhanecileri alkışlar ve onların beğenisi beni etkilemez”. 14. yüzyılın sonunda bir Olivetan (Bir katolik mezhebi; ç.n.) keşişi olan Matteo Ronto, Commedia’ya saygınlık kazandırmak için onu hekzametrik (altı ayaklı dize; ç.n.) biçime dönüştürdü. Bu şiirin teolojik derinliklerinin artık azıcık bile anlayışla karşılanmadığı Bruni ve Niccoli çevrelerinde, Dante’nin değerinin böylesine küçük görülmesi, en açık sözlülükle dile getirildi (53). Bu çevreninkilere taban tabana zıt – çok sayıda ara yaklaşımı dışarda tutacak olursak – görüşleri Cino Rinuccini, Giovanni da Prato ve kardeşi Domenico, Antonio Pucci, müzisyen Landini ve benzeri tutucu-dindar şair ve yazarlar savunuyordu. Şiirin dini ve alegorik olması gerektiği düşüncesini sürdürdüler. Bu çevre üyelerinin yazdığı çok sayıda şiir, Commedia’ya taklit eden alegorik bakışa göre yazılmıştı (örneğin, Giovanni da Prato, Trattato d’una angelica cosa ve Philomena; Francesco Landini’nin Occam’ın mantığını savunan şiiri). Bütünsel olarak kendini bu karakteristik çatışmada gösteren, üst orta sınıfın en ilerici kesimi ile burjuvazinin ortalama düşünce tarzı arasındaki karşıtlık idi. Bu yalnızca yazını değil tüm genel dünya görüşünü de etkiliyordu. Bu temel karşıtlığı açıkça değerlendirmek dönemin sanatsal konumunu kavramamızda bize yardımcı olacaktır.    

  
* Resim sanatında perspektifi ilk tanımlayan Brunelleschi olsa da perspektif kuramını bilimsel anlamda ilk ortaya koyan, Bağdatlı biliminsanı Ebu Ali el-Hasen İbnü’l-Heysem’dir (965-1040). İbnü’l-Heysem, yazdığı optik kitabı “Kitabü’l-Menazır”da optik kuramını tanıtmıştır. Bu kitap Latinceye “Perspektiva” adıyla çevrilmiştir. İtalyanca çevirisi de Floransa’da Brunelleschi döneminde bilinmekte ve okunmaktaydı. İbnü’l-Heysem’in Rönesans sanatını ve Batı bilimini etkilediğini artık çok iyi biliyoruz. Ayrıntılı bilgi için bkz. Hans Belting, Floransa ve Bağdat: Doğu’da ve Batı’da Bakışın Tarihi. Çev. Zehra Aksu Yılmazer. Koç Üniversitesi Yayınları, 2012, İstanbul. (ç.n.).

NOTLAR:
1- Fransisken Nominalistler kendilerini Aquinalı’ya dayandırmadılar çünkü teolojideki Aristotelesçi tinsellik artık rasyonalist ilericilik için bir engel durumuna gelmişti. Onun yerine, onlar eski erken dönem Fransisken okulu ile bağlantı kurdular. Bu okulda mantık, Thomizmdekinin aksine ayrılmaz biçimde vahye bağlı olmadığından Kilise öğretileri rasyonel olsun olmasın koşulsuz olarak kabul edilmek durumundaydı. İncil’in (artık Kilise’ye oranla daha sık vurgulanan) otoritesine dayanan Nominalistlere göre teolojik öğretiler için rasyonel bir kanıt gerekmediğinden, Thomizmi aşan kılgısal bireysel gerçeklikleri kabul ettirebildiler. Böylelikle teoloji ve yavaşça güçlenen rasyonalizm arasında Thomizmden yeni ve daha modern bir uzlaşma ortaya çıktı. İnanç bu yolla korundu ancak sistemin birliğinden, felsefe ve dogmanın uyumundan vazgeçildi, düşünce bağımsızlaştırıldı. Bu gelişme, mistisizm ve kuşkuculuk için yeni olasılıklar doğurdu.   
2- Occam, Padovalı Marsilius gibi İmparator Bavyeralı Louis’in hizmetindeydi. O, Nominalist felsefe ile kuzey ülkelerinin demokratik düşünceleri arasındaki ilişkiyi en açık gösterendir. Marsilius gibi o da Curia için geçerli olacak biçimde Spirituellerin yoksulluk kuramını ve Papa’nın ayrıcalıklı hükümranlığına karşı Conciliar kuramını (Kilise genel konseyinin otoritesinin Papa’dan daha yüksek olması gerektiğini savunan kuram; ç.n.) destekledi. Dolayısıyla tüm bu “sol” ideolojik eğilimler bir noktada birleşmeye yönelikti. Bkz. P. Honigheim, “Die Soziologische Bedeutung der nominalistischen Philosophie” (Erinnerungsgabe für M. Weber, Münih, 1923).
3- Thomizmin 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa genelinde uyanışında, Floransa’da St. Antonino’nun önemli bir rol oynamış olması rastlantı değildir (Cosimo de’ Medici dönemi). 
4- Petrarch ve ayrıca 15. yüzyıl başında Bruni gibi radikal hümanistlere göre Occam’ın felsefesi, Aquinalı’nın Aristotelesçi teoloji yorumu gibi kaba skolastikti. Dolayısıyla biz aynı tutucu kişileri sıklıkla Occam ve Dante’yi savunurken buluruz. Buna göre örneğin müzisyen ve tutucu felsefe yazarı Francesco Landini (1325-97), Occam’ın Mantığını ve aynı zamanda genel olarak skolastisizmi savunmak için bir şiire beste yazmıştır.
5- Onların öğretilerinde, algı çift, gerçek çiftti: Felsefenin doğal ve daha gözle görülen gerçeği vardı ve onlar yalnızca bununla ilgileniyordu. Bir de onların ilgilenmedikleri ama kabul edilmesi gereken, teolojinin kiliseye ait gerçeği vardı. Bunun kabul edilmemesi çok tehlikeli olabilirdi. Onlar ruhun ölümsüzlüğüne inanmıyorlardı. Ayrıca, tutarlı biçimde Thomist olmayan, teoloji ve İbni Rüşdcülük arasında bir uzlaşma arayan çok sayıda ruhban sınıfı üyesi vardı. Bkz. E. Renan, Averroes et l’Averroisme (Paris, 1866) ve K. Werner, Der Endausgang der mittelalterlichen Scholastik (Viyana, 1887).
6- Floransa’da İbni Rüşdcülüğe bağlananların erken burjuva dönemdeki aristokratlar olan Ghibellinler arasından olması anlamlıdır. Popolo minuto (halktan kişiler, ç.n.)’yu küçümseyen, Ghibellin sempatisi nedeniyle Dante’den de önce sürgün edilen şair Guido Cavalcanti bir İbni Rüşdcüydü. Dante de erken döneminde yüksek olasılıkla İbni Rüşdcülükten etkilenmişti (13. yüzyılın en önemli İbni Rüşdcü teoloğu, Engizisyonda yargılanmış Brabantlı Siger’i Cennet’e yerleştirmişti). İbni Rüşdcülüğü Padovalı Marsilius’a uzanan bir çizgi de vardır. Petrarch, İbni Rüşdcüleri sapkınlıkla suçlar. İbni Rüşdcülerin yaklaşımı ona göre çok bilimsel ve materyalistti. Diğer yandan Fransisken Spiritualler teolojik eğitime (Bkz. Bölüm 3, Not 5) ve daha fazla olmak üzere, Arap etkisiyle bozulmuş olduğunu savladıkları bilime karşıydılar. Oysa orta sınıftan bir kesimin o sırada onları destekliyor olduğu daha erken bir dönemde Spiritualler, ana temsilcisi bir doktor olan (Villanovalı Arnaldus, 1248-1314) daha ilerici ve bilimsel anlamda rasyonalist bir tarzı da içeriyordu. Floransalı Patariniler arasında da çok sayıda doktor vardı. Ancak 14. yüzyılda gönenç içindeki burjuvazi tümüyle karşı kampa geçince bu tarz yok oldu.
7- K. Burdach, Reformation, Renaissance, Humanismus (Berlin, 1918). Ancak burada yeni ulusal hareket ve antikitenin yeniden doğuşunda dini-mistik etken aşırı özel biçimde vurgulanmıştır.
8- Boethius’ta (erken 6. yüzyıl) Aristotelesçilik ve Platonculuk – onların antikiteye yönelimleri daha sonra orta çağ teolojisini temelden etkiledi – birbiriyle ve Hristiyanlıkla barışıktır.
9- Salutati klasiklerde yine, Orta Çağ’da kullanılmış alegorik yorum yöntemini uyguluyordu. Camaldolensian tarikatından, antik çalışmaları değersiz gören Giovanni da s. Miniato ile girdiği bir polemikte o, pagan şiirlerinin gizli anlamının İncil’in teolojik gerçeği ile uyumlu olduğu savını sürdürdü (1406).
10- Petrarch, iç yaşamının evriminde, kendine yoğunlaşarak ve karakterini çözümleyerek kendini, Kilise babalarının Yeni-Platonculuk’tan aldığı eski bir kilise ideali – vita contemplativa ideali (yaşam kuamı – Yaratıcıyı görebilmek için tüm günahlarından arınmaya yönelik öğret; ç.n.) - ile ilişkilendirdi ve o ideale yeni bir anlam kattı.
11- Ünlü kişilerin (Cicero, Seneca, Augustinus) Platon’u, halk yığınlarının Aristoteles’i övemeleri nedeniyle Petrarch’ın tartışmalarda Platon’un Aristoteles’e üstün olduğunu savlaması onun için tipiktir.
12- H. Baron, Leonardo Bruni Aretino (Leipzig, 1928).
13- Bunlar Roma Cumhuriyeti döneminde en etkili üç felsefe sistemiydi. Özellikle de Stoacılıktan çok yoğun biçimde etkilenmiş olmasına karşın temelde Aristotelesçiliğe eğilimli olan Cicero üzerinde iz bıraktılar.
14- Bu çok canlı, antik ve Floransalı felsefe ile yine antikiteden ama onun farklı bir döneminden kaynak alan, mutlakiyetçi Medici döneminde Floransalı entelektüeller arasında yaygın olan edilgin ve dini Neo-platonizm arasındaki karşıtlık için bkz. Bölüm2 , Not 82.
15- C. Prantl, Geschichte der Logik im Abendlande (Leipzig, 1855-70).
16- Latince’den İtalyanca’ya Geri degli Spini’nin önerisiyle çevrildi. Sallust’un çevirisi Bartolommeo’yu Nero Cambi destekledi.
17- Bunun yanısıra, antik dönem çalışmaları – kendisi ilgilendiği ölçüde – ona bir tür geçmişe kaçış sundu ve kendi tekilliğini duyumsattı.
18- A. Hortis, Studii sulle Opere latine del Boccacio (Trieste, 1879) ve C. Coulter, The Genealogy of the Gods (Vassar Medieval Studies, 1923).
19- Örneğin Pratolu bir noter, Arrigo Simintendi, Ovidius’un Metamorphoses yapıtını, 14. yüzyıl başı gibi erken bir dönemde düzyazı biçiminde İtalyancaya çevirdi. Floransalı noter Alberto delle Piagentine Boethius’un De Consolatione philosophiae yapıtını 1332’de çevirdi. 14. yüzyılın sonunda Floransalı tüccar Niccolo Sassetti Boccaccio’nun De claris mulieribus yapıtını çevirdi.  
20- Roma yazınında, en çok da Cicero’da, Romalılar’a örnek olacak biçimde Yunan filozof ve şairlerinin önemine sürekli göndermelerde bulunulması Floransalıların dikkatini çekmişti.
21- Kilise yazını da aranmıştır ancak bu ikincil önemdedir.
22- Chrysoloras’ı üniversitede ders vermesi için Floransa’ya zengin üst burjuvazi üyeleri çağırdı. Bruni ve Marsuppini de onun öğrencileri arasındaydı. Öğrencilerinden bir başkası, Plutarkos’u çeviren ünlü pedagog Veronalı Guarino, burada 1404-1414 yılları arasında Yunanca eğitimi verdi. Aristoteles’in Retorik yapıtını çeviren Francesco Filelfo’yu Floransa’ya Albizzi çevresi çağırmıştı. Filelfo, üniversitede 1429’dan 1433’e kadar eğitim verdi. Niccolo da Uzzano ve Palla Strozzi gibi birkaç ayrıksı örnek dışında üst orta sınıf, üniversite için para vermeye eğilimli değildi (1321 gibi erken bir dönemde kuruldu, 1413’te yeniden örgütlendi). Yöneticiler içinde, Medicilerle Albizzi yandaşları arasında ise bir savaşım süregidiyordu.
23- Buna karşın çeviriler, anadile hiçbir zaman doğrudan Yunanca’dan yapılmadı. Yunanca bilen hümanistler, özellikle Bruni, bunun saygınlığa aykırı olduğunu düşünmüş olabilirler.
24- E, Walser, Poggius Florentinus (Leipzig, 1914).
25- Manastırda düzenlenen felsefe toplantılarının fazla seküler bir ruhu olduğunu ve çileciliği içermediğini düşünen diğer S. Spirito keşişleri, Marsigli’ye bile saldırdılar. Bkz. Not 36.
26- Ancak, G. Toffanin'in (Che cosa fu l'Umanesimo, Floransa, 1929), hümanistlerin her bağlamda Kilise ile dayanışma içinde olduğunu, Kilise ve hümanistlere duyulan genel hoşnutsuzluk ile İtalyan dilinde öğrenimin yaygınlaşması arasında belirleyici önemde bir bağ bulunduğunu bildirmesi abartılıydı.
27- Yeni yaklaşımın göstergesi - o dönemde Curia'nin resmi görevlisi olan - Poggio'nun mektubudur. Constance Konseyi adına Bruni'ye yazdığı bu mektupta, duruşmadaki ve yakılırkenki soğukkanlı tutumuna tanıklık ettiği Praglı Jerome ile ilgili sapkınlık savlarını kuşkulu karşılayarak Roma Stoacılığı halesini ona bağışladığını belirtir.
28- Carlo Marsuppini, Niccoli ile yakın ilişki içindeydi. Marsuppini'nin Yunanca ve Latince yazın konusundaki bilgisi en az Niccoli'ninki kadar genişti. o, Cosimo'nun kardeşi Lorenzo de' Medici'nin öğretmeniydi. 1431'den sonra Floransa üniversitesinde eğitim verdi ve daha sonra kent yöneticisi oldu.
29- P. Joachimsen, Aus der Entwicklung des italienischen Humanismus (Hist. Zeitschr. 121, 1920).
30- Bkz. metnin son iki sayfası ve Not 53.
31- Tam açıklama için bkz. G. Voigt, Die Wiederbelebung des classichen Altertums (Berlin, 1880) ve A. della Torre, Storia dell Accademia Platonica di Firenze (Floransa, 1902).
32- Yeni neslin kültürü ile 14. yüzyıl kültürü arasındaki fark yine de çok büyüktü. Medici Sarayı'nın 1418 yılı kataloğunda Cosimo'nun çoğunluğu antik döneme ait, bir kısmı İtalyan yazarların olmak üzere (tarih, mitoloji, şiir) 63 kitabı varken, babası Giovanni'nin "kütüphane"sinde yalnızca 3 kitap bulunuyordu: Gospeller, St. Margaret'in (gebe kadınların koruyucusu) yaşamı, Dominici'nin bir vaazı.
33- Antik dönem ile dini düşüncenin birleşiminin çok açık olduğu bir başka ortam, daha önce sözü edilmiş olan, Albizzi dönemi Floransa elçilerinin konuşmalarıdır. Klasik düşünce kesinlikle baskın olsa da İncil'den alınan sözcük öbekleri de sıktır. Üst Yönetim'in klasikle uzlaşım yönündeki fırsatçılığı, 1425'te hümanizme karşı hiç ilgi duymayan Papa V. Martin'e gönderilen Floransa elçisine, antik döneme ait sözcük kullanmaması yönünde bilgi vermesi ile görülür.
34- Bu, Dominici'nin bakış açısına denk gelir. O da klasik yazını gençlerin eğitiminden dışlamamış, dini eğitimin verildiği bir döneme saklamıştır.
35- Bu çevre ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Wesselofsky, a.g.e.
36- Benediktenler, örneğin Kutsanmış Giovanni delle Celle, Marsigli'yi, İtalyanca yürüttüğü ve temel olarak halktan kişilerin katıldığı felsefi tartışmalar nedeniyle keskin biçimde suçladılar. Onlara göre öğretim yaygınlaştırılmamalıydı. Bkz. Not 25.  
37- 1400 yılı çevresinde, Kilise'nin kendisi de tinsel savunması için İtalyanca kullanıyordu (Ör. Dominici).
38- Wesselofsky, a.g.e. Dante yorumlarının genel olarak tutucu karakterde olmasına karşın büyük hümanist Filelfo, Floransalıların yurttaşlık haklarının kazanımı için çalışırken nüfus çoğunluğu arasında daha geniş popülarite edinmek için bu seminerlerden bir kısmını Katedral'de verdi. Kilise'nin Divina Commedia'yı tutucu amaçlar doğrultusunda kullanım yöntemi, Sienalı St. Bernardino'nun vaazlarında Dante'den sıklıkla alıntı yapması ve öğrenim verdiği vaizlere Dante'nin şiirini çalışmalarını önermesiyle kendini gösterir. (Bkz. K. Hefele, Der hl. Bernhardin von Siena und die franziskanische Wanderpredigt in Italien Während des 15. Jahrhunderts, Freiburg, 1912).
39- Fransisken Mezhebi'nin yoğun doğa bilim çalışmaları temelde, kuzey ülkelerinde yürütüldü. Bu, daha önceden tanımladığımız görece ilerici tutumun bir yönünü temsil ediyordu. Doğa bilimlerinde, 13, yüzyılın orta kesimi ve ikinci yarısında İngiltere'de etkin olan Bacon gibi dünyaca önemli bir kişiliğin Floransalı Fransiskenler arasında bulunması hayal bile edilemezdi.
40- Salutati, müziği bile tıptan daha önemli olarak gördü, çünkü o skolastik eğitim sisteminin yedi özgür sanatından biriydi. Petrarch da tıbbı retoriğin altına yerleştirmişti.
41- G. Uzielli, La Vita e i Tempi di Paolo del Pozzo Toscanelli (Roma, 1894).
42- L. Olschky, Die Literatur der Technik und der angewandten Wissenschaften vom Mittelalter bis zur Renaissance (Heidelberg, 1918).
43- E. Auerbach (Dante als Dichter der irdischen Welt, Berlin, 1929) Thomist sistemde Commedia'nın içeriği ve öğretileri yanı sıra düzen ve evrensel uyum savaşımı ile birlikte tüm psikolojisi ile ilgili kesin bir açıklamam bulur. K. Vossler (Die philosophischen Grundlagen zum süssen neuen Stil, Heidelberg, 1904) 12. yüzyılda Fransa’da her toplumsal kesimin kendine özgü tipte şiiri bulunduğuna ilişkin kanıt gösterir. Aynı yazara göre 13. yüzyılda İtalya’da bu keskin bölünmeler, genel demokratikleşme ve eğitimin yaygınlaşması sonucu bulanıklaşmaya, yazınsal beğeni farklılıkları da basitçe toplumsal konuma göre değil, öncekiyle kısmen örtüşecek biçimde, eğitim düzeyine denk düşmeye başlar.
44- Huizinga, a.g.e.
45- Boccacio’nun novelinde, orta sınıfın genel bakış açısına uygun olarak işçiler kirli, saygın olmayan bir topluluktur ve onların temsilcileri yalnızca zekanın ortaya çıkmasına engel olmaya yarar.
46- Sacchetti’nin yazınsal ürünlerinde belirttiği toplumsal ve siyasi görüşlerinin bir kısmı burada aktarılabilir. O, üst burjuvazi üyesi, küçük ölçekte de olsa, bir bankerdi. Ayrıca, sıklıkla devlet görevlerinde bulundu. Kendisi de Floransa mahkemelerinin zenginden yana yargıda bulunduğunu açıkça söyler. Otto Santi savaşında o Papa’ya karşıydı. Ciompi Ayaklanması’ndan önce orta sınıfın Salvestro de’ Medici önderliğinde yükselişini iyi karşıladı. Kısa süre sonra ayaklanmanın bastırılmasına ve yönetim gücünün mezzane gentiye geri dönmesine sevindi. Öykülerinde, Boccacionunkilere benzer biçimde işçileri küçümseme vardır.  
47- Aşk motifi içeren efsaneler (Arthur, Tristan, Lancelot) dönemi, ilk kesimin, saf serüven öyküleri (Karolonj efsaneleri) ikinci kesimin daha çok hoşuna gitti. St. Francis bile sıklıkla kahramanlık ideallerine gönderme yapmış, öğrencilerine konuşurken onları Yuvarlak Masa Şövalyeleri ve Şarlman'ın şövalyeleri ile karşılaştırmıştır.
48- 1424'te Antonio di Meglio (1382-1448) Floransalılara, Milano'ya yenilgileri sonrası (Milan Dükü'nün tiranlığına göndermede bulunarak), savaşın sürdürülmesi için para sağlamak üzere şiirle seslenmiştir. Albizzi, berber ve popüler bir şair olan Burchiello'ya (1404-49), Medici karşıtı soneler yazması için para ödemiştir. Niccolo da Uzzano, Rinaldo degli Albizzi'nin aşırı eğilimlerine karşıt olarak, yönetimdeki oligarşi üyelerinden, siyasetlerini daha ılımlı duruma getirmelerini isteyen şiirler yazmıştır.   
49- K. Vossler, Poetische Theorien in der italienischen Frührenaissance (Berlin, 1900).
50- Poggio’nun yeni görüşleri için, etik bakış açısına göre değil bir estetin tanımıyla bkz. C. S. Gutkind, “Poggii Bracciolinis geistige Entwicklung” (Deutsche Vierteljahrsschr., für Literaturwiss. X, 1932).
51- örneğin Virgilius'un Divina Commedia ve daha öncesindeki büyük önemi, onun dördüncü Eclogue'undan kaynaklanır. O, İsa'nın dönüşünü bildiren yalvaç olarak değerlendirilir. Geniş değerlendirme için bkz. D. Comparetti, Virgil in the Middle Ages (İng. çev., Londra, 1895. Petrarch'ın Virgilius'a büyük saygısı bile büyük oranda Latin şairin bu hristiyan-alegorik yorumuna dayalıydı. 
52- J. Spingarn, A History of Literary Criticism in the Renaissance (New York, 1925).
53- Niccoli, Bruni'nin Dialogi ad Petrum Paulum Histrum yapıtında, Dante'nin ayakkabıcıların şairi olduğunu söylemişti. Ona göre Dante'nin adı eğitimli ve kültürlülerin listesinden silinmeli; o, dokumacı, fırıncı ve benzeri kişilere bırakılmalıydı. Yine de bu değerlendirmeler Bruni ve Niccoli çevreleri için bile aşırıydı. Bruni'ni kendisinin de bu görüşleri bir dereceye kadar taşımış olabilir ya da belki yıllar içinde tutumu daha az aşırı duruma gelmiş olabilir. 1436'da Dante'nin İtalyanca biyografisini yazmıştır. Bu yapıtı bilerek, "hafif" denebilecek, kültürlü kesimi hedeflemeyen bir yapıttır. Bkz. E. Santini, "La Produzione volgare di Leonardo Bruni Aretino"  (Giornale Storico della Letteratura italiana, LX, 1912). Bruni, Dante'yi, bir şair olarak değil de daha çok, Floransa siyasi yaşamında çok önemli bir rol oynayan bir eylem adamı olarak yansıtmıştır. Divina Commedia ile ilgili olarak, Dante'nin bu yapıtı Latince yazmış olsaydı daha iyi olacağını ama bu dili yeterince bilmediğini belirtir. Brunelleschi, şiirdeki farklı bölgelerin tam konumunu matematiksel olarak çözmek için uğraşmıştır. Bu tutum, halk arasında yaygınlaşmış olan Commedia'yı tam olarak geri çevirmemiş, ancak onu rasyonalize etmeye çalışmış ilerici çevreler için karakteristikti.