27 Ekim 1842, Rheinische Zeitung.
Aristokrasinin geleneksel
hakları, evrensel hukuk biçimiyle içeriği
bakımından çatışır. Onlara hukukun biçimi verilemez çünkü onlar
hukuksuzluğun oluşumlarıdır. İçeriklerinin hukuk biçimine karşıt olduğu gerçeği
- evrensellik ve gereklilik – onların geleneksel
yanlışlar olduğunu ve hukuka karşı ileri sürülemeyeceğini kanıtlar. Bu
karşıtlık ortadan kaldırılmalı ve dahası uygun durumda cezalandırılmalıdır. Çünkü
hiç kimsenin eylemi, o kişinin geleneği olduğu için yasa dışılıktan çıkmaz,
nasıl ki haydutluk o aileye özgü bir özellik olduğu için bir hırsızın haydut
oğlu aklanamaz. Bilerek hukuka karşı eylemde bulunan bir kişi kastından dolayı
cezalandırılır. Geleneği nedeniyle eylemde bulunuyorsa, bu geleneği, kötü bir
gelenek olduğu için cezalandırılacaktır. Evrensel yasalar üstün geldiği zaman,
akla uygun geleneksel hak, yasal hak
geleneğinden başka bir şey değildir. Çünkü hak yalnızca geleneğe dönüşmek üzere ortadan kalkmış olsa bile yasa onu
içeriyor diye, geleneğe dönüşmek üzere ortadan kalkmaz. Yasaya uygun edimde
bulunan biri için hak onun kendi geleneği olur. Ancak yasayı çiğneyene karşı
hak, o kişinin geleneği olmasa da zorla uygulanır. Hak artık şansa, geleneğin
akla uygun olup olmadığına bağlı değildir. Hak yasal olduğu için, gelenek,
devlet geleneğine dönüştüğü için, gelenek akla uygun duruma gelir.
Yasal hakkın yanı sıra ayrı bir etki alanı olarak geleneksel
hak buna göre, yalnızca yasanın yanı sıra
ve ona ek olarak var olduğu, geleneğin yasal hakkın beklentisi olduğu yerde akla uygundur. Dolayısıyla kimse ayrıcalıklı
toplumsal konumdakilerin geleneksel haklarından söz edemez. Yasa onların yalnızca
akla uygun haklarını değil dahası sıklıkla onların akla aykırı hak iddialarını
da tanır. Ayrıcalıklı toplumsal konumdakilerin yasayla ilgili bir beklenti
içinde olma hakları yoktur. Çünkü yasa onların haklarının tüm olası sonuçlarını
karşılamıştır. Yine buna bağlı olarak, geleneksel haklar yalnızca menus
plaisirs
(1) için bir etki alanı olarak istenir. Bu, akla uygun sınırlar içinde yasada
söz konusu edilen aynı içeriği, gelenek alanında kapris ve hak iddiaları için
bu akla uygun sınırlar dışında bulmak içindir.
Ancak aristokrasinin bu geleneksel hakları, akla uygun
hak kavramı ile karşıtlık içindeyken, yoksulların geleneksel hakları pozitif
hukukun gelenekleriyle karşıtlık içinde olan haklardır. Onların içeriği, yasal
biçimle değil ama kendi biçim yoksunluğu ile çatışır. Yasanın biçimi bu içerik
ile çelişki içinde değildir. Tam tersine, bu içerik henüz bu forma
ulaşmamıştır. En verimli kaynak olarak değerlendirilebilecek birçok Germanic (2) haktan yoksulların
geleneksel haklarını tek yönlü aydınlanmış yasamanın nasıl ele aldığını ve böyle
ele almaya zorlandığını kavramak için pek fazla düşünmeye gerek yoktur.
Medeni hukuka göre en liberal yasalar, var olan bu
hakların evrensel düzeye getirilmesi ve açık ve kesin biçimde belirtilmesi ile
sınırlandırılmıştır. Bu tür hakları bulamadıkları yerde yenilerini de yaratmadılar.
Kendine özgü gelenekleri ortadan kaldırdılar. Ancak böyle yaparken toplumsal
konumu yüksek olanların yanlışlarının rastgele iddialar biçimini alırken
toplumsal konumu olmayanların haklarının rastlantısal ödünler biçiminde ortaya
çıktığını unuttular. Bu hareket biçimi, hakların yanı sıra gelenekten de hoşnut
olanlar açısından doğru, hakları olmayıp yalnızca gelenekleri olanlar açısından
yanlıştır. Bu yasaların rastgele iddiaları yasal savlara dönüştürmesi gibi, bu
iddialarda hakkın akla uygun bir kısım içeriğinin bulunması gerektiğince,
rastlantısal ödünleri de zorunlu olanlarına dönüştürmeleri gerekirdi. Örneğin
manastırları ele alarak bunu açık kılabiliriz. Manastırlar ortadan
kaldırılmıştı, mülkleri dünyevileştirilmişti ve böyle yapmak doğruydu. Ancak
yoksulların manastırlarda bulduğu rastlantısal destek herhangi bir başka
pozitif gelir kaynağı ile karşılanmadı. Manastırların mülkleri özel mülke
dönüştürüldüğünde ve manastırlar biraz tazminat aldıklarında, yaşamını
manastırlar aracılığıyla sürdüren yoksullar tazminat almadılar. Tam tersine
onlara yeni bir kısıtlama dayatıldı. Eski bir haklarından yoksun bırakıldılar. Bu,
ayrıcalıklar tamamen hakka dönüşürken oldu. Bu kötüye kullanmaların olumlu bir
yönü - bir tarafın hakkını rastlantısal bir şeye dönüştürdüğü için de kötüye
kullanmadır - hem rastlantısalın zorunluluğa dönüştürülmesi hem de küçümsenmesi
nedeniyle ortadan kaldırılmıştır.
Bu yasalar zorunlu olarak tek yanlıydı çünkü yoksulların
tüm geleneksel hakları, mülkiyetin belli biçimlerinin karakter olarak belirsiz
olduğu gerçeğine dayanır. Çünkü onlar kesinlikle özel mülk değildi, kesinlikle
ortak mülk de değildi. Ortaçağın tüm kurumlarında bulduğumuz özel ve kamusal
hakların bir karışımıydı. Yasamanın amacı açısından bu belirsiz biçimler
yalnızca anlayışla kavranabilir. Anlayış yalnızca tek yanlı değildir, onun aynı
zamanda dünyayı tek yanlı yapma zorunlu işlevi de vardır. Bu işlev önemli ve
büyük bir görevdir çünkü yalnızca tek yanlılık bütünün düzenli olmayan yığınından
kendine özgü olanı çıkarabilir ve ona biçim verebilir. Bir şeyin karakteri
anlayışın ürünüdür. Her şey kendini yalıtmalı ve bir şey olabilmek için
yalıtılmış olmalıdır. Yaşamın içeriklerinin her birini kalıcı bir belirlilikle
sınırlandırarak ve o bu içeriğin sıvı özünü katılaştırırken anlayış, yaşamın
çok çeşitliliğini ortaya çıkarır. Çünkü yaşam birçok tek yanlılık olmadan çok
yanlı olamayacaktır.
Dolayısıyla anlayış, modeli Roma hukukunda bulunan
soyut medeni hukukun var olan kategorilerini onlara uygulayarak karışık olanı,
mülkiyetin belirsiz biçimlerini ortadan kaldırır. Yasama bilinci, bu belirsiz
mülkiyetin zorunluluklarını yoksul sınıf için ortadan kaldırmanın daha adil
olacağı değerlendirmesinde bulundu. Çünkü o yüksek konumdakilerin mülkiyetini
de ortadan kaldırdı. Buna karşın, medeni hukuk açısından bile burada iki yönlü
bir özel hakkın var olduğu unutuldu: mal sahibinin özel hakkı ve mal sahibi
olmayanın özel hakkı. Bu, anayasal hukuk altında hiçbir yasanın özel mülkiyet
ayrıcalıklarını ortadan kaldırmayacağı gerçeği dışında, onları yalnızca garip
karakterlerinden soyar ve onlara resmi bir karakter verir. Yine de hakkın ve
dolayısıyla mülkiyetin de, ortaçağa ait her biçimi her yönden karışık, iki
yönlü, ikiye bölünmüş olsaydı ve anlayış, bu çelişkili belirleme bakımından birlik
ilkesini haklı biçimde ileri sürseydi bile o, önceden belirlenmiş özel
mülkiyetin karakterini doğası gereği asla kazanamayacak mülklerin var olduğu
gerçeğini göz ardı etmiştir. Bu mülkler, temel doğaları ve rastlantısal var
oluş biçimleri ile oturma hakları ve dolayısıyla o sınıfın oturma hakkı kapsamındadır.
Onlar, kesinlikle o oturma hakları nedeniyle tüm diğer mülklerden ve sivil
toplumda doğası gereği onlarla aynı konumda olandan dışlanır.
Farkına varılacaktır ki tüm yoksul sınıfın
gelenekleri, mülkiyetin belirsiz yanına doğal bir içgüdü ile dayanır. Bu sınıfın
doğal bir gereksinimi karşılamak için bir dürtü duyumsadığı ve aynı biçimde,
haklı bir dürtüyü doyurmak için gereksinim hissettiği fark edilecektir. Devrilmiş
odunlar buna örnektir. Bu odunların büyüyen ağaçla yapısal ilişkisi, dökülmüş
derisiyle yılan arasında olduğu gibi pek azdır. Doğa kendini yoksulluk ve
zenginlik arasındaki antitezin bir modeli olarak sunar. Bu antitez modeli,
kuru, kırılmış dal ve sürgünlerin canlı yaşamdan uzaklaşmasına karşıt olarak
özsu ile dolu, kendi uygun formunu ve bireysel yaşamını geliştirmek için
yapısal olarak hava, ışık, su ve toprağı emen ağaç ve kökler biçimindedir. Bu,
yoksulluk ve zenginliğin doğal bir temsilidir. İnsan yoksulluğu, bu akrabalığı
duyumsar ve bu akrabalık duygusundan kendi yoksulluk hakkını çıkarır. Buna göre
o eğer önceden belirlenmiş mülk sahipleri için doğal canlı zenginliği isterse,
gereksinim ve onun rastlantısallığı için doğal yoksulluğu ister. Temel güçlerin
bu oyununda, yoksulluk insan gücünden daha insancıl olan iyi bir güç duyumsar. Ayrıcalıklı
bireylerin rastlantısal gelişigüzel eylemleri yerini temel güçlerin
rastlantısal eylemlerine bırakır. Bu eylemler gönüllü olarak bırakılmayan özel
mülkiyeti ayrıcalıklı bireylerin elinden alır. Zenginlerin sokaklarda dilenmesi
nasıl uygun değilse doğanın
yardımı için de bu böyledir. Ancak yoksulluğun haklarını kazanması yine
onun etkinliği ile olur. İnsan
toplumunun temel sınıfı bir araya gelerek
kendini doğanın temel gücünün ürünleri arasına düzen getirici olarak saptar. Konum
bu ürünler bağlamında benzerdir. Bu ürünlerin vahşi doğadaki gelişimi onları
mülkiyetin tamamen rastlantısal eki durumuna getirir ve yalnızca önemsizlikleri
nedeniyle onlar gerçek sahibin etkinliğinin nesnesi değildir. Aynı şey hasat
sonrası başakları toplama ya da benzer geleneksel haklar bağlamında da
geçerlidir.
Buna göre yoksul sınıfın bu
geleneklerinde içgüdüsel bir hak duygusu vardır. Kökleri olumlu ve yasaldır. Geleneksel hakkın biçimi burada doğaya
fazlasıyla uygundur çünkü şu ana dek yoksul
sınıfın kendi varoluşu sivil toplumun yalnızca
bir geleneğiydi. Bu gelenek devletin bilinçli örgütlenmesinde uygun bir yer
bulamamıştır.
Bu sorunla ilgili tartışma, bu
geleneksel hakların nasıl ele alındığına ilişkin, yöntemi ve tüm işlemin ruhunu
ayrıntılı biçimde gösteren bir örneğe elverir.
Bir kent milletvekili
yabanmersini ve kızılcık toplanmasının hırsızlık olarak kabul edilmesi
yönündeki kanun hükmüne karşı çıktı. Öncelikle bu meyveleri aileleri için biraz
para kazanmak üzere toplayan yoksul çocukları adına konuştu. Bu eyleme mal
sahipleri çok eski zamanlardan beri
izin veriyordu ve bu, çocuklara geleneksel
bir hak doğuruyordu. Bu gerçeğe bir başka milletvekili şöyle karşı çıktı:
“onun bölgesinde bu
yabanmersinleri ticari meta durumuna gelmiştir ve Hollanda’ya fıçılarla
dağıtılmıştır”.
Bir mekanda, buna göre, şeyler o düzeye gelmiştir ki yoksulun
geleneksel hakkı zenginin bir tekeline dönüşmüştür. Bu, doğal olarak zorunlu
tekelleştirilmeyi izleyen genel mülkiyetin tekelleştirilebileceğinin kapsamlı
kanıtıdır. Nesnenin doğası tekeli çağırır çünkü özel mülkiyet ilişkileri burada
bu tekeli yaratmıştır. Kimi para tutkunu küçük tüccarın tasarladığı bu modern
görüş eski dönem Alman toprak mülkiyeti ilişkileri için çıkar sağladığında
çürütülemez duruma gelir.
Aklı başında yasa koyucu
cezalandırmak zorunda kalmamak için suçu önleyecektir. Ancak bunu hakkın
kapsamını daraltarak değil hakkın kapsadıklarının olumsuz yönlerini ortadan
kaldırarak, bu kapsama olumlu bir eylem alanı kazandırarak yapacaktır. O,
hakkın daha geniş bir kapsamına ait olması amacıyla bir sınıfın üyeleri için olanaksızlığı ortadan kaldırmakla
kendini sınırlandırmayacaktır. Onların sınıfını kendi haklarından memnun olma gerçek olasılığına yükseltecektir. Eğer
devlet bunun için yeterli olacak kadar insancıl, zengin ve yüce gönüllü değilse,
en azından koşulların tek başına ortaya çıkmasına yol açtığı bir kabahatin suça dönüşmemesi yasa koyucunun kesin bir görevidir. O, toplum
düzenine aykırı bir suç gibi cezalandırılırsa onun için adaletsizliğin doruğu
olacak toplumsal bir bozukluğu
düzeltirken en yüksek hoşgörüyü göstermelidir. Aksi durumda, toplumsal içgüdünün
toplum düzenine aykırı biçimiyle mücadele ettiğini sanırken toplumsal içgüdünün
kendisiyle mücadele etmek durumunda kalacaktır. Kısaca söylemek gerekirse,
halkın geleneksel hakları baskılanırsa bunları uygulama çabası yalnızca basitçe
polis düzenine karşı gelme olarak
değerlendirilir, ancak asla bir suç gibi cezalandırılmaz. Polis gücü
aracılığıyla cezalandırma, koşulların yüzeysel bir bozukluk olarak karakterize
ettiği ama hukukun ölümsüz kuralına bir saldırı oluşturmayan bir eyleme karşı
kullanılan çıkarcı bir yöntemdir. Cezalandırma, kabahatle tutarsızlık oluşturmamalıdır.
Suçun utancı hukukun utancına dönüşmemelidir. Talihsizlik suç ya da suç
talihsizlik olursa devletin temeli zayıflatılmış olur. Bu bakış açısını
desteklemeyen Taşra Meclisi, yasa yapmanın temel kurallarını bile
tanımamaktadır.
Çıkarların küçük, katı, cimri ve
bencil ruhu yalnızca bir noktayı görür. Bu nokta, onun, mısırlarını ezdiği için,
yoldan geçeni kötü ün yapmış biri, bu talihsiz yaratığı güneşin altındaki en
alçak yaratık olarak değerlendiren kaba bir insan gibi, yaralandığı noktadır. Mısırlarını
o, görüşlerinin ve yargılarının temeli yapar. Yoldan geçenin ona dokunduğu tek
noktayı o kişinin esas doğasının tüm dünyayla iletişime geçtiği tek yer
durumuna getirir. Ancak bir kişi dürüst, dahası yetkin bir kişi olmaktan
vazgeçmeden mısırlarımın üzerinden yürüyüp geçebilir. İnsanları mısırlarınızla
yargılamamanız gerektiği gibi, onları kişisel çıkarlarınız gözüyle görmemeniz
gerekir (3). Kişisel çıkarlar, kişinin çıkarıyla o kişinin çatıştığı bir alanı o kişinin tüm
yaşam alanına dönüştürür. Doğalcı değildir, fareleri haşarat olarak görür, bu
nedenle de yasayı yalnızca haşaratı yok etmeye çalışan bir avcıya dönüştürür. Ancak
devlet, orman düzenlemelerine uymayanları odun hırsızı, orman düşmanı olarak
değerlendirmemelidir. Devlet yurttaşlarının her biriyle bin yaşamsal sinirle
bağlı değil midir? Herhangi bir yurttaş bu sinirlerden birini kopardı diye devletin tüm
bu sinirleri koparma hakkı var mıdır? Buna göre devlet, orman düzenlemelerine
uymayanları da bir insan, kalbi kan pompalayan yaşayan bir üye, Anavatanını
savunmak zorunda olan bir asker, mahkemede sözü dinlenmesi gereken bir tanık,
topluluğun kamusal görevler üstlenen bir üyesi, varlığı kutsal olan bir aile
babası, her şeyden öte de devletin bir yurttaşı olarak kabul edecek. Devlet
üyelerinden birini umarsızca bu görevlerinden dışlamayacak çünkü devlet bir
yurttaşı bir suçluya dönüştürdüğünde kendi uzvunu kesmiş olur. Her şeyden öte,
ahlaklı yasa yapıcı daha önce kabahat olarak kabul edilmeyen bir eylemin suç
eylemleri arasında sınıflandırılmasının en ciddi, en acı verici, en tehlikeli
durum olacağını düşünecektir.
Çıkar, buna karşın pratiktir ve
dünyada bir düşmanı yok etmekten daha pratik bir şey yoktur. “İnsan
öldüremeyeceği bir şeyden nefret edebilir mi” diye sormuştur Shylock (4). Gerçek
yasa koyucu yanlıştan başka bir şeyden korkmamalıdır ancak yasamanın çıkarları
yalnızca hakkın sonuçlarından kaynaklanan korkuyu, onlara karşı yasa yapılan
suçlulardan korkmayı bilir. Zalimlik, korkaklığın zorla kabul ettirdiği yasaların
karakteristik özelliğidir çünkü korkaklık ancak zalim olursa enerjik olabilir. Buna
karşın kişisel çıkarlar her zaman korkakçadır çünkü kalbi, ruhu, her zaman
burkulup zedelenebilen bir dış nesnedir. Üstelik kalbi ve ruhunu kaybetme
tehlikesi karşısında kim titrememiştir? Üstün özü insan olmayan, yabancı
malzemeden bir öz ise bencil yasa koyucu nasıl insan olabilir? National Guizot ile ilgili "Quand
il a peur, il est terrible," der (5). Bu kelimeler öznel çıkarlardan ve dolayısıyla korkaklıktan esinlenen tüm yasamanın üzerine yol gösterici bir
ilke olarak kazınabilirdi.
Samoyedler (6) bir hayvan öldürdüğünde, derisini
yüzmeden önce büyük bir ciddiyetle bu yarayı ancak Rusların açabileceğini,
organların bir Rus bıçağı ile parçalandığını böylelikle intikamın Ruslardan
alınmasını garanti etmek isterler. Bir Samoyed olma iddiası olmadan da yasayı Rus
bıçağına
dönüştürmek olasıdır. Bunun nasıl olduğunu görelim.
Bölümce 4 ile bağlantılı olarak komisyon
şunu önerdi:
“İki milden fazla uzaklıklarda, görevli bekçi var olan yerel ücrete göre
değeri belirler.”
Bir kent milletvekili buna şöyle
karşı çıktı:
“Çalınmış oduna görevli orman
bekçisinin değer biçmesine izin veren öneri önemli kuşkular uyandırmaktadır.
Doğal olarak bu resmi görevliye güvenimiz tamdır. Ancak bu yalnızca olgular açısından
böyledir, değer açısından değil. Değer, yerel yetkililerin değerlendirmesine
göre belirlenmeli ve bölge başkanınca onaylanmalıdır. Verilen cezanın orman
sahibinin yasal hakkı durumuna gelmesi gerektiğine göre, bölümce 14’ün kabul
edilmemesi gerektiğinin önerildiği doğrudur”, vs. “Bölümce 14 kalacaksa önerilen
kanun hükmü tehlikeli olacak biçimde kuşkuludur. Çünkü doğal olarak, orman
sahibine çalışan ve ücretini ondan alan orman bekçisi, çalınmış odunu değerini
kesinlikle olabildiğince yüksek tutmak zorunda kalacaktır.”
Taşra meclisi komisyonun
önerisini kabul etti.
Burada, mülkiyetin yargı yetkisinin
yasa yapışını görüyoruz. Mülkiyetin bekçisi aynı zamanda kısmi zamanlı
yargıçtır. Bu değerlendirme işlemi mahkeme kararının bir parçasıdır. Buna göre
mahkeme kararı bu işlemin kaydı sırasında zaten kısmen öngörülmüştür. İşlemi
gerçekleştiren bekçi yargıçlar birliğindedir. Kararı mahkemeyi bağlayan bir
uzmandır. Diğer yargıçları dışlayan bir işlev görür. Aynı zamanda yargıçlık
görevi yapan mülkiyet jandarmaları ve muhbirler varken sorgulayıcı yöntemlere
karşı çıkmak aptalcadır.
Kurumlarımıza karşı bu temel
saygısızlık dışında, değerlendirme işlemini gerçekleştiren bekçinin nitelikleri
incelendiğinde aynı zamanda çalınmış odunu değerlendirirken ne kadar az nesnel
olabileceği açıkça görülür.
Bir bekçi olarak, ormanın
koruyucu melekliğini temsil eder. Koruyuculuk, özellikle kişisel, fiziksel
koruyuculuk, gözetilen nesneye karşı etkili, enerjik ve tutku dolu bir tutum
gerektirir. Bu tutum, büyüyen ormanla onun bütünleşmesi gibidir. Orman onun
için her şey, ormanın değeri de mutlak olmalıdır. Diğer yandan, değer biçicinin
çalınmış oduna karşı tutumu, kuşkucu bir güvensizliktir. Keskin, hayal gücünden
yoksun bir gözle, olağan bir ölçütle onu tartar ve kaç metelik ettiğini
hesaplar. Bir bekçi ve bir değer biçici, bir mineral bilimci ve bir mineral
tüccarı kadar birbirinden farklıdır. Orman bekçisi çalınmış odunun değerini
ölçemez çünkü mahkeme için vereceği, çalınmış malzemeye biçtiği değeri içeren
her rapor ile kendi etkinliğinin değerini, kendi
değerini biçmektedir. Dahası, koruduğu nesnenin değerini, maddesini koruduğu gibi korumayacağına inanır mısınız?
Ciddiyetin resmi görevi olduğu bir
kişiye bağlanmış işlevler, hem koruma altındaki nesneyle hem de konuyla ilgili kişiler bakımından çelişkilidir.
Ormanın koruyucusu olarak bekçi
özel mülk sahibinin çıkarlarını korumalıdır, ancak bir değer biçici olarak
orman düzenlemelerini ihlal edenin çıkarlarını da özel mülk sahibinin aşırı
isteklerine karşı en az bu kadar gözetmelidir. Yumruklarını belki orman
yararına kullanmak zorunda kalırken hemen arkasından zekasını da ormanın
düşmanları yararına kullanmak durumunda kalacaktır. Orman sahibinin çıkarlarını
temsil ederken aynı zamanda bu aynı çıkarlara karşı da bir güvence olmak
zorundadır.
Bekçi, daha da ötesi, bir
muhbirdir. Yerine getirdiği görev jurnalciliktir. Dolayısıyla, nesnenin değeri,
jurnalciliğin teması durumuna gelir. Bekçi bir yargıç olarak saygınlığını
yitirir. Yargıcın işlevi de son derece küçük düşürülmüştür çünkü o anda
jurnalcinin işlevinden ayırt edilemez.
Son olarak, bir uzman olarak
sınıflandırılamayan bu muhbir bekçi, ister muhbir ister bekçi olarak görev
yapsın, orman sahibinin hizmetindedir ve ücretini orman sahibi öder. Değer
biçme işlemi, yemin altında orman sahibinin kendisine de bırakılabilir çünkü
bekçisinin kişiliğinde o aslında yalnızca bir üçüncü kişinin biçimini
varsaymıştır.
Buna karşılık Taşra Meclisi, onun
yerine, bu muhbir bekçinin konumunu bile kuşkulu bulur. Tersine meclis, muhbir
bekçilerin doğa görevi olarak
adlandırılabilecek, orman cenneti krallığında devlet gücünün son görüntüsünü
oluşturan tek önlemi kuşkulu sayar. Bu öneri çok sert protestolar doğurdu. Sözcünün
açıklamasıyla da fırtına dinecekmiş gibi görünmüyor:
“önceki taşra meclisleri zaten bekçilerin
doğa görevlerinden vazgeçilmesini istemişti. Ancak hükümet bunu kabul etmedi ve
doğa görevini devletin mülklerinin korunması olarak değerlendirdi.”
Buna göre daha önceki bir tarihte
Taşra Meclisi, mülkleri korumaktan vazgeçmesi için hükümetle pazarlık etmeye
çalışmış ancak meclis pazarlık etmekten öteye gitmemiş. Şimdi doğa görevine karşı ileri sürülmüş reddedilemez olduğu
kadar verimli olan görüşleri inceleyelim.
Kırsal bölge örgütlerinden bir
milletvekili:
“bekçilerin doğa görevi kendilerine
güven koşulu bakımından küçük orman sahipleri için zararlıdır. Bir başka
milletvekili korumanın küçük ve büyük orman sahipleri için eşit derecede etkin
olması gerektiği konusunda ısrar etti.”
Aristokrat mülkü temsilcilerinden
biri şu belirlemede bulundu:
“Özel kişilerle doğa görevi
önerilemez bir durumdur. Fransa’da bekçilerin tuttuğu kayıtlara güvenmenin
yararlı olmadığı görüldü. Yine de ihlallerin artmasını önlemek için bir şeyler
yapmak zorunluluktur.”
Bir kent milletvekili şöyle dedi:
“Uygun biçimde görevlendirilmiş
yeminli orman memurlarının tanıklığına güven duyulmalıdır. Doğa görevi,
söylemek gerekirse, birçok topluluk, özellikle küçük mülk sahipleri için bir
olanaksızlıktır. Yalnızca doğa görevi yapan orman memurlarına güvenilmesi
gerektiği kararı, bu mülk sahiplerini tüm orman korumasından yoksun
bırakacaktır. Eyaletin büyük kısmında, topluluklar ve özel mülk sahipleri, ormanlık
arazileri, özel ormancılar görevlendirecek kadar büyük olmadığı için orman
arazilerinin korunmasında zorunlu olarak kırsal bölge bekçilerine güvenmek
zorunda kalacaklardır. Ormanı korumaya yemin etmiş bu kırsal bölge bekçilerine,
orman düzenlemeleri bozulduğunda tanıklık ederken güvenmek ama bir odun
hırsızlığını rapor edecekleri zaman tam güven göstermemek garip olacaktır”.
1- “küçük kazançlar”
2- Farklı Alman kavimlerinin (Frenk,
Frizyeli, Burgonyalı, Langobardlı [Lombardiyalı], Anglo-Sakson ve diğerleri) 5-9.
yy.larda derlenmiş barbar olarak adlandırılan yasalarına (leges barbarorum)
gönderme yapılmaktadır.
3- Almanca Hühneraugen- mısır, Augen- göz kelimeleri ile bir
kelime oyunu.
4- W. Shakespeare, Venedik Taciri,
Perde IV, Sahne 1.
5- “Korktuğu zaman korkunçtur”.
6- Sibirya’da yaşayan bir halk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder