17 Şubat 2015 Salı

GRİEG VE DREYFUS DAVASI: ADALET VE ENTELEKTÜELLER ÜZERİNE

Norveçli büyük besteci Grieg 1898 yılında bir konser için Paris’e çağrıldığında tüm Fransa halkına bir mektup gönderir ve şöyle der: “Fransız olmayan herkes gibi ben de memleketinizdeki adaletsizlik karşısında nefret duymaktan kendimi alamıyorum. Bu durum karşısında Fransız halkının önüne çıkmak istemem”. Bu keskin çıkışın nedeni ünlü Dreyfus Davası’dır. Grieg neden böylesine sert bir söylemle Fransızları karşısına almıştır? Şöyle de sorabiliriz: Grieg bu çıkışını yaparken kendine ve kendi yargısına nasıl böylesine güvenebiliyordu?
Fransız yüzbaşı Alfred Dreyfus, 1894 yılında Almanya adına casusluk yaptığı haksız suçlaması ile mahkum edilmişti. Suçsuz olduğu anlaşılınca 1899’da serbest bırakılmış ve 1906’da saygınlığı geri verilmişti. Bu dava, yüzbaşının Yahudi olması nedeniyle antisemitizm de içermekteydi. Kuşkusuz yüzbaşının suçsuzluğunun kanıtlanmasında özellikle büyük yazar Emil Zola’nın öncülüğünü yaptığı, entelektüellerin adalet arama savaşımı büyük rol oynamıştı. Zola 1898’de “Suçluyorum” adını verdiği mektubu yazmış ve Fransız cumhurbaşkanına göndermişti. Büyük haksızlıklar, ırkçılık, hukuk ihlalleri içeren bu davada adalet 5 yıl sonra kendini gösterebilmişti.
Adalet kavramı Aristotelesçi anlayışa göre bir erdemdir ve her birine her birinin layık olduğunu vermektir. Siyasi yaşamın bu erdemi, yaşama, özgürlük ve eşitlik haklarının karşılığıdır. Burada dikkat edilmesi gereken, çağdaş anlamda bu kavramın, laiklik yoluyla ahlaki ve dini boyutlarının dışarda tutulması ve pozitif hukuk içinde değerlendirilmesi gerektiğidir. Burada amaç adalet dağıtımında sonucun adil olmasının güvence altına alınmasıdır. Demek ki yasanın nasıl yürürlüğe konacağını bilmek adalet erdemi olana özgüdür. Adaleti sağlayan bu erdem, yani laik muhakeme erdemi, doğru zamanda, doğru yerde doğru olanı görme kuvveti olarak tanımlanabilir. Adalet, 1789 Fransız Burjuva Devrimi’ni gerçekleştiren ilerici burjuvazinin tüm insanlığa verdiği sözlerden biridir. Burada yine laiklik üzerinden yürüyüp yüksek sesle düşünmeyi sürdürebiliriz. Bize adalet sözü veren burjuvazi, ilerici yönünü entelektüellerine borçlu idi. Sevgili Demirtaş Ceyhun’un belirlemelerini burada anımsayalım. Demirtaş Ceyhun üç kavramı birbirinden ayırmıştı: “güneşin ışığını yansıtan ay” anlamına gelen “aydın (enlightened)”; dine bağlı kalarak dinsel düşünceye uygun bilgiler üretenlere “düşünür (thinker)”; Fransız Devrimi’nden sonra insanın tam anlamıyla özgürlüğe kavuşabilmesi için siyasal haklara ve ekonomik bağımsızlığa kavuşması gerektiğini anlayıp aklı vahiyden ayrıştıran, dille düşünceyi dinsellikten arındırmaya çalışan laik düşünürlere de “entelektüel”. Bu tanımlama da bize “entelektüel”in önemini ve “aydın”dan belirgin ayırımını göstermektedir. Sonuç olarak çağdaş adalet erdeminin tüm insanlığa kazandırılması laiklik yolundan geçmektedir ve entelektüellerin çabası ile başarılabilecek bir iştir. Bu nedenle burjuva sınıfı bu sorumluluğu Fransız Devrimi’nde cesaretle üstlenmiştir. Ancak bu sözünü tutabilmiş midir burjuvazi? Burjuva sınıfının insanlığı ileriye taşıyacak entelektüelleri hala var mı? Ne yazık ki günümüzün gerici burjuvazisinin sözünü tutmadığı gibi sınıfsal çıkarlarını korumak adına adaletsizliği kural durumuna getirdiği gözle görülür tartışılmaz bir gerçektir.

Bugün ülkemizdeki hukuki duruma bakacak olursak pek de adil olamayan bir adalet yorumuyla karşı karşıya olduğumuzu kolaylıkla görebiliriz. Edvard Grieg 1843-1907 yılları arasında yaşamıştı. Döneminin en seçkin bestecilerindendi, bir entelektüeldi. Dreyfus Davası görülürken tüm Avrupa’da konserler veriyordu. Fransızların çağrısını geri çevirdikten sonra ne oldu peki? Davanın üzerinden geçen uzunca bir zaman sonra konser vermek üzere Fransa’ya geldiğinde Paris basını halkı kışkırttı ve bir küme, konser sırasında Greig’i protesto etmeye başladı. Konser geç başladı, İbsen’in tiyatro eseri Peer Gynt için bestelediği müzikler çalınmaya başlayınca gürültüler kesildi, hayranlık duygusu salona egemen oldu. Konser bittiğinde Grieg dinleyicileri altı kez selamlamak durumunda kaldı. Biz ne yapalım? Kendi entelektüellerimize sahip çıkamıyoruz, onları onyıllardır hapislere tıkıyoruz. İnsanlığın büyük güçlüklerle elde edilen kazanımlarından biri olan adalet erdemi adına burjuva sınıfı aydınlarına, o ‘liberal’lere, Demirtaş Ceyhun’un sözleriyle, demeyecek miyiz “Siz kiiim, entelektüel olmak kim?”. 

16 Şubat 2015 Pazartesi

GERÇEKÇİ ROMANDA NESNELERİN BİRLİĞİ

Gerçekçi romanı sanatsal açıdan değerli kılan nedir? Gerçekçi roman ile günümüzün postmodern olarak adlandırılabilecek anlatıları arasındaki en temel farklılık nedir?  Büyük gerçekçi romanın estetik değeri gerçekliğin basitçe kopyalanmasında değil, anlatılan dünyanın temel toplumsal etmenlerinin, toplumsal karmaşayı oluşturan ilişkilerin bütünlüklü biçimde sunulmasında yatar. “Nesnelerin birliği” olarak adlandırılan bu ilke, temaya ait olan her önemli nesnenin, olayın ve yaşam alanının esere katılmasıyla ancak o eserin tamamlanabileceğini gösterir.
Gerçekçi roman, başlangıcı, sırası ve sonu yazarın seçimine bırakılmış karışık bir gözlemler yığını değildir. Güzel yapıtta özne-nesne ilişkileri rastgele değildir. Bu ilişkiye önce Hegel değinmiştir. Hegel, dışsal ve içsel nesneleri sonlu zeka olarak denediğimizi, sınadığımızı; onları gözlediğimizi, algıladığımızı, sezgimize ulaşmaya bıraktığımızı ve bunu anlama yetimizin soyutlamalarına kadar götürdüğümüzü belirtir. Şeyler bağımsızmış gibi görünse de biz böylece onlara bir değer vermiş oluruz. Öznel kavrayış özgür olmadığı için, önceden kavranmış sanılarla sınırlandığı için öznelliği boyunduruk altına almadan ve onu olabildiğince etkilemeden gerçekliğe ulaşamayız. Ters bir biçimde Hegel’e göre özne yalnızca nesneleri yıktığı ölçüde ya da hiç değilse onların niteliklerini değiştirdiği, onlar üzerinde çalıştığı, onlara biçim verdiği, öznelliklerini bozduğu ya da birinin diğeri üzerindeki etkilerini gösterdiği ölçüde bunu gerçekleştirebilir. Buna göre artık ne nesneler ne de özne özgürdür. Bu özgür olmayış nasıl aşılacaktır? Hegel’e göre nesneler güzel olarak benimsendikleri, kabul edildikleri zaman onların özneye ve nesnesine göre olan tek yanlılıkları ve sonlulukları biter. Güzel bir nesne kendi var oluşu içinde kendi kavramını gerçeklik kazanmış gibi gösterir ve öznel birliğini açığa çıkararak başkasına olan bağımlılığını ortadan kaldırır. Aynı biçimde ‘Ben’ de yalnız gözlemin, duyusal sezginin, dikkatin ve soyut düşüncelerdeki tek tek özel gözlemler ile sezgilerin sonuçlarının bir soyutlaması olmayı bırakarak bu nesne içinde somut olur. Hegel tartışmasını sürdürerek pratik ilişkiden de söz eder. Özne, güzel nesne karşısında kendi sonluluklarını aşar ve nesneyi kendinde bağımsız olarak düşünür. Güzelin seyredilişi de bu nedenle özgür ve bağımsızdır. Hegel bundan sonra Güzel’in kendi kendisini kurmuş olarak görünmek zorunda olduğunu belirtir. Böyle güzel bir nesne, kavramının tam uygunluğunu, içkin birliğini taşır. Kavramın kendisi somuttur, onun gerçekliği de parçaları içinde tamamlanmış bir biçimdir. Bu parçalar kendilerini canlı ve ideal bir birlik içinde gösterirler. Sonuç olarak bu güzel nesnenin özel kısımlarının, parça ve yüzlerinin, kendi kavramlarının ideal birliğini oluşturmak için aralarında çok iyi bir uyum kurduklarını gözlemek gerektiğini söyler Hegel. Hegel’in ‘Güzel’ bakışının can alıcı noktası işte buradadır. Ona göre güzel nesnede iki görünüşün var olması gerekir: tek tek özel görünüşlerin uyuşması içindeki zorunluluğun, yalnız birlik için değil ama kendisi için gün ışığına çıkan kısımlar olarak özgürlüklerinin görünüşü. Hegel yine burada çok önemli bir vurgulama daha yapar. Zorunluluk, yapıları gereği birbirlerine bağlanmış olan görünüşlerin ilişkisidir. Böyle bir zorunluluk güzel bir nesnenin içinde eksik olmamalıdır. Burada önemli olan zorunluluğun istenç dışı rastlantının görünüşü arkasında kaybolmamasıdır. İşte “nesnelerin bütünlüğü” ya da yazımızda belirtildiği biçimde nesnelerin birliğini Hegel böyle temellendirir.
Lukacs, Tolstoy’un, yapıtlarında nesnelerin birliğini en zengin ve tam biçimde kullanan en modern yazar olduğunu belirtir. Tolstoy’un büyük romanları gerçek epiklerdir. Yine Hegel’den yola çıkarak şunu belirtir Lukacs: “Yaşamın bütünlüğünün epik olarak verilmesi, yaşamın dış görünümlerinin verilişini, insan yaşamının herhangi bir alanını yapan en önemli nesnelerin epik-şiirsel dönüşümünü ve böyle bir alanda zorunlu olarak geçen en tipik olayları kaçınılmaz bir biçimde içermelidir.” Tolstoy’un büyük romanlarında örnekler verir Lukacs: “Savaş ve Barış”ta, Noel’de karnaval giysileriyle yapılan geçit, Nikolay Rostov ile Sonya’nın aşkında bir bunalımı gösterir. At yarışı, Anna Karenina ile Vronski’nin ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. “Nesnelerin bütünlüğü” içinde her biri ayrı ayrı verilen bölümler, kendilerini, romandaki bir ya da birkaç karakterin evriminde zorunlu bir etmen yapan bazı kesin noktalar içerirler. İşte bu belirleme, gerçekçi romanda olayların rastgele sıralanmadığını, böyle olursa romanın kuru ve sıkıcı betimlemelerden oluşacağını gösterir. Lukacs, Tolstoy’da nesnelerin birliğinin kendiliğinden bir biçimde bireysel kaderlerle çevresel dünya arasında sıkı bir bağı dile getirdiğini aktarır.
Gerçekçi romanın bir diğer temel ilkesi olan tipik karakterler Lukacs’a göre ancak nesnelerin birliği yoluyla yaratılabilir. Karakterlerin yaşam öyküleri, onların karşılıklı ilişkileri gerçekçi romanda karakterleştirmenin doğal sonuçları olarak gösterilir. Buna göre konumlar ve öykünün araçları yalnızca rastlantı olamaz. Tek tek bireyler yaşamlarında sonsuz bir durum zenginliğiyle karşılaşır. Gerçekçi romanda bu bireylerin kaderleri, bu durumlardan oluşur. Yaşamlarındaki dönüm noktaları, kendi yaşam dilimlerinde egemen olan tipik durumlarla çözülmez biçimde bağlıdır. Bu karakterler de bunu görerek, bu devinen yaşantıya katılır.
Günümüzde nesnelerin birliği ilkesinin göz ardı edildiği romanlar yazılmakta. Bu gerçekte bir yol ayırımını temsil etmektedir. Bir devrimler çağı yazarı olan Tolstoy eserleriyle Sovyet Devrimi’nin habercisi olmuştu. Kapitalizmin egemen olduğu günümüzde ise yol ayırımı tam da buradadır: Yazar kapitalist yaşam anlayışının karşısında mı duracaktır yoksa ona boyun mu eğecektir? Lukacs birinci durumda canlı imgeler yaratılabileceğini, ikinci durumda ise yazarın, kapitalist dünyanın mekanik ve tükenmiş karakterini daha da tüketeceğini belirtir. Ona göre bir yazarın betimlemelerini en seçme, en parlak, en uygun sözlerle süslemesi, karakterlerine gerçekliğin boşluğu, umarsızlığı, insanlıkdışılığı ve donması karşısında en derin üzüntüyü, en büyük öfkeyi duyurtması boştur, yararsızdır. Bu konuda Cengiz Gündoğdu’ya başvurabiliriz. O, yazarın işinin insan olduğunu belirtir. Yazarın nesnesi de insanın bütünlüğüdür. Gündoğdu, Perihan Mağden’in ‘İki Genç Kızın Romanı’nın eleştirisinde kapitalizmin insanı insanlıktan çıkardığını, insanın kimileyin yalnız kalmak isteyebileceğini belirttikten sonra Mağden’in bunu mutlaklaştırdığını söyler. ‘İki Genç Kızın Romanı’nda nedensel ilişkilerin hiç kurulmadığını; zorunluluğun reddedildiğini ve istenç dışı rastlantıların görünüşü arkasına itildiğini saptar. Mağden’in bu yolla yaratıcı, etkin insanı yadsıdığını, edilgin, nihilist, bunalımlı insanı öne çıkardığını gösterir. Gündoğdu böylelikle, nesnelerin birliği ilkesinin kırılmasının ideolojik boyutlarını da çarpıcı biçimde ortaya çıkarır. Gündoğdu, Türk edebiyatında Ahmet Altan, Orhan Pamuk örneklerinde bu kırılmanın yaşandığını belirtir ve nedensel ilişkilerin, nesnelerin birliğinin romanımıza Halit Ziya ile girdiğini söyler. Yakup Kadri’nin “Panorama” yapıtında bu en belirgindir. Türk romanında gerçekçi çizgi Kemal Bekir, Orhan Kemal ile sürer. Orhan Kemal’de meyhanelerin, fabrikaların ne derece önemli mekanlar olduğunu düşününüz.
Nesnelerin birliği ilkesi büyük gerçekçi romanın en temel öğelerinden biridir. Sanatta gerçekçilik yönteminin özü olan bu ilke, kapitalist yaşam anlayışına karşı en önemli silahtır. Günümüzde özellikle 80 darbesi ile dayatılan kapitalist yaşam anlayışı ile Türk romanında da gerçekçi çizgiyi kesintiye uğratmak için, yaratılan yıldız yazarların, nesnelerin birliği ilkesini tümüyle yadsıyan romanları piyasaya sürülmektedir. İnsancıl dergisi ve atölyesi bugün gerçekçi çizginin en önemli savunucusu olarak bu doğrultuda çaba harcayan edebiyat emekçilerinin de en büyük destekçisidir, böyle olmayı da sürdürecektir.


Kaynaklar:
- Hegel, GWF. Estetik. Çev: Nejat Bozkurt. Say Kitap Pazarlama, İstanbul, 1982, Sf 106-14.
- Lukacs, G. Avrupa Gerçekçiliği. Çev: Mehmet H. Doğan. Payel Yayınevi, İstanbul, 1977, Sf 172-277.
- Gündoğdu, C. Taşkıran. İnsancıl Yayınları, İstanbul, 2004, Sf 69-163.

- Gündoğdu, C. Ekmek. İnsancıl Yayınları, İstanbul, 2006, Sf 50-70.

13 Şubat 2015 Cuma

MEMENTO PARK: MACARİSTAN’DA SOSYALİST MÜCADELE

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’yi gezecekler için görülmeye değer yerlerden biri Memento Park, yani Anı Parkı. Oraya ulaşmak ilk başta kolay gibi geliyor. Toplu taşımayla ulaşılabiliyor ama parkı bulmak pek kolay değil doğrusu. Otobüsün ilk durağından başlayarak, 27. durak Memento Park durağı. Saymanız gerekebilir çünkü otobüs içindeki durak göstergesi o durağın ismini farklı veriyor, otobüs şoförü sizinle kesinlikle konuşmuyor (orası Türkiye değil), yolcular İngilizce bilmiyor veya Memento Park’ı bilmiyor. Yolculuk sırasında Budapeşte’nin dışına çıktığınızı bildiren tabelayı göreceksiniz, korkmayın, biraz daha yol var. Durağa geldiğinizde küçük karton bir plakada Memento Park yazısını göreceksiniz, okları izleyin. İşte karşınızda girişteki Lenin, Marks ve Engels heykelleri. Burası bir açıkhava heykel parkı. Onca yolculuğa değer.
Macarlar neyi anımsamak ya da unutmak için bu parkı düzenlemiş? Sosyalist yönetim sona erdiğinde bu dönem boyunca Budapeşte’ye dikilmiş olan heykeller hızlıca kaldırılmış ve bunların bir parkta sergilenmesi planlanmış. Mimar Akos Eleod’un projesi onaylanmış ve 1993’te park açılmış. Şaşırtıcı derecede görkemli anıtsal heykeller, büstler, kabartmalar ve sosyalist Demokratik Almanya’nın sembollerinden Trabant marka bir otomobil parkta yer alıyor. Bela Kun, Dimitrov, Lenin gibi siyasi kişilikler dışında İspanya iç savaşına katılan askerler, kızıl ordu askerleri, sosyalist gençliği temsil eden toplam 41 heykel sergileniyor.
Parkın tarihsel anlamını kavrayabilmek için Macaristan tarihine ve sosyalizmin bu ülkede gelişimine kısa bir bakış gerekli. İşçi sınıfının ilk partisi 1878’de Macaristan Genel İşçi Partisi adıyla kuruldu. Farklı siyasi partilerde mücadele sürdürüldü ancak I. Paylaşım savaşına dek güçlü bir örgütlülük sağlanamadı. Macaristan I. Paylaşım Savaşı’na Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile girdi, ağır bir yenilgi ve yıkım yaşadı. Savaş sonrası karışıklık dönemine bağımsızlık hareketiyle giren Macaristan’da 16 Kasım 1918’de cumhuriyet ilan edildi. Cumhurbaşkanlığına Karolyi getirildi. Ekim Devrimi’nden etkilenen ve Bolşeviklere yakın olan, aralarında Georg Lukacs’ın da bulunduğu aydınlar 21 Kasım 1918’de Komünist Parti’yi kurdular. Parti gazetesi “Kızıl Gazete” hükümete karşı politik yazılarla 20 bin tiraja ulaştı. Savaş sonrası dönemde kurulan işçi ve asker konseylerinin sayısı arttı. Bu sırada Macar toprakları güneyden Sırp, doğudan Rumen, batıdan Çeklerin işgali altına girmişti. Bela Kun önderliğinde Komünist Parti Sovyet Rusya’nın desteğini sağlayacağını söylüyordu. Kırsal kesimde Macar aristokratlarının malları yağmalanmaya başlandı. Hükümet tazminat karşılığı geniş toprakları kamulaştırıp topraksız köylülere dağıtmaya çalıştı ancak toprak sahipleri bu tasarıya direndi. Karolyi başkanlığındaki hükümet bunun üzerine kitlelere baskı uygulamaya başladı. Komünist Parti işçi konseylerinden dışlandı, Kızıl Gazete yeraltına inmek zorunda kaldı. Komünist Parti örgütleniyor, eylemler düzenliyordu. Sosyal demokratların gazetesinde Komünist Parti’yi hedef alan bir yazının protesto gösterileri sırasında polisle göstericiler arasında silahlı çatışma çıktı, 8 polis öldü. Bunun üzerine Bela Kun ve arkadaşları tutuklandı. Arkadaşlarının ölümüne öfkelenen polislerin linç girişimi sonucunda Bela Kun ağır yaralandı. Bu linç girişimi, Komünist Parti’ye duyulan sempatiyi arttırdı. Örgütlü Komünist Parti etkinliğiyle fabrika yönetimleri işçi konseylerine geçti. O sıralarda Uluslararası Müttefik Komisyonu Macar birliklerinin geri çekilip Romen işgaline izin vermesini bildirdi. Komünistlerle Sosyal Demokratlar işbirliği yaparak bildiriyi reddetme ve demokratik devrimin sosyalist devrime dönüştürülmesi kararını aldılar. Bela Kun’un isteği doğrultusunda Komünist Enternasyonal’le yakın ilişki kurulması ve iki partinin Macar Sosyalist Partisi adıyla birleşmesi kabul edildi. Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti ilan edildi, hükümet istifa etti, Bela Kun ve arkadaşları serbest bırakıldı. Bela Kun, Macar Konseyi başkanlığına, Sandor Garbai devrim hükümeti başkanlığına getirildi. Bela Kun dışişleri, Georg Lukacs eğitim ve kültür komiserliğine getirildi. Burada iki önemli devrimciden söz edelim. Bela Kun, 1886’da doğdu. Babası Yahudi bir köy katibiydi. 1902’de Macaristan Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi. I. Paylaşım Savaşı’nda Avusturya Macaristan ordusunda savaşırken Rus ordusuna tutsak düştü. Tutsaklığı sırasında Bolşeviklerle ilişki kurdu. Burada devrimci çalışmalar konusunda eğitim aldı. Savaş sonrası ülkesine dönüp Macar Komünist Partisi’nin kurulması çalışmalarına katıldı ve partinin başkanlığına getirildi. Bela Kun yukarıda anlatıldığı gibi devrimci hükümete girdikten sonra Macar Kızıl Ordusu’nu kurdu. Ardından Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulduğunu duyurdu. Bankalar, fabrikalar ve büyük topraklar kamulaştırıldı. İtilaf devletlerinin desteklediği Romen ve Çek birliklerinin saldırısını başarısızlığa uğrattı. Romenlerden geri alınan Slovakya’da Slovak Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Kızıl Ordu, İtilaf devletlerinin baskısıyla bölgeden çekilince bu devlet yıkıldı. Kun’un vaadettiği Sovyet yardımı gelmeyince de kıtlık tehlikesi ortaya çıktı ve ekonomik durum kötüleşti. 21 Mart 1919’da kurulan devrimci hükümet 4 Ağustos 1919’da yıkıldı. Bela Kun 13 Ağustos’ta Viyana’ya, daha sonra da Rusya’ya gitti. Stalin döneminde Troçkizmle suçlandı ve 1939’da idam edildi. Georg Lukacs, 1885’te doğdu. Zengin bir Yahudi aileden geliyordu. Hukuk eğitimi gördü. 1902’de bir tiyatro kurdu; Gorki, İbsen, Çehov gibi yazarların eserlerini sahneye koydu. Almanya’da felsefe eğitimi aldı. Marks ve Engels’in eserlerini okudu. I. Paylaşım Savaşı sonlarında Macar Komünist Partisi’ne üye oldu. Partinin yayın organını yönetti. Yukarda anlatıldığı gibi devrimci hükümete girdi ancak hükümet yıkılınca Viyana’ya gitmek zorunda kaldı. Tutuklandı, Thomas Mann gibi aydınların baskısıyla serbest bırakıldı. Sonraki dönemde Moskova’ya gitti, Lenin’le tanıştı. Marksist eserlerin yayınlanması çalışmalarını yürüttü. II. Paylaşım Savaşı sonrası Macaristan’a döndü, parlamentoya girdi, Macar Bilimler Akademisi’ne seçildi. 1949’da görüşleri Marksizm’den sapma olarak değerlendirildi, suçlandı. 1956’da Macar ayaklanmasından sonra kurulan Imre Nagy hükümetinde kültür bakanı oldu. Nagy hükümetinin devrilmesinden sonra Romanya’ya sürüldü. Macaristan’a döndükten sonra Marksist estetik sorunlarıyla ilgilendi. 1971’de öldü.
Bütün anti-komünist güçlerin desteğini alan Romen işgali ile, Macar devrimi kuruluşunun kısa bir süre ardından yenilgiye uğratıldıktan sonra ne yazık ki devrimci hükümetin yerini kontlar, bankerler ve toprak sahipleri aldı. Horthy yönetiminde kurulan karşı-devrimci terör hükümeti şiddet uygulayarak 5000 kişinin ölümüne neden oldu.
Sosyalist mücadele açısından ikinci önemli aşama 1956 ayaklanmasıdır. Macaristan 1953 yılında ekonomik bakımdan kötü durumdaydı ve hükümet başkanı Matyas Rakosi, hoşnut olmayan işçi sınıfı üzerine baskı uygulamaktaydı. Bu dönemde hükümet yeni bir siyaset kararı aldı. Buna göre ekonomik üretim ağır sanayiden tüketim mallarına kaydırılacak, halk ve işçilerin yaşam düzeyi yükseltilecek ve demokratikleşme adımları atılacaktı. Bu yeni uygulamaları Imre Nagy yürürlüğe koydu. Bu değişiklikler parti içinde huzursuzluk yaratınca Nagy, Ekim 1955’te partisinden ihraç edildi. 1956’ya gelindiğinde işçiler ve öğrenciler Rakosi hükümetine yönelik tepki ve Nagy’ye destek amaçlı eylemler başlattı. Ekim 1956’da Nagy partiye yeniden kabul edildi. Burada Imre Nagy’den kısaca sözedelim. 1896 doğumlu Nagy I. Paylaşım Savaşı’nda Çarlık Rusyası’na esir düştü. Savaş tutsağı olarak bulunduğu Rusya’da Ekim Devrimi’ne tanıklık etti ve Kızılordu saflarında iç savaşa katıldı. Macaristan’da Bela Kun önderliğinde kurulan devrimci hükümette görev aldı. Devrimin başarısızlığa uğramasıyla Sovyetler Birliği’ne gitti. II. Paylaşım Savaşı sonrası Macaristan’a döndü ve Macaristan hükümetlerinde görev aldı. 22 Ekim 1956’da iki ayrı gösteride öğrenciler ve yazarlar Nagy başkanlığında yeni bir hükümet kurulmasını istediklerini bildirdiler. Öğrenciler Sovyet birliklerinin Macaristan’dan ayrılmasını istiyorlardı. Askeri birliklerin silahsız halka ateş açmasıyla halk silahlanmaya ve askerle mücadeleye başladı. Ana konumuz heykeller olduğu için burada şu önemli olayı belirtmeliyiz. 23 Ekim’de halk Stalin anıtına yürüdü ve çelik halatlarla anıtı devirmeye çalıştı. Başarılı olunamayınca bronz heykel  çizmelerinin üzerinden kesildi ve yere düşürüldü. Memento Park’ın girişinde “Stalin’in Çizmeleri” adlı yeni eser bu olaya gönderme yapar. Sovyet birlikleri 24 Ekim’de halka karşı mücadeleye başladı. Parti yönetimi aynı gün Nagy’nin hükümet başkanlığına getirildiğini bildirdi ve halkı silah bırakmaya çağırdı. Silah bırakanların cezalandırılmayacağı bildirilse de bu çağrı işe yaramadı. Mücadele 30 Ekim’e kadar sürdü. Sovyet birlikleri Budapeşte’den ayrılmaya başladı. İşçiler bu aşamada kendi sosyalist örgütlenmeleriyle yönetime katılmayı istemekteydiler. Kurulan işçi konseyleri etkin bir güç durumuna geldi. İşçi konseylerinin bu etkin gücü ikili bir iktidara yol açtı. Konseylerin hükümetten birçok istekleri oldu. Nagy hükümeti, genel grev nedeniyle ortaya çıkan baskı sonucu bunlardan birini kabul etti ve 1 Kasım’da Macaristan’ın Varşova Paktı’ndan ayrıldığını duyurdu. Bunun üzerine işçi konseyleri genel grevi sonlandırma kararı aldı. Sovyet birliklerinin Macaristan’dan ayrılması için görüşmelerin başlatılması öncesinde yeni Sovyet birlikleri Macaristan’a doğru yola çıktı. Sovyet birlikleri 3 Kasım’da Macar yöneticileri tutukladı. Nagy hükümeti, Sovyet birliklerine karşı silahlı mücadele kararı aldı. Sovyet birlikleri tüm Macaristan’da sürdürülen direnişi kısa zaman içinde bastırdı. İşçi konseyleri birleştiler ve hükümet üzerinde denetim yetkisi istediler. Bu istekleri reddedildi, 19 Kasım’dan sonra da yetkileri kısıtlanmaya başlandı. Ardından konsey yöneticileri ve üyeleri tutuklanmaya başlandı. Konseyler çalışamaz duruma getirildiler. 1957-59 yılları arası dönem ayaklanmacıların sindirilmesine yönelik tutuklamalar, ölüm cezaları, çeşitli baskı yöntemleri ile geçti. Bu süreçte ayaklanma önderleri ve Imre Nagy başta olmak üzere pek çok kişi idam edildi. 1960 yılıyla birlikte bu baskı sonlandırıldı, 1963’te genel af ilan edildi.  

Görüldüğü üzere Macaristan’da sosyalist mücadele pek zorlu yollardan geçmiştir, çok kanlıdır, bu uğurda çok insan yitirilmiştir. Memento Park’ı nasıl yorumlayabiliriz? Macarlar bu devrimci süreçler konusunda Sovyet rejimi altındaki diğer pek çok sosyalist Avrupa ülkesinin aksine daha vefalı davranmış görünüyor. Sosyalist devrim sürecinin izlerini bir çırpıda silmek yerine en azından bu heykelleri bir anı parkında sergileme düşüncesi, her ne kadar burası turistik amaçlı bir merkez olarak kullanılıyor olsa da, sosyalist düşünceyi hala canlı tutmaya yaramaktadır kanımızca.

12 Şubat 2015 Perşembe

BARIŞ İSTER MİSİNİZ?


Bundan birkaç yıl önce, Kuzey Kıbrıs’ta yayın yapan televizyon kanallarından birinde tanınmış bir tiyatro sanatçısının sunduğu bir program gösterimdeydi. Sanatçı, yoldan geçenlere “Barış ister misiniz?” diye soruyordu. Yakın zamanda hocam Cengiz Gündoğdu’nun önerdiği, Giovanni Papini’nin yazdığı “GOG”* adlı romanda aynı sorunun sorulmuş olduğu bir bölüm görünce meraklandım. Soru uzun zaman önce yanıtlanmıştı demek.

Kitaptaki yanıt ilginçtir. M. Pierre Gourjat toplantı yaparak savını ileri sürer: İki çare vardır. Birinci seçenek insan zekasının, ruhunun, duygularının güce başvurmayacak biçimde tamamen değiştirilmesidir. Bu çok zordur ve uzun zaman gerektirir. Daha pratik seçenek belli bir günde, bütün dünya sendikalarının denetiminde savaş malzemesi yapılan bütün fabrikalarda genel grev ilan edilmesi, işçilerin savaş malzemesi üretmemesi, buna mühendisler, memurların da destek vermesidir. Böylelikle bütün silahların ortadan kaldırılmasının yolu hazırlanacaktır. Grev yapan işçilerin geçimi için diğer insanlar seve seve destek olacak; işçiler, insanların gönenci için yapılacak yeni fabrikalarda görev alacaklardır. Gerçekte sarsıcı ve güçlü bir öneridir bu ama romanda dinleyiciler Gourjat’ı ciddiye almazlar. Bir akıl doktoruna görünmesi gerektiğini düşünürler. Biz bu düşüncelere bu kadar baştan savma yaklaşmayalım ve konuyu biraz daha derinliğine düşünelim. Şunu da soralım: Kıbrıs’ta 50’li yıllarda başlayıp 1974’e kadar süren savaş neden gerçekleşti?

Sunucumuz bir silah tüccarına denk gelmediyse barış istemeyen birini bulamamıştır sanırız. Kıbrıs’ta silah fabrikası da bulunmuyor. Demek ki 1950-1974 yılları arasında silahlar dışardan gelmiş. Baştan başlayalım: İngiliz sömürge yönetimini sonlandırarak Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak (Enosis) amacıyla silahlı mücadele kararı alan anti-komünist Rum ulusalcı güçleri Yorgo Grivas önderliğinde örgütlenir, 1954’te EOKA (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü) kurulur. Türkler ise önceleri Volkan örgütü ile buna karşı direnişe başlar, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ise 1957‘de Rauf Denktaş önderliğinde kurulur. Silahlar Rumlara kaçak yollarla Atina’dan gemilerle gönderilmiştir. Dinamit, fünye, tabancalar, el bombaları, makineli tüfekler, patlayıcılar adaya sokulmuştur. 1963’te Türklere yönelik Rum saldırılarının başlamasından sonra Türk direnişçilere, özellikle Erenköy bölgesine silah ve stratejik madde sağlanmıştır. TMT üyeleri bu silahların Türkiye’den Özel Harp Dairesi aracılığıyla gönderildiğini belirtmişlerdir. Tabancalar, makineli tüfekler, el bombaları, patlayıcılar, roketatarlar, gemilerle Kıbrıslı direnişçilere ulaştırılmıştır. Bu konuda Birleşmiş Milletler’de görevli subaylar da yardım etmişlerdir. 21 Aralık 1963’te Rum saldırısı başlamış ve ilk 2 günde 6 kişi, 3. günde 17 Kıbrıslı Türk, 11 Kıbrıslı Elen, 4. günde 31 Kıbrıslı Türk, 5 Kıbrıslı Elen öldürülmüştür. Bu listeye katliamları da ekleyebiliriz. Yalnızca 1974’te işlenen cinayetlerin küçük bir kısmı: Ağustos 1974’te Rumlar Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinde aralarında kadınlar ve çocukların olduğu 129 Türk’ü,  Türkler Balıkesir’de 17, Paşaköy’de 70 Rum’u, Rumlar Taşkent’te 84 Türk’ü katlettiler. Ne yazık ki tüm bu sayısal veriler bize 1963’te Rumlarla Türkler arasında başlayan savaşın nedenini vermiyor. Yapmış olduğumuz olası hata nerededir o zaman?

Başa dönelim ve soruyu yeniden düşünelim. Kıbrıs’ta barış isteyenler kimlerdi: Kıbrıslı Türk ve Rum işçilerin ortak üye olduğu PEO (Pan Kıbrıs İşçi Federasyonu) ve 1941’de kurulmuş olan sosyalist AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi), 1960 öncesi verdiği sosyalist mücadele ile birleşik bir Kıbrıs arzuluyordu. 1948’de Rum ve Türkler maden ocaklarında birlikte greve gittiler. Deprem gibi toplumsal felaketlerde yardıma birlikte koştular. Sosyal hakların kazanımında omuz omuzaydılar. Sağlık hizmeti veren bir sendika kliniği kurdular. Mücadeleleri sırasında birlikte öldüler, birlikte hapse atıldılar. 1 Mayıs’ları birlikte kutladılar. Her iki kesimde aşırı ulusalcı güçlerin Enosis ve Taksim politikalarının karşısına 1 Mayıs 1958’de Türk ve Rum emekçiler ortak eylemle çıktılar. Peki barış isteyenlerin başına neler geldi? 1958’de TMT Kıbrıslı Türk solculara, EOKA da Kıbrıslı Rum solculara yönelik tehdit ve saldırılara başladı. 22 Mayıs 1958’de PEO Türk Bürosu sorumlusu Ahmet Sadi’ye suikast girişiminde bulunuldu, Sadi ve eşi yaralandı. 24 Mayıs 1958 günü Kıbrıs’ta 3 farklı bölgede 3 vahşi cinayet işlendi. Lefkoşa’da saat 11’de Türk sosyalist işçi Fazıl Önder göğsünden kurşunlandı ve sırtından bıçaklandı. Fazıl Önder’in katilleri Türk faşistlerdi. Saat 19’da ise Lefkonuk’ta bir Rum sosyalist işçi, Savvas Menikos, köy meydanında kilise önündeki ağaca bağlandı, hain olduğu iddiasıyla taşlanarak ve bıçaklanarak öldürüldü. Köylülerin gözü önünde bu cinayeti işleyenler Rum faşistlerdi. Yine aynı akşam İpsoz’da Takis Yasumi de Rum faşistlerin kurşunlarıyla öldürüldü. Bu dönemde EOKA’nın komünizmle mücadele gerekçesiyle Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’dan para yardımı aldığını kanıtlar belgeler olması dikkat çekici önemdedir. Bu arada TMT’nin Kıbrıslı Türk solculara yönelik silahlı saldırıları pek çok solcu Türk’ün ölümüne, bir kısmının da adadan ayrılmasına neden oldu. Diğerleri de AKEL ve PEO’dan ayrılmak zorunda kaldılar. Dahası da var. Rum faşistler Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra da İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis öncülüğünde EOKA’nın ardılı niteliğindeki Teşkilat adı altında örgütlendiler ve komünistleri hedef aldılar. Türkler de TMT örgütünü korudular. 25 Mart 1962 gecesi Lefkoşa’da Bayraktar ve Ömerge camilerine bombalı saldırılar düzenlendi. Türk yönetimi patlamalardan Rumları sorumlu tuttu. Olayı Türklerin gerçekleştirmiş olduğu yönünde bilgilere ulaşan iki gazeteci Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan içişleri bakanı Polikarpos Yorgacis ile görüştüler. Görüşmeyi Yorgacis gizlice banda kaydetti. Bu olayla ilgili kurulan komisyonda tanıklık etmelerinden kısa süre önce 23 Nisan 1962 gecesi gazeteciler vahşi cinayetlere kurban gittiler. Ayhan Hikmet yatağında katledildi. Ahmet Muzaffer Gürkan da o gece otomobilinde kurşunlanarak öldürüldü. Bu iki genç avukat, Türk-Rum işbirliğini ve 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını savunan haftalık Cumhuriyet gazetesini çıkarmaya başladıklarında ölüm tehditleri almaya başlamışlardı bile. TMT’nin kuruluşunda görev alan, daha sonra orgeneralliğe yükselen Sabri Yirmibeşoğlu’nun içinde bulunduğumuz dönemde, birkaç yıl önce bir televizyon programında Kıbrıs’ta ulusal bilinç uyandırmak için cami bombaladıklarını itiraf ettiğini buraya not düşelim. AKEL ise bu karanlık süreçte büyük bir hata yapmıştır. AKEL, 1964 yılında Enosis politikasını destekleme kararı aldı. Bu politika ile AKEL, Kıbrıslı Türkleri kendisinden uzaklaştırmış, Kıbrıslı Türk solcuları yalnızlaştırmıştır. 1990 yılında bunun bir hata olduğunu AKEL yönetimi de kabul edecektir.

Önemli bir kişilik, bir trajik karakterden de söz etmemiz gerekir: Derviş Ali Kavazoğlu. Kavazoğlu marangozluk yaparken Bir yandan da Bulgaristan’dan gelen Marksizmle ilgili kitapları okuyordu. PEO’ya katıldı. 1960’ta Moskova’da “Bilimsel Sosyalizm ve Marksizm Teorisi” eğitimine katıldı. Kıbrıs’a döndüğünde bölünmemiş sosyalist bir vatan için mücadeleyi kaldığı yerden sürdürdü. Hep işçilerin arasındaydı. “Emekçi” ve “İnkılapçı” adlı gazeteleri çıkardı. Kıbrıs televizyonunda (PIK) Türk-Rum dostluğunun gerekliliğini anlattı. Bu nedenlerle Kıbrıs Türk ulusalcı önderliğin hedeflerinden biri durumuna geldi. Rum kesiminde yaşamak zorunda bırakıldı. Avukatlar Gürkan ve Hikmet’le görüşüyordu. Onları AKEL üyesi yaptı. Ayrıca Kıbrıs Türk Halk Partisi’ni kurmaları yönünde destekledi. Örgütlenme çalışmalarını çok önemsiyordu. 1964’te Türk ve Rumların birlikte yaşadığı Dali köyünde iki toplumu buluşturan büyük bir miting düzenledi. Bu mitingdeki konuşması şöyle başlar: “Sevgili kardeşlerim. Kıbrıs Türk toplumunun ezici çoğunluğu, iki toplumun Kıbrıs’ta birarada barış içinde yaşamasını istediğini her fırsatta dile getiriyor”. Pankartlardan birinde Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözleri Türkçe ve Rumca olarak yazılıydı. AKEL’in Enosis politikası onu çok zor durumda bırakmış ve yalnızlaştırmıştı. Türklerden uzaklaşmıştı. Yine de vazgeçmedi. Bir örgütleme çalışması için dostu Kostas Mişauli ile birlikte gittiği Türk köyü Luricina’da 11 Nisan 1965’te pusuya düşürüldü. İlişki kurduğu iki Türk bu iki dostu arabalarında katlettiler. Türk-Rum dostluğunun simgesi Kavazoğlu ve Mişauli öldüklerinde kucak kucağaydılar.

Kıbrıs’taki savaş sürecine artık daha derinlikli bakabiliriz. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda Cumhurbaşkanı Makarios ve diğer EOKA liderleri öncülüğünde Kıbrıslı Rumlar Enosis hayallerini ertelemek zorunda kalmışlardı. Ertelemişlerdi, ancak vazgeçmemişlerdi. Cumhuriyetin daha ilk aylarında mücadele hazırlıklarına başladılar. Yorgacis adada Yunanistan’dan getirdikleri silahları depolamaya başladı. EOKA’nın devamı sayılabilecek ‘Teşkilat’ kuruldu. Makarios ise 1959 garantörlük anlaşmalarını ortadan kaldıran anayasa değişiklikleri önerisiyle Türkleri azınlık konumuna düşürmeye ve Kıbrıs’ı Rum adası yapacak siyasi ve hukuki değişiklikleri gerçekleştirmek için girişimlere başladı. İngilizler ve Amerikalılar Makarios’un gerilimi artırdığını ve Türklerle Rumlar arasında kan dökülebileceğini gördüler ama Makarios’u engellemek için yeterince çaba harcamadılar. Rumların Teşkilat’ı Türklere karşı silahlı saldırıları 1963’te başlattığında TMT de direnmeye hazırdı. ‘Enosis’ ve ‘Taksim’ çığlıkları atılırken birçok insan ölmüş, birçok insan evsiz kalmış, göç etmişti. Türkler Rum ambargoları altında çadır kentlerde yaşamaya başlamıştı. Rumlar 1964 yılında kendi düzenli ordularını, Rum Ulusal Muhafız Ordusu’nu kurdular. Bu orduyu Yunanistan’dan gelen silahlarla donattılar. Dahası, bu orduyu Yunanistan’dan gelen subaylar eğittiler. Bu subaylar, Enosis’i destekleyenler arasından özenle seçildiler. Bu süreçte İngiltere, ABD, Türkiye ve Yunanistan’ın en önemli kaygısı adanın komünistlerin denetimine geçmesi idi. Adada bir NATO gücünün güvenliği sağlaması önerisini reddeden Makarios Türklerin 1960’ta yönetimden çekilmesiyle tamamen Rumlardan oluşan yeni hükümeti Birleşmiş Milletlere (BM) resmen kabul ettirmişti. Sorunu BM’de çözmek niyetindeydi ama Türkiye’nin garantörlük anlaşmalarından doğan hakkı dolayısıyla adaya bir silahlı saldırı girişiminde bulunma olasılığı onu korkutuyordu. Makarios’un Sovyetler Birliği’nden silah yardımı istemesi Amerika ve 3 garantör devletin tepkisini çekti. Adanın komünist yönetim altına geçmesi korkusuyla bu 4 güç Makarios’a karşı darbe seçeneğini bile düşündüler. Adada Türklerle Rumların birbirlerini öldürmesi önemli değil gibiydi. Oysa sözde komünist parti AKEL bile, ENOSİS politikalarını ve Makarios’u destekliyordu. Bu uğurda adaya sivil giysiler içinde deniz yoluyla büyük topluluklar  halinde Yunan askerleri aktarılmaya başlandı. 1964 yılında Kıbrıs’ta 8000’den fazla Yunan askeri bulunmaktaydı. Askerlerle birlikte büyük miktarda silah da adaya sokuldu. Buna karşılık Türkiye de Kıbrıs’a Türk askerlerini gizlice sokmaya başladı. Bu karşılıklı asker ve silah yığınağı bir Türk-Yunan savaşına yol açabilecek sorunlar doğurmaya başladı. Rum liderler Makarios, Grivas ve Yorgacis’in Enosis saplantısı ve sorumsuzlukları adada Kıbrıslı Türk ve Rumlar arasında çatışmalara ve kan dökülmesine, özellikle Türklerin evsiz kalmasına, ambargolar altında ezilmesine neden oluyordu. Sorumsuz ve hırslı Rum liderler, Cumhurbaşkanı Makarios, İçişleri ve Savunma bakanı Yorgacis ile ordu komutanı Grivas, Türklerin kısa süre içinde tamamen katledilmesi planlarını (Akritas Planı) yürürlüğe nasıl koyacaklarını tartışıyorlardı. Kısa süre içinde bu sorumsuzluk nedeniyle Türkiye ile Yunanistan iki kez savaş konumuna geldiler. İlki 1964’te Mansura-Koççina Türk yerleşim bölgesine Rumların yaptığı saldırı nedeniyle gerçekleşti. Grivas önderliğinde düzenlenen silahlı operasyon sonucunda bölgeyi Rumlar ele geçirdi. Bunun üzerine Türk uçakları askeri hedefler yanı sıra Rum köylerini de bombaladı ve bu saldırı sonucunda 53 sivil öldü. Ateşkes güçlükle sağlandı. Bir başka büyük kriz de 1967’de Rumların yine Grivas önderliğinde düzenlediği Köfünye askeri saldırısı sonucu ortaya çıkmıştır. Türklerin kontrolündeki köyü ele geçirmek için Rumlar ağır silahlarla saldırdılar. 27 Türkü öldürdüler. Türkiye’nin açık müdahale tehditi nedeniyle gerçekleşebilecek olası Türk-Yunan savaşı Amerika’nın arabuluculuk çabaları ile önlendi. Grivas ordu komutanlığından istifa etti, adada bulunan Yunan alayı Kıbrıs’tan ayrıldı. Bir süre sonra Rum liderler kendi aralarında iktidar mücadelesine giriştiler. Yunanistan’da 1967’de albaylar cuntası gerçekleşti ve 1952’den beri CIA’nın maaşlı görevlisi olduğu bilinen Yorgo Papadopulos önderliğindeki cunta yönetimi Kıbrıs’ın içişlerine daha da fazla karışmaya başladı. Yorgacis önce cunta lideri Papadopulos’a, daha sonra da cumhurbaşkanı Makarios’a başarısız suikast girişimlerine karıştı.  Çok şey bilen Yorgacis, 1970’te tuzağa düşürülüp öldürüldü. Gerçekte cunta yönetimi Makarios’u devirip adayı Yunanistan’a hemen bağlamak istiyordu. Sovyet desteğini alan ve komünist AKEL’le işbirliğine giren Makarios yönetiminden Amerika da hoşnut değildi. Grivas yeniden adaya gönderildi ve EOKA-B adlı antikomünist terör örgütünün Makarios karşıtı silahlı mücadele vermesine göz yumuldu. İngiltere-ABD işbirliğinde Makarios’a darbe planları yürürlüğe konuldu. Temel hedef Kıbrıs’ta komünist bir yönetimin başa geçmesinin engellenmesi ve İngiliz üslerinin korunmasıydı. Bu üsler Ortadoğu’nun ABD’ye bilgi aktaran en büyük casusluk üsleriydi. Öncelikle Yunan cunta yönetimi değiştirildi, Papadopulos devrildi, yerine Makarios’tan daha hızlı kurtulmak isteyen Yuannidis başa geçti. Ocak 1974’te Grivas’ın ölümüyle EOKA-B dağılma sürecine girince ABD dışişleri bakanı Kissinger’in büyük oranda gizlice yürüttüğü ve desteklediği Kıbrıs darbesi gerçekleşti. Yunan cuntası artık adaya egemendi, ancak hesaplanmamış olan ABD’nin Türkiye’ye Kıbrıs’a askeri operasyon için göz yumacağıydı. 15 Temmuz 1974’te cunta Makarios’u devirdi, Makarios adadan ayrıldı. 20 Temmuz 1974’te Türkiye Kıbrıs’a harekat başlattı ve kısa süre içinde iki ayrı operasyonla adanın yaklaşık %37’sinin denetimini ele geçirdi. Bu iki operasyon süresince Türkiye’yi engellemek adına bir girişimde bulunulmadı. Yunanistan ise Türkiye ile savaşı göze alamadı. Yunanistan’da cunta yönetimi devrildi, Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanlığına getirilen EOKA’cı Sampson istifa etti. Sürecin sonunda ada ikiye bölünmüş oldu ve komünist bir yönetimin başa geçmesi, casusluk üslerinin denetiminin yitirilmesi tehlikeleri ortadan kaldırıldı. Bu kanlı planın faturasını Kıbrıslı Rumlar ve Türkler birlikte ödediler. 1974’teki katliamların bir kısmını yukarıda belirtmiştik. Bu darbe ve operasyon sürecinde 200000 Rum güney kesime göç etmek zorunda kaldı. Binlerce Kıbrıslı Türk, Rumların esiri olmuştu. Bildirilenlere göre 4000 Rum, 1000 Türk ölmüştü. Yine binlerce kayıp vardı ki bu kişilerin bir kısmı ile ilgili hala bilgi yoktur, bir kısmının cesetleri ise yeni bulunan toplu mezarlardan çıkarıldı.

Bu kısa Kıbrıs tarihi denemesinde birçok ayrıntı doğal olarak eksiktir ancak amacımız Kıbrıs’ta barış yolunda sosyalist mücadelenin önüne geçilerek nasıl bir yıkıma, bir faciaya yol açıldığını ve sosyalist mücadelenin önderlerinin nasıl milliyetçilik tuzağına düşürüldüğünü sonuçlarıyla birlikte göstermeye çalışmaktı. Bugün Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Kıbrıs’taki Rum yönetimi Avrupa Birliği (AB) üyesidir ve komünist parti önderliğinde 2012 yılının ikinci yarısında bu kapitalist birliğe başkanlık etmiştir. Bu ironik durum bir yana bırakılırsa daha da ilginç olan AB’nin Kıbrıs için kabul ettiği sınırların Rumlar yönetimindeki güney kesimi kapsadığı ama kuzey kesimi sınırları dışında bıraktığıdır. Oysa Kıbrıslı Türkler de AB yurttaşıdır ve AB pasaportu taşıyabilmektedirler. Şu an iki kesimde de birleşik Kıbrıs’ı savunan kesimler vardır ancak artık hedeflenen çatı, sosyalist birleşik Kıbrıs değil, AB’dir. Bu hayalin olanaksızlığı başka bir yazının konusudur ancak bu yalanı açığa çıkaracak ortak bir işçi sınıf bilinci artık kesinlikle yoktur.

Sonuç olarak kahramanımız M. Pierre Gourjat bizce haklıdır. Barış için hem de yalnızca yerel değil evrensel bir barış için yalnızca silah fabrikalarında çalışanlar değil tüm işçiler ortak mücadele etmelidir. Kapitalist sömürücülerin buna kesinlikle engel olmaya çalışacaklarını biliyoruz. Kıbrıs bunun küçük bir örneğidir ne yazık ki. İşçi sınıfı gerekli dersleri çıkarmadıkça kanlı savaşlar da sürecektir.


* Giovanni Papini, GOG, Çev: Fikret Adil, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010.






Kaynakça:

- Ahmet C. Gazioğlu. Anılar Ve Belgeler Işığında Londra Dosyası Ve Sen Ben Kavgası. Cyrep, Lefkoşa, 2006.

- Ahmet Sanver. Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı, Türkiye Cumhuriyeti Özel Harp Dairesi, TMT ve ÖHD Anılarım. Kendi Yayını, Lefkoşa, 2012.

- Brendan O’Malley, Ian Craig. Amerika, Casusluk ve İşgal, Kıbrıs Komplosu. Çev: Nalan Çeper. Khora Yayınları, Lefkoşa, 2012.

- Hristakis Vanezos, Derviş Ali Kavazoğlu, 11 Nisan 1965 Lefkoşa-Larnaka Yolu. Çev: Suat Baran. Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa 2009.

- İbrahim Aziz. Perde Aralığından. Peri Lihnon Afas Yayınları, Lefkoşa 2011.

- Makarios Druşotis. Karanlık Yön EOKA. Çev: Öztürk Yıdırımbora, Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa 2007.

- Makarios Druşotis. Kıbrıs 1963-1964 İlk Bölünme. Çev: Ali Çakıroğlu. Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa 2008.

- Makarios Druşotis. Cunta ve Kıbrıs 1967-1970 Köfünye Krizi, , İki Suikast, Bir Cinayet. Çev: Metin Bağrıaçık. Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa, 2010.

- Makarios Druşotis. Kıbrıs 1970-1974, EOKA B, Yunan Darbesi ve Türk İstilası. Çev: Ali Çakıroğlu. Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa 2006.

- Mehmet Hasgüler. Kıbrıs’ta Taksim ve Enosis Politikalarının Sonu. İletişim Yayınları, İstanbul, 2000.

- Panikos Neokleus. Tarihe Işık Tutan Anılar 1955-1974 Kıbrıs. Çev: Melis Kızıldağ. Kalkedon Yayınılık, İstanbul 2011.

- Pantelis Varnava. Kıbrıslı Rum Ve Türklerin Ortak İşçi Mücadeleleri (Tarihten Olaylar). Çev: Thanasis Haranas. Kendi Yayını, Lefkoşa, 1997.

- Yorgo Grivas. Hayatım. Ed: Charles Foley. Çev: Cumhur Atay. Kalkedon Yayınları, İstanbul 2012.