20 Haziran 2015 Cumartesi

ODUN HIRSIZLIĞI YASASI TARTIŞMALARI

27 Ekim 1842, Rheinische Zeitung.
Aristokrasinin geleneksel hakları, evrensel hukuk biçimiyle içeriği bakımından çatışır. Onlara hukukun biçimi verilemez çünkü onlar hukuksuzluğun oluşumlarıdır. İçeriklerinin hukuk biçimine karşıt olduğu gerçeği - evrensellik ve gereklilik – onların geleneksel yanlışlar olduğunu ve hukuka karşı ileri sürülemeyeceğini kanıtlar. Bu karşıtlık ortadan kaldırılmalı ve dahası uygun durumda cezalandırılmalıdır. Çünkü hiç kimsenin eylemi, o kişinin geleneği olduğu için yasa dışılıktan çıkmaz, nasıl ki haydutluk o aileye özgü bir özellik olduğu için bir hırsızın haydut oğlu aklanamaz. Bilerek hukuka karşı eylemde bulunan bir kişi kastından dolayı cezalandırılır. Geleneği nedeniyle eylemde bulunuyorsa, bu geleneği, kötü bir gelenek olduğu için cezalandırılacaktır. Evrensel yasalar üstün geldiği zaman, akla uygun geleneksel hak, yasal hak geleneğinden başka bir şey değildir. Çünkü hak yalnızca geleneğe dönüşmek üzere ortadan kalkmış olsa bile yasa onu içeriyor diye, geleneğe dönüşmek üzere ortadan kalkmaz. Yasaya uygun edimde bulunan biri için hak onun kendi geleneği olur. Ancak yasayı çiğneyene karşı hak, o kişinin geleneği olmasa da zorla uygulanır. Hak artık şansa, geleneğin akla uygun olup olmadığına bağlı değildir. Hak yasal olduğu için, gelenek, devlet geleneğine dönüştüğü için, gelenek akla uygun duruma gelir.
Yasal hakkın yanı sıra ayrı bir etki alanı olarak geleneksel hak buna göre, yalnızca yasanın yanı sıra ve ona ek olarak var olduğu, geleneğin yasal hakkın beklentisi olduğu yerde akla uygundur. Dolayısıyla kimse ayrıcalıklı toplumsal konumdakilerin geleneksel haklarından söz edemez. Yasa onların yalnızca akla uygun haklarını değil dahası sıklıkla onların akla aykırı hak iddialarını da tanır. Ayrıcalıklı toplumsal konumdakilerin yasayla ilgili bir beklenti içinde olma hakları yoktur. Çünkü yasa onların haklarının tüm olası sonuçlarını karşılamıştır. Yine buna bağlı olarak, geleneksel haklar yalnızca menus plaisirs (1) için bir etki alanı olarak istenir. Bu, akla uygun sınırlar içinde yasada söz konusu edilen aynı içeriği, gelenek alanında kapris ve hak iddiaları için bu akla uygun sınırlar dışında bulmak içindir.
Ancak aristokrasinin bu geleneksel hakları, akla uygun hak kavramı ile karşıtlık içindeyken, yoksulların geleneksel hakları pozitif hukukun gelenekleriyle karşıtlık içinde olan haklardır. Onların içeriği, yasal biçimle değil ama kendi biçim yoksunluğu ile çatışır. Yasanın biçimi bu içerik ile çelişki içinde değildir. Tam tersine, bu içerik henüz bu forma ulaşmamıştır. En verimli kaynak olarak değerlendirilebilecek birçok Germanic (2) haktan yoksulların geleneksel haklarını tek yönlü aydınlanmış yasamanın nasıl ele aldığını ve böyle ele almaya zorlandığını kavramak için pek fazla düşünmeye gerek yoktur.
Medeni hukuka göre en liberal yasalar, var olan bu hakların evrensel düzeye getirilmesi ve açık ve kesin biçimde belirtilmesi ile sınırlandırılmıştır. Bu tür hakları bulamadıkları yerde yenilerini de yaratmadılar. Kendine özgü gelenekleri ortadan kaldırdılar. Ancak böyle yaparken toplumsal konumu yüksek olanların yanlışlarının rastgele iddialar biçimini alırken toplumsal konumu olmayanların haklarının rastlantısal ödünler biçiminde ortaya çıktığını unuttular. Bu hareket biçimi, hakların yanı sıra gelenekten de hoşnut olanlar açısından doğru, hakları olmayıp yalnızca gelenekleri olanlar açısından yanlıştır. Bu yasaların rastgele iddiaları yasal savlara dönüştürmesi gibi, bu iddialarda hakkın akla uygun bir kısım içeriğinin bulunması gerektiğince, rastlantısal ödünleri de zorunlu olanlarına dönüştürmeleri gerekirdi. Örneğin manastırları ele alarak bunu açık kılabiliriz. Manastırlar ortadan kaldırılmıştı, mülkleri dünyevileştirilmişti ve böyle yapmak doğruydu. Ancak yoksulların manastırlarda bulduğu rastlantısal destek herhangi bir başka pozitif gelir kaynağı ile karşılanmadı. Manastırların mülkleri özel mülke dönüştürüldüğünde ve manastırlar biraz tazminat aldıklarında, yaşamını manastırlar aracılığıyla sürdüren yoksullar tazminat almadılar. Tam tersine onlara yeni bir kısıtlama dayatıldı. Eski bir haklarından yoksun bırakıldılar. Bu, ayrıcalıklar tamamen hakka dönüşürken oldu. Bu kötüye kullanmaların olumlu bir yönü - bir tarafın hakkını rastlantısal bir şeye dönüştürdüğü için de kötüye kullanmadır - hem rastlantısalın zorunluluğa dönüştürülmesi hem de küçümsenmesi nedeniyle ortadan kaldırılmıştır.
Bu yasalar zorunlu olarak tek yanlıydı çünkü yoksulların tüm geleneksel hakları, mülkiyetin belli biçimlerinin karakter olarak belirsiz olduğu gerçeğine dayanır. Çünkü onlar kesinlikle özel mülk değildi, kesinlikle ortak mülk de değildi. Ortaçağın tüm kurumlarında bulduğumuz özel ve kamusal hakların bir karışımıydı. Yasamanın amacı açısından bu belirsiz biçimler yalnızca anlayışla kavranabilir. Anlayış yalnızca tek yanlı değildir, onun aynı zamanda dünyayı tek yanlı yapma zorunlu işlevi de vardır. Bu işlev önemli ve büyük bir görevdir çünkü yalnızca tek yanlılık bütünün düzenli olmayan yığınından kendine özgü olanı çıkarabilir ve ona biçim verebilir. Bir şeyin karakteri anlayışın ürünüdür. Her şey kendini yalıtmalı ve bir şey olabilmek için yalıtılmış olmalıdır. Yaşamın içeriklerinin her birini kalıcı bir belirlilikle sınırlandırarak ve o bu içeriğin sıvı özünü katılaştırırken anlayış, yaşamın çok çeşitliliğini ortaya çıkarır. Çünkü yaşam birçok tek yanlılık olmadan çok yanlı olamayacaktır.
Dolayısıyla anlayış, modeli Roma hukukunda bulunan soyut medeni hukukun var olan kategorilerini onlara uygulayarak karışık olanı, mülkiyetin belirsiz biçimlerini ortadan kaldırır. Yasama bilinci, bu belirsiz mülkiyetin zorunluluklarını yoksul sınıf için ortadan kaldırmanın daha adil olacağı değerlendirmesinde bulundu. Çünkü o yüksek konumdakilerin mülkiyetini de ortadan kaldırdı. Buna karşın, medeni hukuk açısından bile burada iki yönlü bir özel hakkın var olduğu unutuldu: mal sahibinin özel hakkı ve mal sahibi olmayanın özel hakkı. Bu, anayasal hukuk altında hiçbir yasanın özel mülkiyet ayrıcalıklarını ortadan kaldırmayacağı gerçeği dışında, onları yalnızca garip karakterlerinden soyar ve onlara resmi bir karakter verir. Yine de hakkın ve dolayısıyla mülkiyetin de, ortaçağa ait her biçimi her yönden karışık, iki yönlü, ikiye bölünmüş olsaydı ve anlayış, bu çelişkili belirleme bakımından birlik ilkesini haklı biçimde ileri sürseydi bile o, önceden belirlenmiş özel mülkiyetin karakterini doğası gereği asla kazanamayacak mülklerin var olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Bu mülkler, temel doğaları ve rastlantısal var oluş biçimleri ile oturma hakları ve dolayısıyla o sınıfın oturma hakkı kapsamındadır. Onlar, kesinlikle o oturma hakları nedeniyle tüm diğer mülklerden ve sivil toplumda doğası gereği onlarla aynı konumda olandan dışlanır.
Farkına varılacaktır ki tüm yoksul sınıfın gelenekleri, mülkiyetin belirsiz yanına doğal bir içgüdü ile dayanır. Bu sınıfın doğal bir gereksinimi karşılamak için bir dürtü duyumsadığı ve aynı biçimde, haklı bir dürtüyü doyurmak için gereksinim hissettiği fark edilecektir. Devrilmiş odunlar buna örnektir. Bu odunların büyüyen ağaçla yapısal ilişkisi, dökülmüş derisiyle yılan arasında olduğu gibi pek azdır. Doğa kendini yoksulluk ve zenginlik arasındaki antitezin bir modeli olarak sunar. Bu antitez modeli, kuru, kırılmış dal ve sürgünlerin canlı yaşamdan uzaklaşmasına karşıt olarak özsu ile dolu, kendi uygun formunu ve bireysel yaşamını geliştirmek için yapısal olarak hava, ışık, su ve toprağı emen ağaç ve kökler biçimindedir. Bu, yoksulluk ve zenginliğin doğal bir temsilidir. İnsan yoksulluğu, bu akrabalığı duyumsar ve bu akrabalık duygusundan kendi yoksulluk hakkını çıkarır. Buna göre o eğer önceden belirlenmiş mülk sahipleri için doğal canlı zenginliği isterse, gereksinim ve onun rastlantısallığı için doğal yoksulluğu ister. Temel güçlerin bu oyununda, yoksulluk insan gücünden daha insancıl olan iyi bir güç duyumsar. Ayrıcalıklı bireylerin rastlantısal gelişigüzel eylemleri yerini temel güçlerin rastlantısal eylemlerine bırakır. Bu eylemler gönüllü olarak bırakılmayan özel mülkiyeti ayrıcalıklı bireylerin elinden alır. Zenginlerin sokaklarda dilenmesi nasıl uygun değilse doğanın yardımı için de bu böyledir. Ancak yoksulluğun haklarını kazanması yine onun etkinliği ile olur. İnsan toplumunun temel sınıfı bir araya gelerek kendini doğanın temel gücünün ürünleri arasına düzen getirici olarak saptar. Konum bu ürünler bağlamında benzerdir. Bu ürünlerin vahşi doğadaki gelişimi onları mülkiyetin tamamen rastlantısal eki durumuna getirir ve yalnızca önemsizlikleri nedeniyle onlar gerçek sahibin etkinliğinin nesnesi değildir. Aynı şey hasat sonrası başakları toplama ya da benzer geleneksel haklar bağlamında da geçerlidir.
Buna göre yoksul sınıfın bu geleneklerinde içgüdüsel bir hak duygusu vardır. Kökleri olumlu ve yasaldır. Geleneksel hakkın biçimi burada doğaya fazlasıyla uygundur çünkü şu ana dek yoksul sınıfın kendi varoluşu sivil toplumun yalnızca bir geleneğiydi. Bu gelenek devletin bilinçli örgütlenmesinde uygun bir yer bulamamıştır.
Bu sorunla ilgili tartışma, bu geleneksel hakların nasıl ele alındığına ilişkin, yöntemi ve tüm işlemin ruhunu ayrıntılı biçimde gösteren bir örneğe elverir.
Bir kent milletvekili yabanmersini ve kızılcık toplanmasının hırsızlık olarak kabul edilmesi yönündeki kanun hükmüne karşı çıktı. Öncelikle bu meyveleri aileleri için biraz para kazanmak üzere toplayan yoksul çocukları adına konuştu. Bu eyleme mal sahipleri çok eski zamanlardan beri izin veriyordu ve bu, çocuklara geleneksel bir hak doğuruyordu. Bu gerçeğe bir başka milletvekili şöyle karşı çıktı:
“onun bölgesinde bu yabanmersinleri ticari meta durumuna gelmiştir ve Hollanda’ya fıçılarla dağıtılmıştır”.
Bir mekanda, buna göre, şeyler o düzeye gelmiştir ki yoksulun geleneksel hakkı zenginin bir tekeline dönüşmüştür. Bu, doğal olarak zorunlu tekelleştirilmeyi izleyen genel mülkiyetin tekelleştirilebileceğinin kapsamlı kanıtıdır. Nesnenin doğası tekeli çağırır çünkü özel mülkiyet ilişkileri burada bu tekeli yaratmıştır. Kimi para tutkunu küçük tüccarın tasarladığı bu modern görüş eski dönem Alman toprak mülkiyeti ilişkileri için çıkar sağladığında çürütülemez duruma gelir.
Aklı başında yasa koyucu cezalandırmak zorunda kalmamak için suçu önleyecektir. Ancak bunu hakkın kapsamını daraltarak değil hakkın kapsadıklarının olumsuz yönlerini ortadan kaldırarak, bu kapsama olumlu bir eylem alanı kazandırarak yapacaktır. O, hakkın daha geniş bir kapsamına ait olması amacıyla bir sınıfın üyeleri için olanaksızlığı ortadan kaldırmakla kendini sınırlandırmayacaktır. Onların sınıfını kendi haklarından memnun olma gerçek olasılığına yükseltecektir. Eğer devlet bunun için yeterli olacak kadar insancıl, zengin ve yüce gönüllü değilse, en azından koşulların tek başına ortaya çıkmasına yol açtığı bir kabahatin suça dönüşmemesi yasa koyucunun kesin bir görevidir. O, toplum düzenine aykırı bir suç gibi cezalandırılırsa onun için adaletsizliğin doruğu olacak toplumsal bir bozukluğu düzeltirken en yüksek hoşgörüyü göstermelidir. Aksi durumda, toplumsal içgüdünün toplum düzenine aykırı biçimiyle mücadele ettiğini sanırken toplumsal içgüdünün kendisiyle mücadele etmek durumunda kalacaktır. Kısaca söylemek gerekirse, halkın geleneksel hakları baskılanırsa bunları uygulama çabası yalnızca basitçe polis düzenine karşı gelme olarak değerlendirilir, ancak asla bir suç gibi cezalandırılmaz. Polis gücü aracılığıyla cezalandırma, koşulların yüzeysel bir bozukluk olarak karakterize ettiği ama hukukun ölümsüz kuralına bir saldırı oluşturmayan bir eyleme karşı kullanılan çıkarcı bir yöntemdir. Cezalandırma, kabahatle tutarsızlık oluşturmamalıdır. Suçun utancı hukukun utancına dönüşmemelidir. Talihsizlik suç ya da suç talihsizlik olursa devletin temeli zayıflatılmış olur. Bu bakış açısını desteklemeyen Taşra Meclisi, yasa yapmanın temel kurallarını bile tanımamaktadır.
Çıkarların küçük, katı, cimri ve bencil ruhu yalnızca bir noktayı görür. Bu nokta, onun, mısırlarını ezdiği için, yoldan geçeni kötü ün yapmış biri, bu talihsiz yaratığı güneşin altındaki en alçak yaratık olarak değerlendiren kaba bir insan gibi, yaralandığı noktadır. Mısırlarını o, görüşlerinin ve yargılarının temeli yapar. Yoldan geçenin ona dokunduğu tek noktayı o kişinin esas doğasının tüm dünyayla iletişime geçtiği tek yer durumuna getirir. Ancak bir kişi dürüst, dahası yetkin bir kişi olmaktan vazgeçmeden mısırlarımın üzerinden yürüyüp geçebilir. İnsanları mısırlarınızla yargılamamanız gerektiği gibi, onları kişisel çıkarlarınız gözüyle görmemeniz gerekir (3). Kişisel çıkarlar, kişinin çıkarıyla o kişinin çatıştığı bir alanı o kişinin tüm yaşam alanına dönüştürür. Doğalcı değildir, fareleri haşarat olarak görür, bu nedenle de yasayı yalnızca haşaratı yok etmeye çalışan bir avcıya dönüştürür. Ancak devlet, orman düzenlemelerine uymayanları odun hırsızı, orman düşmanı olarak değerlendirmemelidir. Devlet yurttaşlarının her biriyle bin yaşamsal sinirle bağlı değil midir? Herhangi bir yurttaş bu sinirlerden birini kopardı diye devletin tüm bu sinirleri koparma hakkı var mıdır? Buna göre devlet, orman düzenlemelerine uymayanları da bir insan, kalbi kan pompalayan yaşayan bir üye, Anavatanını savunmak zorunda olan bir asker, mahkemede sözü dinlenmesi gereken bir tanık, topluluğun kamusal görevler üstlenen bir üyesi, varlığı kutsal olan bir aile babası, her şeyden öte de devletin bir yurttaşı olarak kabul edecek. Devlet üyelerinden birini umarsızca bu görevlerinden dışlamayacak çünkü devlet bir yurttaşı bir suçluya dönüştürdüğünde kendi uzvunu kesmiş olur. Her şeyden öte, ahlaklı yasa yapıcı daha önce kabahat olarak kabul edilmeyen bir eylemin suç eylemleri arasında sınıflandırılmasının en ciddi, en acı verici, en tehlikeli durum olacağını düşünecektir.
Çıkar, buna karşın pratiktir ve dünyada bir düşmanı yok etmekten daha pratik bir şey yoktur. “İnsan öldüremeyeceği bir şeyden nefret edebilir mi” diye sormuştur Shylock (4). Gerçek yasa koyucu yanlıştan başka bir şeyden korkmamalıdır ancak yasamanın çıkarları yalnızca hakkın sonuçlarından kaynaklanan korkuyu, onlara karşı yasa yapılan suçlulardan korkmayı bilir. Zalimlik, korkaklığın zorla kabul ettirdiği yasaların karakteristik özelliğidir çünkü korkaklık ancak zalim olursa enerjik olabilir. Buna karşın kişisel çıkarlar her zaman korkakçadır çünkü kalbi, ruhu, her zaman burkulup zedelenebilen bir dış nesnedir. Üstelik kalbi ve ruhunu kaybetme tehlikesi karşısında kim titrememiştir? Üstün özü insan olmayan, yabancı malzemeden bir öz ise bencil yasa koyucu nasıl insan olabilir? National Guizot ile ilgili "Quand il a peur, il est terrible," der (5). Bu kelimeler öznel çıkarlardan ve dolayısıyla korkaklıktan esinlenen tüm yasamanın üzerine yol gösterici bir ilke olarak kazınabilirdi.
Samoyedler (6) bir hayvan öldürdüğünde, derisini yüzmeden önce büyük bir ciddiyetle bu yarayı ancak Rusların açabileceğini, organların bir Rus bıçağı ile parçalandığını böylelikle intikamın Ruslardan alınmasını garanti etmek isterler. Bir Samoyed olma iddiası olmadan da yasayı Rus bıçağına dönüştürmek olasıdır. Bunun nasıl olduğunu görelim.
Bölümce 4 ile bağlantılı olarak komisyon şunu önerdi:
“İki milden fazla uzaklıklarda, görevli bekçi var olan yerel ücrete göre değeri belirler.”
Bir kent milletvekili buna şöyle karşı çıktı:
“Çalınmış oduna görevli orman bekçisinin değer biçmesine izin veren öneri önemli kuşkular uyandırmaktadır. Doğal olarak bu resmi görevliye güvenimiz tamdır. Ancak bu yalnızca olgular açısından böyledir, değer açısından değil. Değer, yerel yetkililerin değerlendirmesine göre belirlenmeli ve bölge başkanınca onaylanmalıdır. Verilen cezanın orman sahibinin yasal hakkı durumuna gelmesi gerektiğine göre, bölümce 14’ün kabul edilmemesi gerektiğinin önerildiği doğrudur”, vs. “Bölümce 14 kalacaksa önerilen kanun hükmü tehlikeli olacak biçimde kuşkuludur. Çünkü doğal olarak, orman sahibine çalışan ve ücretini ondan alan orman bekçisi, çalınmış odunu değerini kesinlikle olabildiğince yüksek tutmak zorunda kalacaktır.”
Taşra meclisi komisyonun önerisini kabul etti.
Burada, mülkiyetin yargı yetkisinin yasa yapışını görüyoruz. Mülkiyetin bekçisi aynı zamanda kısmi zamanlı yargıçtır. Bu değerlendirme işlemi mahkeme kararının bir parçasıdır. Buna göre mahkeme kararı bu işlemin kaydı sırasında zaten kısmen öngörülmüştür. İşlemi gerçekleştiren bekçi yargıçlar birliğindedir. Kararı mahkemeyi bağlayan bir uzmandır. Diğer yargıçları dışlayan bir işlev görür. Aynı zamanda yargıçlık görevi yapan mülkiyet jandarmaları ve muhbirler varken sorgulayıcı yöntemlere karşı çıkmak aptalcadır.
Kurumlarımıza karşı bu temel saygısızlık dışında, değerlendirme işlemini gerçekleştiren bekçinin nitelikleri incelendiğinde aynı zamanda çalınmış odunu değerlendirirken ne kadar az nesnel olabileceği açıkça görülür.   
Bir bekçi olarak, ormanın koruyucu melekliğini temsil eder. Koruyuculuk, özellikle kişisel, fiziksel koruyuculuk, gözetilen nesneye karşı etkili, enerjik ve tutku dolu bir tutum gerektirir. Bu tutum, büyüyen ormanla onun bütünleşmesi gibidir. Orman onun için her şey, ormanın değeri de mutlak olmalıdır. Diğer yandan, değer biçicinin çalınmış oduna karşı tutumu, kuşkucu bir güvensizliktir. Keskin, hayal gücünden yoksun bir gözle, olağan bir ölçütle onu tartar ve kaç metelik ettiğini hesaplar. Bir bekçi ve bir değer biçici, bir mineral bilimci ve bir mineral tüccarı kadar birbirinden farklıdır. Orman bekçisi çalınmış odunun değerini ölçemez çünkü mahkeme için vereceği, çalınmış malzemeye biçtiği değeri içeren her rapor ile kendi etkinliğinin değerini, kendi değerini biçmektedir. Dahası, koruduğu nesnenin değerini, maddesini koruduğu gibi korumayacağına inanır mısınız?
Ciddiyetin resmi görevi olduğu bir kişiye bağlanmış işlevler, hem koruma altındaki nesneyle hem de konuyla ilgili kişiler bakımından çelişkilidir.  
Ormanın koruyucusu olarak bekçi özel mülk sahibinin çıkarlarını korumalıdır, ancak bir değer biçici olarak orman düzenlemelerini ihlal edenin çıkarlarını da özel mülk sahibinin aşırı isteklerine karşı en az bu kadar gözetmelidir. Yumruklarını belki orman yararına kullanmak zorunda kalırken hemen arkasından zekasını da ormanın düşmanları yararına kullanmak durumunda kalacaktır. Orman sahibinin çıkarlarını temsil ederken aynı zamanda bu aynı çıkarlara karşı da bir güvence olmak zorundadır.
Bekçi, daha da ötesi, bir muhbirdir. Yerine getirdiği görev jurnalciliktir. Dolayısıyla, nesnenin değeri, jurnalciliğin teması durumuna gelir. Bekçi bir yargıç olarak saygınlığını yitirir. Yargıcın işlevi de son derece küçük düşürülmüştür çünkü o anda jurnalcinin işlevinden ayırt edilemez.
Son olarak, bir uzman olarak sınıflandırılamayan bu muhbir bekçi, ister muhbir ister bekçi olarak görev yapsın, orman sahibinin hizmetindedir ve ücretini orman sahibi öder. Değer biçme işlemi, yemin altında orman sahibinin kendisine de bırakılabilir çünkü bekçisinin kişiliğinde o aslında yalnızca bir üçüncü kişinin biçimini varsaymıştır.  
Buna karşılık Taşra Meclisi, onun yerine, bu muhbir bekçinin konumunu bile kuşkulu bulur. Tersine meclis, muhbir bekçilerin doğa görevi olarak adlandırılabilecek, orman cenneti krallığında devlet gücünün son görüntüsünü oluşturan tek önlemi kuşkulu sayar. Bu öneri çok sert protestolar doğurdu. Sözcünün açıklamasıyla da fırtına dinecekmiş gibi görünmüyor:
“önceki taşra meclisleri zaten bekçilerin doğa görevlerinden vazgeçilmesini istemişti. Ancak hükümet bunu kabul etmedi ve doğa görevini devletin mülklerinin korunması olarak değerlendirdi.”
Buna göre daha önceki bir tarihte Taşra Meclisi, mülkleri korumaktan vazgeçmesi için hükümetle pazarlık etmeye çalışmış ancak meclis pazarlık etmekten öteye gitmemiş. Şimdi doğa görevine karşı ileri sürülmüş reddedilemez olduğu kadar verimli olan görüşleri inceleyelim.
Kırsal bölge örgütlerinden bir milletvekili:
“bekçilerin doğa görevi kendilerine güven koşulu bakımından küçük orman sahipleri için zararlıdır. Bir başka milletvekili korumanın küçük ve büyük orman sahipleri için eşit derecede etkin olması gerektiği konusunda ısrar etti.”
Aristokrat mülkü temsilcilerinden biri şu belirlemede bulundu:
“Özel kişilerle doğa görevi önerilemez bir durumdur. Fransa’da bekçilerin tuttuğu kayıtlara güvenmenin yararlı olmadığı görüldü. Yine de ihlallerin artmasını önlemek için bir şeyler yapmak zorunluluktur.”
Bir kent milletvekili şöyle dedi:
“Uygun biçimde görevlendirilmiş yeminli orman memurlarının tanıklığına güven duyulmalıdır. Doğa görevi, söylemek gerekirse, birçok topluluk, özellikle küçük mülk sahipleri için bir olanaksızlıktır. Yalnızca doğa görevi yapan orman memurlarına güvenilmesi gerektiği kararı, bu mülk sahiplerini tüm orman korumasından yoksun bırakacaktır. Eyaletin büyük kısmında, topluluklar ve özel mülk sahipleri, ormanlık arazileri, özel ormancılar görevlendirecek kadar büyük olmadığı için orman arazilerinin korunmasında zorunlu olarak kırsal bölge bekçilerine güvenmek zorunda kalacaklardır. Ormanı korumaya yemin etmiş bu kırsal bölge bekçilerine, orman düzenlemeleri bozulduğunda tanıklık ederken güvenmek ama bir odun hırsızlığını rapor edecekleri zaman tam güven göstermemek garip olacaktır”.

  
1- “küçük kazançlar”
2- Farklı Alman kavimlerinin (Frenk, Frizyeli, Burgonyalı, Langobardlı [Lombardiyalı], Anglo-Sakson ve diğerleri) 5-9. yy.larda derlenmiş barbar olarak adlandırılan yasalarına (leges barbarorum) gönderme yapılmaktadır.
3- Almanca Hühneraugen- mısır, Augen- göz kelimeleri ile bir kelime oyunu.
4- W. Shakespeare, Venedik Taciri, Perde IV, Sahne 1.
5- “Korktuğu zaman korkunçtur”.
6- Sibirya’da yaşayan bir halk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder